25 Temmuz 2008 Cuma

Çalışmak kirletir

Bir dostum vardı. Gerçek bir dost. Şimdi görüşmüyoruz.

Üniversite yıllarında bir gece. Benim evin oturma salonunda hep yaptığımız gibi saatlerdir konuşuyorduk. Ortak bir arkadaşımızdan bahsetti ve çalışmak onu kötü biri yapıyor dedi.

Ortak arkadaşımız tembel, yemekten-içmekten, dostlar arasında öylesine beklemekten, denizden-rüzgardan ve tabii ki kedilerden hoşlanan biriydi. Çalışmak doğasında yoktu.

Çalıştığı zaman bambaşka biri oluyordu. Büyük bekleme kabiliyeti ortadan kalkıyor, sessizliğini güzelleyen huzur yerini ketum bir asabiyete bırakıyor, insanları sevmez oluyordu.

Kendimde aynı şeyleri gördüğümü arkadaşıma söylemedim.

Ama doğruydu. Çalışmak için kendimi zorluyor, geceleri uykusuz kalıyor, lanet olası konsantrasyona ulaşmak için dostlara sırt çeviriyor ve tıpkı ortak arkadaşımız gibi kirleniyordum.

(Fakat dünya anlamıyordu, etrafın çalışmaya, didinmeye, hırslanmaya kabiliyetli olmayan çocuklarla dolu olduğunu, bu çocukların faniliğin gerçek bilgisiyle dolu dervişler olduğunu, onların hazcılığında inceliğin ve fedakârlığın en az yıpranmış halinin bulunduğunu anlamıyordu.)

Ortak arkadaşımız kirlenmeye dayanamadı, memleketine, annesinin yanına döndü.

Arkadaşım benden uzaklaştı. Herhalde artık konuşacak ortak bir yönümüz kalmadığını düşünüyordu.

Ben çalışmaya devam ettim. Elimden geleni yaptım. Ruhumun kavi yanları esnedi, pencereleri rüzgarlara açıldı, yalnızlığım kendini dışardakilerin gürültüsüne teslim etti.

Kir pas içinde kaldım.

23 Temmuz 2008 Çarşamba

Mutluluk tutulması

İnsana kendini unutturan haller. (Kendilik, sabit ve orada öyle duran bir öz değil. Kabul. Ama insanın varoluşuna mesafe koyabildiğini ima ediyor böyle bir tanım. Bu imkâna inanmak istiyorum).

Neşeli ve canlıyım. Masa başına oturasım, okuyasım, çalışasım yok. Thomas Bernhard'a bile yeterince ilgi gösteremiyorum (Kendisi fazla ilgiden hoşlanmaz ya, neyse). Odaklanamıyor ve internette gezinip duruyorum. Sonra da dışarı çıkıp arkadaşlarla oturuyorum, güzel kızlardan söz ediyoruz. Onların hoş sohbeti ve havanın yumuşaklığı dünyayı dolduran diri güzelliğin kokusuna karışıyor. İyice hafifliyorum. Rahat!

Fakat bu hale canım sıkılıyor ya da en azından ben canım sıkılsın istiyorum. Zira dertler var, yapılması gerekenler var, yapılması gerekenlerin ahlakı üzerine düşünmek var. Bugüne kadar biriktirdiğim ben, bana bunları söylüyor. Rahat olmaktan, geniş olmaktan ürkmem gerektiğini, yaşama daha çok güvenmenin daha çok körlük anlamına gelebileceğini...

Hep arafta yaşamak herkesin harcı değil lakin.
Kendi kudretime güvenmiyorum...

Tanrım bana bir salıncak.

22 Temmuz 2008 Salı

Thomas Bernhard'dan...

"Bütün ve tamamlanmış olanın var olmadığını anladığımızda, yaşamamımızı sürdürme olanağımız var. Biz bütüne ve tamamlanmışa dayanamıyoruz. Roma'ya gidip San Pietro Bazilikası'nın zevksiz bir yapı olduğunu saptamamız gerekir, Bernini altarı mimarî bir budalılıktır, dedi. Kendisine dayanabilmek için Papa'yla yüz yüze gelmememiz gerekir, onun da önünde sonunda tıpkı herkes gibi çaresiz-gülünç bir insan olduğunu kişisel olarak saptamamız için. Bach'ı defalarca dinlememiz gerekir, nasıl hata yaptığını saptamak için, Beethoven'i defalarca dinlememiz gerekir, nasıl hata yaptığını saptamak için, Mozart'ı bile defalarca dinlememiz gerekir, nasıl hata yaptığını saptamak için. En çok sevdiğimiz düşünce sanatçıları olsa bile büyük filozof denilen kişilere de aynı yöntemi uygulamalıyız, dedi. Öyle ya, Pascal'ı tamamlanmış olduğu için değil, aslında böylesine çaresiz olduğu için severiz, tıpkı Montaigne'i ömür boyu aradığı ve bulamadığı çaresizliği için sevdiğimiz gibi, Voltaire'i de çaresizliği yüzünden severiz. Felsefeyi ve tüm düşünce bilimlerini sırf kesinlikle çaresiz oldukları için severiz. Gerçekte biz yalnızca, bir bütün olmayan, karmaşık ve çaresiz kitapları severiz. İşte bunun gibidir her şeyle ve herkesle, dedi Reger, bir insana da o sırf çaresiz olduğu ve bütünlenmiş olmadığı, karmaşık ve tamamlanmamış olduğu için özellikle bağlanırız." (24)

(Thomas Bernhard, Eski Ustalar (Çev: Sezer Duru))

21 Temmuz 2008 Pazartesi

Tatilin unutturdukları

yaz günleri ben hatırlamıyor

Hakikaten şair abimizin dediği gibi oluyor. Bir hayvanla bitişiyorsun ve yaz günleri seni hatırlamıyor. Sadece keder ve kader değil, en şahane kardeşimiz düşünmek de ağır ve gereksiz geliyor. Sanki insanlar kıyafetlerinden kurtulup tenden ibaret kalınca, bir kısım kendiliklerini de çıkarıveriyorlar. Gurur, yara, aşk, keder gibisinden tüm biriktirilmiş haller genleşiyor ve bunların çevrelediği insan rahatlıyor. Yaz tatili kemiklerin üzerinden baskıyı alıyor.

İşte onu diyorum, güneşe yakın olmanın güvende olmakla bir ilişkisi var (Burada Pavese'nin suskun romanları geliyor aklıma yine). Güneşin içinde saran, koruyan bir anne var. Üzerimizdekileri çıkarıp altına uzanıyor ve kemiklerimizi tekrar ona emanet ediyoruz. Esirgeyen gökyüzü.

Bu rahatlıkla geliyor sınırsız sevişme isteği, bu rahatlıkla geliyor ölümsüzlük yanılgısı.

Yaz güneşi bana beni unuttururken en dipte olanı hatırlatıyor demek ki. En ilkel halimi, en çocuk halimi, en hayvan halimi.

14 Temmuz 2008 Pazartesi

One Night Stand Kadini Bloglarsa...

Yahu ben bu blog işine bir türlü yoluna koyamadığım romancılık mesleğinde bana yol açar, kolaylık sağlar diye girdim. Hani yazarım iki kişi okur, bir şey söyler, heyecanlanırım, kızarım, dönüp kendime bakarım en nihayetinde romanı sobelerim diye düşündüm. Gel gör ki blog blog gezinmekten, nöbetçi röntgencilikten romanı nerdeyse unutacağım.

Lakin alem çekici. Birkaç gündür memleketimin takma isimli özgür kadınlarının bloglarına takılıyorum. Arzular şelale dünyasının güzel insanları herifleri nasıl kepçelediklerini, aynı anda üç herifi nasıl becerdiklerini, şiddetli seksten sonra nasıl ağladıklarını falan yazıyorlar. Bunlar içinde güzel dille yazılmış, şenlikli metinler var. Mesela Pucca'nın Günlüğü çok zeki bir kadın tarafından yazılıyor. Pucca, hem çekinmeden anlatıyor; hem kendine bakıyor, kendinin eğriliklerini anlamaya çalışıyor. Sakınımsız olduğu kadar dürüst de yani. Ne denir?

Fekat bu işin suyun çıkarmış, pek dangalak arkadaşlar da var. Gündüz işe gidip, beyaz yakalarını birbirlerine sürtüyorlar; sonra da akşam ne hoş tıkırdattıklarını, heriflerinin kıl dünyasını, zihinlerinin dick-ler alemini yazıyorlar. Ne mizah, ne dönüp kendine bakmak var; oh ona da verdim, lakin buna nasıl da vermedim ekseninde geziniyorlar.

Devrin arzu halleri pek hoş tabii. Ya aniden kuvvetle arzulayıp çabucak bırakıyoruz ya da başka türlü hastalanıp kendimize saplantılar ediniyoruz. Arasını bulmak kolay değil. Blog-okur toplumu bu arzu mekaniğine maruz kalan bir grup tabii ki. Her noktada acil ve yeni bir tatmin arıyor. Tatmin dolaysızlaştıkça giderek daha çok cinsellikten beslenmeye başlıyor. Sonunda aç erkekler toplumu gidip ona da verecem buna da verecem blogları okuyor. Yazar insan ne kadar basit ne kadar direk olursa o kadar kolay hedefe ulaşıyor.

Tabii bu blogların kadınlar tarafından yazılması üzerinde de düşünmek lazım. Erkeğin cinsel maceralarını hikâye etmesi herkesin bildiği bir durum zaten. Kadın anlatınca faaantazi boyutu daha da artıyor.

Sonuçta yine özgürlük meselesine geliyoruz. "Ayıp" şeyler kimliksiz insanlarca söylenince gerçekten söylenmiş oluyor mu? Yoksa bir şeylerin söylenmesi kimsenin umurunda değil mi? Dangalak beyaz yaka gacıların dick-lenme maceralarını okuyarak dick-imizi sıvazlayıp gezmekten mi ibaret bütün olan?

Tanrım sana bir salıncak.

13 Temmuz 2008 Pazar

Facebook fotoları

Facebook'ta milletin ne kadar artiz fotoğraflar koyduğu herkesin malumu. Sanki herkes anasının karnından Holivut starı olarak doğmuş. Herkes pek atılgan, herkes pek derin bakıyor, herkes pek eğlenceli; kısacası herkeste ideal insanda ne arıyorsan hepsi var. (Sizi gidi libido canavarları!).

Ama sürekli kitaplarda ya da eski albümlerde karşılaşılan eski fotoğraflar geliyor aklıma Facebook'takileri görünce. Aile üyeleriyle beraber fotoğraf makinesine öyle melül melül bakan şık giyimli insanlar. Süslenmiş, püslenmişler, özel bir güne gider gibi gelmişler fotoğrafçıya. Ama bakıyorlar işte öyle; iddiasız ve sakin. Artizlikten nasiplerini almamışlar. Çocuklar ürkek, büyükler mahzun. İnsan fotoğrafa girip, çocukların başlarını okşamak, aile babasına "abi üzülmeyin, olur böyle şeyler" demek istiyor.

Ne acayip bir değişim olmuş; tom cruise, nicole kidman derken bir şeyler ne fena içimize işlemiş.

Herkesin artiz olduğu ortamlardan tırsıyorum ben. Herkes artiz olunca konuşulmaz gibi, insan kendini kimseye söyleyemez gibi geliyor. Çok mu muhafazakârım? Ama sana sürekli kendin pazarlatan bir kültürde yaşamak bir hakikat yarılması değil mi yahu, kendini bu denli pazarlamak kendini unutmak değil mi?

(Amanın bu blog bir "Book of Lamentations"a doğru gidiyor; üstelik ilk millenyumun dönümünde değiliz, Van gölü kıyısında hiç değiliz.)

İfşaat Devrinde Blog

Dikkat çekmek için hep daha pornografik olmak gerekiyor.
Pornoyu ilk anlamında kullanmıyorum burda. Sınırsız açıp dökmeyi, mahrem hiçbir şey bırakmamayı, bakışı kendine çekmek için en kaba güdüyü kullanmayı falan ifade eden bir kavram olarak kullanıyorum. Yani porno kendini ifşa etmede fütursuz bir sınırsızlık... Arzular mekaniğinde bir hastalık hali. İsteme prosedürlerinin meme yaptığı nokta. Tamirciye ihtiyaç duyduran doyumsuzluk.

Şimdi şu takma isimler, şu tanınmamak, şu sanal alemde ikinci hayat geyikleri pek hoş. Gerçekten hoş, alan açıyor insana çünkü; takılacak, eğlenecek, araştıracak falan bir alan. Ama sınırsız ifşaat potansiyeli alıştığımız ve hep eleştirdiğimiz yüz kızartma dengelerini alt üst ediyor ve sonra gelsin işte aha benim götüm, fotoğrafını çektim koydum size, hihihihiii... İşte son erkek arkadaşımın kıçındaki kılları çekmeyi seviyorum hihihihiiii...

Yok hayır ahlakçılık yapmıyorum ama bu ikili yaşam; birinde saklanırken, giyinirken, kendimizi kapatırken diğerinde açıldığımız saçıldığımız, kıllarımızı birbirimize gösterdiğimiz bu ikili hal hiçbir şeyi daha iyi, hiçbir iletişimi daha verimli, hiçbir muhabbeti daha dostane kılmıyor gibi.

Evet, daha çok porno daha çok özgürlük getirmiyor; daha çok mahrem resim dünyayı daha az kapalı yapmıyor. Bu işte bir yanlışlık var sevgili tunakiremitçi, bu işte bir yanlışlık var.

11 Temmuz 2008 Cuma

Luigi Tenco söylüyor...

Io sono uno
che parla troppo poco,
questo è vero,
ma nel mondo c'è già troppa gente
che parla, parla, parla sempre,
che pretende di farsi sentire
e non ha niente da dire.

Cesare Pavese

Cesare Pavese'nin büyük bir edebiyatçı olduğuna inanmıyorum. En azından şöhreti ölçüsünde büyük bir edebiyatçı değil (Şöhret ölçü müdür iyi edebiyata? Ha?). Susan Sontag'ın ünlü makalesinde söylediği gibi, onun devrinde İtalya'da ondan daha iyi pek çok yazar-şair var. Ama bu kaba kalite kontrolü çok şey ifade etmiyor. Çünkü Pavese yazdığı edebi metinlerin toplamından ibaret bir yazar değil. Onu, Orhan Pamuk'u değerlendirir gibi değerlendirmenin çok da anlamı yok.

Pavese'yi okurken bir yandan da onu özetleyen eşsiz çileyi okuyoruz çünkü. Örneğin kurmaca metinlerine bakarken, kurmacadan çıkıp Cesare'nin zihnini kurmaya başlıyoruz. Romanlarında konuşmayan iddiasız baş karakterler tepelere güneşlenmeye çıktığında, günlüğünde söz ettiği keskin yalnızlık geliyor aklımıza; Cesare'yi insanların ısıtmadığı yerde güneşe sığınmış, güneşle sarıp sarmalanmış buluyoruz. Ya da Çalışmak Yorar'da (Lavorare Stanca) boş meydanları arşınlayan işçinin ıssızlığını duyduğumuzda yazarın kendi ıssızlığını bu işçiye atfettiğini hissediyoruz. Pavese'nin yazdığı her satır belli bir ruh halini besliyor; Pavese'den okuduğumuz her şey bizi bu ruh haline daha da çok batırıyor.

İşte bu muazzam bir tecrübe.
Sürekli aynı adamı okumak, bu adamın yana yakıla kendi anlatmak istediğini bilerek sürekli aynı adamı okumak muazzam bir tecrübe.


http://www.siirgen.org/siir/c/cesare_pavese/calismak_yorar.htm
http://poesia.wikispaces.com/Lavorare+stanca

10 Temmuz 2008 Perşembe

Ezberden söylenen mısralar I

"My nerves are bad tonight. Yes, bad. Stay with me.
"Speak to me. Why do you never speak. Speak.
"What are you thinking of? What thinking? What?
"I never know what you are thinking. Think."

I think we are in rats' alley
Where the dead men lost their bones.

"What is that noise?"
The wind under the door.
"What is that noise now? What is the wind doing?"
Nothing again nothing.
"Do
"You know nothing? Do you see nothing? Do you remember
"Nothing?"

(T.S. Eliot - The Waste Land)

Sana kırmızı çok yakışıyor

Sevmek ve sevilmek arasında bir denge olması gerektiğini düşünürüm hep. İkisi arasındaki dengesizlikten korkması gerekir insanların gibime gelir. Hatta bu dengesizlikten korkmak bir ahlak ölçütüdür diye düşünürüm.
(Düşünürüm, gibime gelir, sanırım, hep kendime dönerim, hep kendime bakarım. Yalancılık devrin önemli iş sahasıdır).

Sınırsız sevilmeyi talep edenlerin korkunçluğuna her gün bir başka vesileyle tanıklık ederiz. Ama beni en çok iğrendiren aşırı sevilenlerin bu hali korumak için verdikleri çabadır. Pop yıldızı özürlü çocuğu sever, silikon dudaklı geçkin-seksi abla varoşun dokunaklı delikanlısına iş bulur, iş adamı altın kol düğmelerini fark ettirerek hemşehrisinin sırtını okşar. Her gün olur bunlar. Hayranlık artar, göz bebekleri büyür, yakalayıp da imza almak ya da pudralı elini tutmak nihai hedef olur. Aşırı sevilen karşılık verme numaralarıyla kendini korur ve hatta konumunu sağlamlaştırır.

Yani sevme-sevilme dengesizliği iktidar yaratır; ezdirir ve ezer.

İnsan çok sevilmekten korksa gerekir.
İnsansa korksa gerekir.

(Antonioni'nin Gece'sinin son sahnesi: adamın ilgisizliği, adamın iç hayatından istifa etmişliği, kadının mazlumluğu arzular aleminin dengesizliklerden yapılma bir alem olduğunu bir kez daha hatırlatır).

(Evet, sevilmek arzulanmaktır sevmek arzulamak).

Anlatmanın gereği

Bütün gerçek doğası ile bir insanı göstermek istiyorum dostlarıma ve bu göstereceğim insan benim. Yalnızca ben. Kendi yüreğimi biliyorum ve diğer insanları tanıyorum. Gördüğüm kimseye benzemiyorum; gitgide, var olan hiç kimseye benzemediğime inanıyorum.

(Jean-Jacques Rousseau)

8 Temmuz 2008 Salı

Yaz gelince

Nâm u nişâne kalmadı fasl-ı bahardan
Düşdi çemende berg-i dıraht itibardan
(Şeyh Galip)

Selahattin Batu Venedik'te

Öyle güzel anlatmış ki Venedik'i:
"Sokaklar daracık, bildiğimiz gibi. Ama hepsi büyük yapılarla donatılmış. Hangi köprünün başında dursanız, bir tarih size aynasını gösteriyor. Ve bir bütün olarak kişiliği, değişikliği olan bir güzellik bu, oymalı mermer, dövme demir, eski balkonlar, kapı kemerleri ve saraylar, saraylar, saraylar... Arada paslı bir yeşil kilise kubbesi, ya da bir gondol kanalda, nereye giderler böyle ağır ağır? Bu gölgeler, ışıklar, kişiler nereye yol alırlar? Venedik'te yalnız düş görür insan, bildiği zamanı unutur, bildiği günü yaşayamaz.." (Avusturya ve Venedik Günleri s.94)

(Viyana'yı gezerken bu cevval aristokrat, unutamıyor kendini, hep "hayatın acılığı" geliyor aklına. Benim aklıma gelen değil burnuma gelen önemli: buram buram bir seçkinlik-seçkincilik kokusu. Heyhat, zat-ı muhteremin derin sanat-doğa bilgisi yetmiyor bu koku yokmuş gibi davranmama. Ama gel gör ki Venedik, unutturuyor koca adama kendini. Koşturup duran bir çocuğa dönüşüveriyor, sanki 1925'te doktorla komünistlikten yargılanmamış, sanki hiç CHP milletvekili olmamış, sanki akademinin kalantorlarından değilmiş gibi.
Zira, Venedik'te yalnız düş görür insan.)

6 Temmuz 2008 Pazar

Yıllar geçiyor sen ne dersen de!

Bu sabah eve gelirken gördüm onu.
O, yıllar öncesinde bir gece, bana hayatım boyunca aradığım insan olduğunu hissettirmişti. (Ya işte, oğlum Mehmet Hayri, böyle biter sana kuvvet veren ironi (bitter irony) (Ah sadana gençlik...)).
Sadece bir gece çok anlam ifade etmez belki ama bu gecelerden fazla olmayınca insanın hayatında... (Bu sefer de acındır kendini! Aferin sana).
İtiraf etmeliyim, burada yazmaya çalıştığım romanı onun hayaleti şekillendiriyor. Zira yıllarca önce bana kurtuluşun cisimlenmiş hali olarak görünmüştü, umut'tu.
Bugün kurtuluş aramadığımdan olacak, bir hayalet olarak dolanıyor sadece. Korkutmayan, heyacanlandırmayan antik bir hayalet.

İşte, sabah gördüm, bir anda çıktı karşıma sokakta; aynı ciddilikte ve aynı çocuklukta. (Çocuklukla ciddiliğin bir arada var olmasıydı, onda beni en çok etkileyen galiba).
Ama bu sefer yaşlı bir çocukluk. (Susuz kalmış yüzü belli ki çok geçmeden kırışacak. Seçtiği yaşam da bunu talep ediyor zaten. (Ondakinin kendine bakmayan, kendini düşünmeyen bir güzellik olduğuydu beni en çok etkileyen galiba)).
Ben kurtulamadım. Kurtulmayı arzulanır kılan, ağrılarımı dinleme yeteneğimdi, onu kaybettim; yerine en güzelinden bir dindirme yeteneği edindim. (Ağrısız kulak delinir).
O ise devam etti. Geçen yıllar gözlerimi bozmadıysa gördüğüm o ki aynı şekilde yaşıyor. Arkadaşlarıyla birlikte, parasızlığa katlanarak, toplumun tüm yükselme-kazanma-başarma taleplerini reddederek... Aynı ciddilikte ve aynı çocuklukta. (Dert etmiyor mu kırışan yüzünü?).

Fakat neticelerin neticesinde olan şu:
Foucault okuyup Negri yazan bu ciddi çocuk nasıl uyur;
öğrenemeden ayrılıp gitmek varmış bu diyardan
bitirmek varmış son-gençliğin huzursuz rüyalarını.

(- Gitsene peşinden! Ne duruyorsun?
(- ....)).

5 Temmuz 2008 Cumartesi

Enduring Love

Ian McEwan'la son zamanlarda sürekli karşılaşır oldum. Kitap tanıtım eklerinde, ciddi akademik yazılarda, internet tartışmalarında... Bu tip durumlarda söz konusu yazarı ya hiç okumazsınız, gıcık-snob muamelesi yapılma riskini göze alarak; ya da koşturup güzel insanların güzel akışına kaptırırsınız kendinizi: beni de al Ian, beni de al!

(Gençliğin bitmek üzere, koca adam muamelesinin başını alıp yürümekte olduğu; yalnızlığı şekilsel yok etme prosedürlerinin işe yaradığına her geçen gün daha çok inanıldığı; dışta kalma artizliği artık çekilmez olduğu için falan ikinciyi seçtim)

Gidip, Enduring Love (Payidar Aşk (!)) romanını aldım.
Ve ilk 40 sayfa...
Göz açıp kapayıncaya kadar okuduğum 40 sayfa nefesimi kesti.
McEwan, müthiş bir ritimle yazıyor. Romanın farklı dinamikleri, eşzamanlı, iç içe geçerek ritmik bir şekilde akıyor. Hele ilk bölüm bu açıdan takdire şayan.

(İlk bölümde neler olduğunu anlatmak istemiyorum, okumaya niyetlenin keyfine limon sıkmayayım diye)

Ama 40. sayfadan sonrası benim için aynı zevki vermedi. Zira roman bir tansiyon romanı olarak kalıyor. İlk bölümde anlatılan vakanın heyecanıyla, anlatıcının ahlaki sorgulaması arasındaki çatışma ilkinin lehine giderek daha çok bozuluyor.

Yani, McEwan kolay olanı seçiyor.

Depresyon ve blog.

Bu blog işinin şahane bir tarafı var: özgürce kendini söylemek.
Bu blog işinin rezil bir tarafı var: özgürce kendini söylemek.
Bu blog işinin şahane bir tarafı var: kimsenin seni dinlemek zorunda olmaması.
Bu blog işinin rezil bir tarafı var: kimsenin seni dinlemek zorunda olmaması.
(Peyami Bey, kopye-kâr bendenizi affediniz.)
Sürekli depresyon bloglarıyla karşılaşıyorum. Fenayım, kötüyüm, bugün de sıkıcı-yalnız-karanlık geçti blogları. Özgürce kendini söylettiği için tedavi mi ediyor bunlar, yoksa kimsenin seni iyicene dinlemediğini anladığın için halini daha mı karartıyor?
Çok trajik bir yer bu internet yahu.
(Ne yapsam balkondan düşen çocuğun ölmemesi için bir neden bulamıyorum, gidip Seinfeld'den yeni bir bölüm seyrediyorum.)

4 Temmuz 2008 Cuma

Lanet hafıza!

Unutmakla başım çok fena dertte. Hafızam sıva tutmayan bir duvar gibi.
Ya da kocaman delikli bir elek.
(Aman ne benzetmeler aman)
Rüyalarımı da hatırlamıyorum.
Hafızanın kötü olmasıyla koşut bir şey olmalı bu.
Bu, üzerine düşündüğün hiçbir şey üzerine ayrıntılarıyla düşünememek demek.
Bu, hiçbir şeye odaklanamamak demek.
Bu, hayatta çok şey yapmak isteyen insanın cehennemi.
Sanki her şey iyi uyumamaktan kaynaklanıyor.
Tüm sorunlar, kötü hafıza dahil.
Peki iyi uyuyamamak neden?
Fiziksel bir sebep olsa ardında rahatlayıp güzelleşeceğim.

2. Bölüm

Apartmanın giriş kapısında zili çaldığımda, otuz saniye içinde kapının rahatsız edici bir zırlamayla açılacağını, dördüncü kattaki daireye, yani anacığımla oturduğum sevgili yuvamıza ulaştığımda sokak kapısını açık bulacağımı biliyordum; zira hep böyle olur. Hafif aralı duran kapıyı açtığımda annem elinde kumanda üçlü kanepeye kurulmuş, ayaklarını altına toplamış ifadesiz bir suratla televizyona bakıyordur. Ayakkabımı çıkarır, içeri girerim. Gider koltuklardan birine otururum. Ben yokmuşum gibi davranır, istifini bozmadan televizyon seyretmeye devam eder.
Beş altı dakika olmuştu ki oturalı, şofben açık git yıkan, dedi. Tamam, diyip oturmaya devam ettim. Yüzüme dönüp sesini yükselterek, tamam diyip oturursun iki saat, bir lafı da iki kere söyletme, kalk dedimse kalk gitti diye çıkıştı. Burun delikleri açılmış, alnı kırış kırış bir süre baktı bana. Dayanamayıp kalktım.
Gidip yarım küvetin içine oturdum, hafif bir titreme girdi canıma, tenim küvetin soğuk yüzeyine deyince. Baktım, kazanın içindeki su ateş gibiydi. Yavaş yavaş, alıştıra alıştıra dökündüm. Hep böyle yaparım. Ayaklarımdan başlayıp, başıma çıkana kadar yarım saat geçer.
Artık partilisin oğlum dedim kendime. Karşımdaki çiçekli banyo parkesine bakarak, hafif bir gülümsemenin ağzımı zorladığını hissettim. Galiba belli belirsiz gülümsedim.
Üstümde bornoz, yatağımın ayakucunda, kamburu çıkarabileceğim had safhada çıkarmış oturuyordum ki hışımla annem geldi. İki saattir ne yapıyorsun, diye bağırdı. Banyodan çıkmayı bilmezsin, üstünü giymeyi bilmezsin, oturma öyle aval aval, kalk çabuk sana diyorum gibi bir sürü laf saydı. Sonra gerisin geri gitti. Yemek hazırlamaya herhalde. Öylece kaldım yatağın ayak ucunda.
Göbeğimin üzerindeki kıllara baktım. Kıllarımın saçmasapan kıvrılışlarından, yönsüzlüklerinden, sertliklerinden emin olmak ister gibi serçe parmağıma doladım onları. Telefon çaldı. Oturma odasında. Annemin sesi duyuldu. Seni istiyorlar diye bağırdı içerden. Böyledir, bana gıcıklığı arttığında ismimi kullanmaz, sen der. Genelde sen der.
Şaşırdım. Bornozumun önünü kapatıp, oturma odasına seyirttim. Allah belanı versin, dedi annem, hâlâ giymemiş üstünü zıbarası. Zıbarası telefonu eline aldı. Karşıdan kibar bir kadın sesi, alo dedi. Partiden aradığını, iki gün sonra bilmem ne etkinliği öncesi toplantı düzenlendiğini, katılırsam arkadaşlarla tanışma şansı bulacağımı falan söyledi. Hem biz de sizi yakından tanıma şansı buluruz, dedi. Kapattı. Sağolun hanfendi, teşekkür ederim.
Arkamı dönünce annemi gördüm. Kimdi arayan, dedi. Arkadaş dedim. Senin arkadaşın da mı var? Var, dedim, eskilerden. Görüşelim diyor. Görüş tabii, evde kalmış kızlar gibi gömülmüşsün evin içine. Hadi çabuk gel, yemek hazır dedi.
İçimi bir korku sardı.
Yemekten sonra, çabucak yatağa girdim. Hayal kurdum. Evim kalabalıktı, üstümde beyaz bir gömlek vardı, mutfaktan salonda oturanlara meyveler, pastalar götürüyordum habire. Salonda bir sürü genç kadın vardı. Annem yoktu. Bütün kadınlar çiçekli uzun elbiseler giymişti. Gülüyordum. Kumral tenli, incecik biri çayları dolduruyordu.
Rüya değil dedim bu, bu hayal.
Çayın bitti mi diye sordu yanıma yaklaşıp. Yüzünü o an seçiverdim.

Yaşayabilseydim yazar mıydım hiç şiir?

Yazmak ile yaşamak arasında hep söylenen ayrıma, trajik seçime inanıyorum. Neşenin adi bir duygu olduğuna, insanı normalleştirdiğine, gülünce sorgulamayı bitirmeye eğilimli olduğumuza, neticede rahatlığın insanı mal yaptığına inanıyorum.
İnsanın acıdan kaçıp hazza sığındığına da inanıyorum.
Ama yine de hem yazmak hem yaşamak istiyorum.
Hem trajik seçimin sıçtığı bir nokta yok mu? Hem yaşamadan hem yazmadan pekâla oluyor, pekâla dönüyor dünya. (Lakin bunu kimse mesele etmiyor.)
O zaman neden, neden hem yazmak hem yaşamak mümkün olmasın?
Neden güler yüzlü, sevimli, çiçek desenli uzun etekli hop hop kızlar yazmasın?
(Söylediğime kendim de inanmıyorum. İnanmak kelimesinin genişliğine ve kudretine sinir oluyorum.)
Sıçarsın Mehmet Hayri.

2 Temmuz 2008 Çarşamba

An

Edebi metnin bir hali var ki (tüm edebi metinleri tek bir metin gibi düşünmek istedim)...
Yok, olmadı. Başlayamadım.
Ana odaklanan. (Ne demek bu?) Çok küçük bir zaman birimine demek istiyorum, şimdi anlamında kullanmıyorum an'ı.
Eeee?
İşte bu çok küçük bir zaman dilimine odaklanan. Ki bu zaman birimi alelade bir zaman birimi değil. Yani, özel bir zaman birimine odaklanan. (Kırılma, aşma, yön değiştirme, başkalaşma vs gibi hallere mekanlık yapan bir zaman birimi. Hmmm)
Ve işte bu anda birikmişi ortaya koyan. (Memenin gazını alan). Evet memenin gazını alan ama bize gazı tanıtan.
Bu anları açan bir yazar olmak istiyorum.
İşte öyle.
Bir de anlatabilsem.

1 Temmuz 2008 Salı

Bir arkadaş..

Muazzam bir tarafı varsa bu arkadaşımın, yavaşlığıdır. Muazzam bir yavaşlık, muhteşem bir tereddüt.
Yok hayır, tereddüt falan yok arkadaşımda. Bezemeye gerek yok. Onda olan yavaşlığın ta kendisi. Ama öyle olgun bir yavaşlık falan değil. (O ne demek ola?) Yani mesela düşünmekten yapılma bir durgunlaşma değil. Bedenin normalden çok daha yavaş işlemesi. Durmaya yatkınlık. Ebedi ve ezeli bir kalma arzusu.
Ama üzerinde durmak istediğim bu değil. Burada sözün dizine yatırılacak bir şey varsa o arkadaşımın yavaşlığının beni nasıl çileden çıkardığıdır.
Arkadaşının yavaşlığına dayanamayan ben neye dayanabilirim ki?
Neye bağrımı açabilirim, ne için fedada bulunabilir, nasıl sevebilirim?
Ki?
(Yağmur yağmamazlık edemez. Taş düşmemezlik.)