31 Ağustos 2008 Pazar

Emniyette şaşırtıcı olaylar!

Bürokrasiyle yaşam engelli koşu gibi. Yılmadan engelleri aşmak gerekiyor.

Geçenlerde pasaport almak için emniyete gittim. İşleri bitirince git şu saatte gel pasaportunu al dediler; gittim, tahmin edileceği üzere ortada pasaport falan yok, otur bekle dediler. Eh erkeksen itiraz et, oturdum bekledim.

Memleket kavruluyor tabii. Emniyette de tek serin yer hemen girişteki merdivenler. Çömdüm, çıkardım kitabımı okumaya başladım.

Emniyette kitap okumanın pek çekici bir fikir olduğunu söyleyemem. Öyle olunca, sürekli kafamı kaldırıp kitaptan, etrafı izliyorum. Bu kafa kaldırmalardan birinden gözüme çok hoş bir hatun ilişti. Upuzun boylu, kahverengi tek parça uzun bir elbise giymiş, geniş omuzlarıyla salına salına geliyor. İçimden wooow yapıyordum ki kız birden elini burnuna götürdü, başparmağını burun deliğine yapıştırıp hönkürt diye yere sümkürdü.

Wooow bir anda ohaaa'ya dönüştü tabii. Bir yandan da kendimi tutamadım, başladım gülmeye. (Hangi dünyadansınız siz hanım, nettiniz öyle?) Hatırlanacaktır geçen haftalarda hanım ağa bir polisi içeri aldılar. Konuşma bantları falan yayınlandı, şöyle delikanlı delikanlı kasa kasa konuşuyor. Neyse, aklıma o geldi işte. Abla da aynı ekolden herhalde.

Neyse, kız geçip gidince gülme krizim de geçti. Tekrar kitaba döndüm.

Yanıma bir amca gelip oturdu. Zaten merdivenler dar, bir sürü herif oturmuşuz, iyice sıkıştık. Amca başladı yanındakine dert yanmaya , pasaport harçlarına küfretti. Almanya'dan emekliymiş, orada bunun dörtte biri fiyatına uzatıyorlarmış pasaport sürelerini. Topluca kafa salladık.

Neyse sonra sigara paketi çıkardı cebinden. Önce sol yanındaki abiye sordu, "rahatsız olur musunuz" diye sonra da sağındaki bana. "Yok" dedim, "afiyet olsun amca". Böyle diyince garip bir edeyla ekledi "rahatsız etmeye hakkım yok da kimseyi".

Yok bir de olacaktı?! 75'lik amcam Almanya'da kafkaesk medeniyeti görmüş, hemşirenin sus işaretinin ehemmiyetini anlamış. Ama delikanlılık da baki tabii, Anadolu çocuğu kendisi, öyle "rahatsız etmek falan ne demek, rahatsız oluyorsan çıkarsın kardeşim" kültürünü de unutmamış. Abilerin ağaların "rahatsız olur musunuz" sorusunu çok karı işi bulduğunu, bulacağını biliyor. Öyle olunca açıklama yapmak zorunda hissediyor kendini işte. (Zaten sonra, işçi temsilcisiyken mühendisi nasıl dövdüğünü, sonra sürüldüğünü falan anlattı. 75 yaşında çakı gibi maşallah, bugün olsa yine döver!)

Amcanın solundaki diğer amca ise Bağdat'ta çalışıyormuş. Amerikalılara iş yapıyorlarmış. Amerikalılara iş yapan çok Türk varmış orada. "Eh tehlikeli tabii" diyor ama parası iyi. Kaç para alıyorsun diye sordum, gönenerek söyledi, en taşşaklısından 1500 dolar veriyorlarmış. Götüboklu dünya işte, 1500 dolara adamı savaşın ortasında yaşamaya ikna etmekle kalmıyor üstüne gönendiriyor.

Ha bahsetmeden geçmeyeyim, sağ yanımda da ulusalcı bir gazeteyi altını çize çize okuyan bir abi oturuyordu. Pasaportun işi bitmezse onla da ayrı bir tat ayrı bir doku yaşayacaktım ama maalesef...

28 Ağustos 2008 Perşembe

Ermiş bir şahsiyet olarak Nihat Doğan

Nihat Doğan demiş ki: "Kâğıthane konserimden sonra bir simitçinin elini öptüm. Amacım nefsimi ve kibrimi yenmekti. Bunu başaramayanlar batar".

Son günlerde en çok güldüğüm şeylerden biri bu oldu. Hani adamın gülünesi bir figür olduğunu pop kültür izleyicileri "şırrank - kırdın kalbimi" döneminden beri biliyor. Ama Nihat kardeşimiz bu sefer tam tavana vurmuş, dangıllık endeksinde almış yürümüş.

Ama biraz daha düşününce işin içindeki hayvanlık katsayısının yüksekliği midemi bulandırdı. İnsanın midesi bulanınca pek gülesi gelmiyor tabii.

Bir insan nasıl olur da aşağılık bir "Simitçi"nin elini öpebilir değil mi? O pis, hastalıklı, alt sınıf bünyeye nasıl dokunabilir değil mi? Bunu yapabilmek için peygamber gibi adam olmak gerekir. Bak İsa'ya, nasıl da dokunuyordu cüzzamlılara.

Şimdi burada Nihat'a yüklenip esas meseleyi es geçmeyelim. Burada dingildek kardeşimiz esasında tüm topluma sirayet etmiş bir değerler hiyerarşisini gösteriyor bize. Kişioğlu alt sınıftan mı, fakir mi; ona ancak eğilirsin, ancak elini uzatırsın. Bunun ekonomik karşılığı sadaka müessesidir. Yani ona ancak sadaka verirsin, verirsen rahatlarsın, verirsen yücelirsin. Hiçbir düzlemde eşit bir ilişki mümkün değildir.

E böyle bir anlayışta Nihat kardeşimizin mantığını anlamak zor değil tabii. Nihat Doğanlar toplumunda gidip simitçinin elini öpmek, "yav sen bu kadar iğrenç ve aşağısın, bak ben sana, senin gibi saygı duyulmayacak bir zavallıya haketmediği bir şekilde davranıyorum" demektir. Dolayısıyla hareket sahibi yücelir.

Tabii Nihat'ın mide bulandırıcı komikliğinin en fırıldak tarafı bu eylemi söylemek için yapmış olması. Yani kibrini yendiğini gösterirken esasında kibir çukurunda boğulduğunu ifşa etmesi. Ama olsun değil mi, Türkiye onu böyle seviyor.

Vay anam vay. Hepimizin içinde debelendiği "durmadan kendinden bahset, sıkılma kendine tap" tirişkasından Nihat gibi babafingolar çıkıyor da, yediğimiz naneleri hatırlıyoruz.

Dünyanın tüm simitçileri birleşin oğlum birleşin.
Nihat Doğan'ı temiz bir dövmekle başlayabilir her şey.

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Marcel bizi diskoya götür!

Marcel Proust, on altı yaşında büyükbabasına yazıyor:

Durmadan mastürbasyon yapıyor, bu kötü alışkanlığımdan vazgeçmek için bir kadına o kadar ihtiyaç duyuyordum ki sonunda babam bana geneleve gideyim diye 10 Frank verdi. Ama birincisi, heyecandan 3 Franklık bir vazoyu kırdım, ikincisi de, yine aynı heyecandan seks yapamadım. Şimdi başa dönmüş bulunuyorum, yani babam boşalmam için bir 10 Frank daha, kırılan vazo için de bir 3 Frank fazladan versin diye bekleyip duruyorum.
(Alain de Botton. Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir?. S. 163)

İncelikler dehası, ruh nakkaşı Marcel'in şaşılacak bir düzlüğü, kendini kolay söylerliği var. (Dürüstlük demek istemiyorum, çünkü o kadar zeki ki, sadece kendisini dürüst göstermek istemiş olabilir!)

Marcel bu kadar dolaysız konuşurken insanlar muhtemelen onu farklı buluyor, seviyordu. Bu harbiliği, hastalıklı hali ve kibarlığıyla birleştiğinde ise o artık herkesin gözünde özel biri, bir ermişti.

Biz herkes gibi düşünmesek de olur. (Hayranlığın çoğu aptallık değil midir zaten?)

Ama onun muhteşem zayıflığından muhteşem bir toplumsal varlık yaratması dikkate şayan. Çünkü muhteşem zayıflıklardan hep muhteşem toplumdışılıklar yaratılır.

23 Ağustos 2008 Cumartesi

Çöp ev.

Bu televizyoncular için yetenekli psikanalistlere ihtiyacımız var. Acilen. Takıntılı yaratıklar yahu bunlar!

Ben artık çöp ev sahiplerine yaptıkları eziyete katlanamıyorum. (Bunu buradan halkıma söylemesem olmaz).

Sormak istiyorum! Evlerinde bulduğu her şeyi ya da kafasına taktığı bir şeyi biriktiren insana bu eziyet, bu dışlama, bu aşağılama neden? Neden onları maymun gibi göstermek?

Düşünün Acun Ilıcalı en eski ve en aptal programlarında nasıl aslan kafesine giriyor ve "sayın seyirciler" fısıltısıyla bizi de beraberinde götürüyorsa şimdi de televizyoncular bizi çöp evlerin içinde gezdiriyorlar, hem cevvalliğinden başka bir özelliği olmayan muhabirin yüzünü buruştururak yaptığı rating rating sunumuna mahkûm ediyorlar.

Hayır, hayır. Çöp ev sahipleri maymun değil ama kent tastamam hayvanat bahçesi.

İnsanların evlerine girip, neden kendi içlerine kendi nesnelerine kapandıklarını umursamadan onlara maymun muamelesi yapmak bu kadar kolaysa kent tastamam bir hayvanat bahçesi.

Maymunlar Cehenneminden Kaçış filminde küçük bir rol istiyorum.

16 Ağustos 2008 Cumartesi

Facebook Fotoları II

Giderek bir foto-video topluma dönüşüyor içinde yaşadığımız şey. Böyle bir şey'in içinde de hepimiz yeni artizlik kabiliyetleri öğreniyoruz. Her anı performans olan bir hayat. O la la.

Kendini sunmak ne acayip bir şey! Zamanenin yükselen değeri, özgüven göstergesi değil sadece; neredeyse bireylik şartı.

Bakın ben burdayım, boyum şu, size en artiz pozumu veriyorum şimdi, gördünüz mü bu pozda süper bakıyorum (lütfen beni hep böyle bilin), şu şu okulları bitirdim, milyon tane de arkadaşım var, ben şöyleyim, ben böyleyim, ben öyleyim.

Bu benlemeler uzar gider, uzayıp da gidiyor zaten. Sessizce kaybolan bir his var ama: Ben demenin ayıp olduğunu bize hatırlatan mahcubiyet pılını pırtını toplayıp bu şey'den çekip gidiyor. Bize kendimizi çok önemsememeyi salık veren, dünya malının dünyada kalacağını hatırlatan bu alçakgönüllülük nişanı bir aptallık-yetersizlik-tutunamama işaretine dönüşüyor.

Peki olan ne?

Hep kendini söylerken kendi içine bakma kabiliyetini kaybeden monolog yaratıklarına dönüşüyoruz. Konuşmanın yerini diyalog klişeleri alıyor. Feysbukta bizi gerçekten umursamayan (çünkü kimse kendinden başkasını umursamıyor) 747 arkadaşımız ve yabancılaşmış kendimizle kalıyoruz.

Sen Feysbuğun resmini yapabilir misin Abidin?

14 Ağustos 2008 Perşembe

Coetzee

Az önce Coetzee’nin bütün kitaplarının aynı olduğunu fark ettim. Hep aynı karakteri hep aynı trajediyi anlattığını...

Bütün büyük yazarların aslında tek bir kitap yazdıkları söylenir. Hep aynı temaya saplanıp kalmış yazarların isimleri herkesçe malumdur (Ben derinden muhabbet beslerim bu tür yazarlara çünkü saplantı edebiyat mesleği için iyidir). Falan filan.

Lakin ben son bir yılda geliştirdiğim yoğun Coetzee-severliğimden bugün utandım; zira onun hep aynı şeyi yazdığına uyanmamışım.

Nasıl olur?

Oysa adamlar sıkılmıştı ve adamlar yenilmişti. Oysa adamlar sakatlanmıştı ve adamlar yaşlanmıştı. Oysa adamlar kendilerine yazıklanmıyordu. Oysa adamlar her şeyin farkında olduğunu sezdiriyor ama bu farkındalığı yüzümüze püskürtmüyordu. Oysa adamlar dibe vurdukları yerde değerli bir şey keşfediyordu. Tüm insanlığa karşı, kendi düşük varoluşlarına karşı buz gibiydiler ama bağlanacak kadınlar buluyorlardı.

Adamlar trajediydi. Adamlar dünyaya karşı arzulanmanın ürkünçlüğünü bize fısıldıyordu.

Nasıl olup da ben adamları adamlar sanmıştım?

Adamlar tek bir adamdı.

7 Ağustos 2008 Perşembe

Kederi kovmak

Son günlerde daha çok inanıyorum, gün geçtikçe insanlar kederlenme kabiliyetini yitiriyor. Kederin yerine daha pis daha kavgacı daha gürültücü bir hal egemen oluyor.

Devrin insanı önlem insanı. Preemptive war. Korktuğu şeyler başına gelmesin diye yemediği halt kalmıyor. Sigortalara sevdalanmış; evini arabasını sağlama alırken özgürlüğünü feda ettiğini görmüyor. Yitirmenin yeniden başlamak, yenilmenin öğrenmek olduğunu bilmiyor.

Ama en beteri kederi kovmak için verdiğimiz o canhıraş çaba. Psikiyatrislere bilgelik şansı verdiğimiz, dingolardan yaşam guruları doğurttuğumuz, riyakâr mutluluk pozlarını ideal hal sandığımız...

(şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
pahalı zevklerin insanı ucuz cesaretlerin)

Keder, ruha eziyet veren bir olaydan sonra, bir tür içe kapanma hali. Sessiz, insanı kendine döndüren, durduran bir hal. Hatta bir tür iyileşme dönemi, enerji biriktirme durumu. Efendi ve mahzun.

Bu dünyaya turizme gelmediysek eğer, başköşeye oturtup onun dediklerine kulak vermeli.

Zira kederin sessizliğini dinlerken insan, kendi sesini duyuyor; kendi en gerçek sesini.

3 Ağustos 2008 Pazar

Uzun dinlenmelerin ardından...

Bazı zamanlar, genelde uzun dinlenmelerin ardından, kendimi sürekli düşünmeye verdiğim bir dünya arzuluyorum. Zihnimin hiç durmadan çalıştığı, bir anı bile boş geçmeyen, insanları duymadığım, dışarıyı hissetmediğim bir kapalılık istiyorum. Sanki böyle olunca uzun zamandır bulamadığım bir şeyi bulacakmışım, anlayamadığımı anlayacakmışım, zihnimi sonsuz karmaşıklığından kurtaracakmışım gibi geliyor.

İnsan düşünerek bulutsuz havaya, berrak denize, geniş ovaya çıkar mı? İnsan düşünerek Raskolnikov ile Sonya'nın hapishanenin bahçesinden sonsuz düzlüğe baktıkları gibi, her şey aydınlanmış gibi, İsa Meryem'ini bulmuş gibi bakar mı?

Ne olursa olsun, düşünerek bulmaya ümit bağlamak güzel.

Evliliğe ümit bağlamaktan, paraya ümit bağlamaktan, sigortaya ümit bağlamaktan güzel en azından.

Tanrım düşünceme bir salıncak.