20 Kasım 2009 Cuma

Yapanla bakan - kibirle kin.

Eşya yapanın kibri vardır. Eşyaya öylece bakanın ise kini.

Yapamamakdan gelen kindir bu, yapıcının kibrini hissedikçe bakan, tenine işlemiş kin kanatmaya başlar. Hem içe doğru hem de dışa.

Yapan bu kanı görmeyebilir. Zira kibir kör edicidir. Kin ne kadar göz açarsa, kibir o kadar kapatır. Yapan görmedikçe bakanın kibri yön bilmeden çağlar.

Şiddet arttıkça körlüğün devam etmesi ihtimali azalır. Elbet bir noktadan sonra yapanın yüzüne kan sıçrayacaktır; kibir sonsuza kadar boşluğa çağlamaz ki.

Dünyanın halini her yönden eksik bulmuş, bu eksikliğe bakarak, bu eksiklikte var olarak yaşamanın tek doğru olduğunu düşünen erbap ikisini de ayıplar, herkese şefkat önerir. Vazgeçmek ve şefkatle dolmak merhemdir. Çile kurtuluştur. Cesare'nin yorgun genç adamları gibi tepelere çıkmak, yarı soyunup güneşe yatmak, kendini ışığa bırakmak kurtuluştur.

Gel gör ki kurtuluş önermek, yol göstermek içinde de kibir salınır. Büyük vazgeçmek büyük yapmaktır.

Yapmakla bakmak arasında bir üçüncü şık yoktur.

Ama bir üçüncü şık arayışında yapmakla bakmak arasında sürekli gidip gelir bazen insan. Gidip geldikçe öğrenir, gidip geldikçe kibirle kin arasındaki perde geçirgenleşir. Anlamak orda başlar. Sonra büyük yazarın dediği gibi affetmek.

Varsa kurtuluşa benzer bir şey perdenin geçirgenleşmesine tahammül edebilmek değil midir? Ağırlıklardan kurtulmakdır yani bilgelik. Yaşamamak değil.

Ne kibirden ne kinden korkmamak o zaman.

Cennet anahtarı simulasyonu.

14 Kasım 2009 Cumartesi

Şeytanın dili.

Profesörün birinden dinledim. Eski bir Yunan hikâyesinde kadının birinin içine şeytan giriyor. Kadın Ermenice konuşmaya başlıyor. Şeytanı çıkarması için Ermeni papaz arayıp buluyorlar, zira şeytanın dilini bilen biri lazım.

Meğer Ermenilerin hikâyelerinde şeytanlar Arapça, Arapların hikâyelerinde şeytanlar İbranice konuşurlarmış. Bu sarmal böyle döne döne gidermiş.

Lakin en yakınındaki öteki kavmi şeytanlaştırmak için şeytanlı masallara ihtiyaç yok hiç. Kavimcilik mikrobu her an her yerden pörtlüyor, diş gösteriyor, umut kırıyor. İşte şu oynaşlı meclisimizde kaç gündür konuşulanlar. İnsana dilini konuşturmamak ne demektir kardeşim, hangi vicdana sığar bu? İşte vicdanı yemişse bu mikrop derinden derine, ya da oturmuşsa minik vicdanın üzerine en öküzünden bir şeytan, sığıyor.

En büyüğünden bir exorcist lazım.

7 Kasım 2009 Cumartesi

Leonard, yer değiştirelim lütfen!

Çalışıyorum bilgisarın başında. Gecenin bir yarısı. Arkadaşlık etsin diye Leonard Cohen playlist'i yaptım Youtube'da.

Ama olmuyor. Leonard'ın beni aşağıladığını, yaptığım işi değersizleştirdiğini hissediyorum. Yahu yaptığım şey onunkinin yanında ne kadar sıkıcı, ne kadar vasat, ne kadar gereksiz.

Koca bir güzelliğin ortasından, bana, bu zararsız çöle el sallıyor.

Olmuyor Leonard abi. Ayıp ediyorsun. Hem de çok.

24 Ekim 2009 Cumartesi

Baykal ve Demirören.

İnsan en korkunç, en acayip şeylere bile zamanla alışıyor. Hatta bu nahoş alışmalar bir süre sonra eksikliği hissedilen nanelere dönüşebiliyor.

Deniz Baykal mesela benim için iyice böyle olmuş durumda. Her seferinde acaba bu sefer nasıl bir inatçılık, mızmızlık, acayiplik yapacak diye bakıyorum. Sağolsun hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmıyor. Hatta giderek saçmalık düzeyini arttırdığından kendisinden sıkılmanız mümkün olmuyor. Şu kamera önerisi bizi bizden almadı mı? Kalakalmadık mı, ulan ne diyor bu sayın muhalefet bey deyu şapşal şapşal bakmadık mı? Al sana reyting.

Beşiktaş'ın "bully"si Demirören'se ayrı bir keyif ayrı bir coşku. Baykal'daki afacanlık onda yok; onda olan daha çok mahallenin aptal-zengin çocuğu zorbalığı. Ama o da tıpkı Üstad Baykal gibi, "yav bu sefer ne halt yiyecek" diye kendi kendinize sorduğunuzda çıtayı her seferinde daha yukarı taşıyor, sizi asla mahcup etmiyor. Herif en son, dışarıdan getirdiği çeteye maç ortasında kendi taraftarını dövdürdü. Bunu yapabildi. Böyle dev böyle yaratıcı bir insan.

Şimdi bunların ikisi de olmasa nolur halim diye düşünüyorum. Bunları dünyanın faniliğin, varlığın bilmecesinin çözülemezliğinin, hayatın içindeki doğal saçmanın birer hatırlatıcısı olarak kabul ediyorum!

Bazen kendilerini sevmeye başladığımı bile düşünüyorum.

14 Ekim 2009 Çarşamba

Amerika IV - Barbar

Ben burada, barbarların anlamadığı bir barbar gibiyim.

Ovidius

9 Ekim 2009 Cuma

Yorgunluk be üstad.

Sabahlara kadar okur yazar çalışır yorulur. Işık gözüne girmeye başlar, kambur keskinleşmeye. Güç kalmaz damarda, lakin içindekine uzun yorgunluğun keyfi mi, yoksa "bitmiş şeylerin hüznü" mü demeli, işte onu bilemez. Ama netice değişmez, yine üstad gelir akla sabahın karanlığında, kalın gözlükleri ve kemikli yüzüyle:
Değer mi bunca yalnızlık, gittikçe daha yalnız olmak için?
Boştur yollar meydanlar yalnız gezildiğinde.
Oysa bir kadın durdurmalı
konuşup da birlikte yaşamaya inandırmalı,
yoksa hep kendisiyle konuşur insan. bunun için de
kimi vakit körkütük olur geceleri
ve anlatır durmadan, anlatır yapıp edeceklerini.

8 Ekim 2009 Perşembe

Tarihle kıyanlar, tarihe kıyanlar.

Tarihin fetişleştirilmesi son yıllarda aldı yürüdü. Murat Bardakçı'nın Pelin Batu'yla beraber tarih-şov programı yapıyor olması başka türlü açıklanamaz herhalde.

Aslında bu fetişleştirmeye olumlayan açıklamalar getirenler yok değil. Halkımız artık tarihe ilgi gösteriyor falan diyenler oluyor mesela. Kanıtları da var. Halil İnalcık'ın son makaleler derlemesi, ki gayet akademik bir kitap, bir ayda 10 baskı yaptı. Sonuçta İnalcık, İlber Ortaylı gibi şova yatkın bir insan da değil (Ortaylı, haksızlık etmek istemem ama tavrıyla bana hep Erman Toroğlu'yu hatırlatıyor :)). E satan cancanlı sultan biyografisi falan değil, büyük tarihçi Halil İnalcık'ın akademik kitabı. E demek ki halkımız tarihini öğrenmek için yanıp tutuşuyor. Alkışlar.

Ama esasında aynı kanıt tam tersi hal'in göstergesi. Hakikatten kaçışın, kendi tarihini tartışmaktan ürken toplumun işareti. Hiç şüphem yok kapışılan İnalcık kitabı evde başköşeye yerleştirilecek ama hiçbir zaman tam anlamıyla okunmayacak. Ama bir kutsal kitap gibi, bir hakikatler koleksiyonu gibi saygı görecek. Bu durum, tam da "bir kısım" tarihçiye toplumun ciddi ciddi kendi hakikatinin anahtarını emanet ettiğinin göstergesi. Çünkü İnalcık popüler tarihçilerimizin tanrısı. Nakarat şu: "Ortaylı hocam sadece bizim değil dünyanın yedi ceddini bilir, Bardakçı hocam zehir gibidir her şey hafızasındadır, İnalcık hocam ise hepsinin herkesin hepimizin büyük hocasıdır."

Nakaratın pratiği ise şu: İnalcık'ın kitabı başköşede okunmamış olarak dururken Habertürk'te Bardakçı, Pelin Batu'yu sulanan ağızlarımız eşliğinde azarlıyor olacak. Ve tüm bu hikâye boyunca ve neticesinde birilerinin bizi çok iyi bildiğine sıkı sıkıya inanmış olacağız.

Her biri bir tatlı sert baba bu koca tarihçilerimizin. Bizi azarlayacaklar, hoyratlık edecekler, belki biraz darılacağız ama daha da çok hayran olacağız; zira bizi tarihimizin yüceliğine bu sefer çok daha "bilimsel" inandırmış olacaklar. Murat Bardakçı, Pelin Batu'yu ezdikçe büyük Osmanlı tarihi, tarihi baştan başa kateden büyük şanlı varoluşumuz daha da sıkı hissettirecek kendini. Ve dev tarihçilerimizin gerçek dediği şey giderek daha da çok fetişlecek, daha da çok arzulanır olacak. Yere daha sıkı basacağız, zira tarihe inananlar yere hep daha sıkı basarlar.

Memleketin yakın tarihinin karmaşasının ve kimlik problemlerinin iyice su yüzüne çıktığı şu günlerde hoyrat tarihçilerin fetiş tarihlerinin bunca popüler olmasına şaşmamak gerekiyor demek ki.

Bardakçı'm çok yaşa!

27 Eylül 2009 Pazar

Dönüp gelip bu romantik şarkılara.

Bütün gün ev arkadaşım bu şarkıyı dinledi. Koca cumartesi bu şarkıyla geçti. Kızmaya çalıştım kızamadım, duymamaya çalıştım olmadı. Sonra geldi takıldı dilime, hah işte sabah oldu gitmedi. Ama itiraf etmeliyim içimi bir hoş ediyor, beni liseye falan götürüyor, komik hülyalara daldırıyor, işten güçten arındırıyor.

Eski sevgiliyi falan hatırlıyorum yahu. Olmaz ki ama.

Yavaşça mutlu oluyorum, 18'e dönüyorum, tavana bakıyorum, uzak güzel bir şeyleri düşünüyorum...

Ha ha. Ne güzel yahu.

Belki de yanlış bir leylâ..

http://www.youtube.com/watch?v=_3pnLMjB6e4

26 Eylül 2009 Cumartesi

Amerika III - Silah.

Boston’dan New York’a otobüsle giderken yolda bir silah tükkanı reklamı gördüm. Kocaman bir ilan ama. Üzerinde hem dev harflerle hem de pavyonvari bir renklilikte şöyle yazmışlar: “No ID’s, no background checks. We Sell Guns. Terrorists and Criminals are Welcome” (Kimlikti, geçmiş kontrolüydü (!) istemiyoruz. Biz silah satıyoruz. Teröristler ve suçluların başımızın üstünde yeri var!).

Tabii hemen fotoğraf makinemi aradım bu özel anı fotoğraflamak için, ama maalesef otobüs uçtu gitti ben makineyi bulana kadar. Kaç gün herkese sordum, abi dedim nasıl oluyor, nasıl izin verilir böyle bir reklama. Abi dediler burası Amerika, silah lobisi yönetiyor burayı, Kiziroğlu Mustafa Bey gelse silah satışı yasaklanmaz. E tamam dedim anladım da böyle reklam mı olur yahu! Dediler ki abi olur, kapitalizm bu, sınır tanımaz, silahçılara dokunsalar özgürlük elden gidiyor diye kıyamet kopar.

Amerika’ya giydirmenin hem kolaycı bir tarafı hem dayanılmaz bir çekiciliği olduğunu kabul etmek lazım. Bazen kendini durdurmak zor, yokuş aşağı salıp kalayı basmak gayet kolay geliyor imparatorluk karşısında. Ama işte bakın akşam eve geldim, derdimi google’a sordum ve sonuçta bu reklamın aslında bir reklam olmadığını, tam tersine tehlikeli silahlanmaya dikkat çekmek için bir sivil toplum kuruluşu tarafından oraya koyulduğunu gördüm. Buyrun siz de bakın:

http://abcnews.go.com/Blotter/story?id=5685646&page=1

Burada ilk öğrenilmesi gereken şeylerden biri ülkeyi bozuk para misali harcamayı terk etmek galiba.

3 Eylül 2009 Perşembe

Amerika II - Kolombiyalı Arkadaşımın Kuzeni

Kolombiyalı arkadaşımın teyzesi 40 yıl kadar önce ABD’ye göç etmiş. Uzun bir mücadeleden sonra düzenini kurmuş, memleketinden tanıdığı biriyle evlenmiş, iki çocuğu olmuş.

Arkadaşımın dediğine göre aile tastamam Amerikalı gibi yaşıyor. Bunu ilk tüketim davranışlarında fark etmiş. Özellikle kâğıt havluyu ve suyu büyük bir pervasızlıkla kullandıklarını, annenin hiç yemek pişirmeyip kendi tamamen mikrodalgaya ve donmuş yiyeceklere teslim ettiğini ve ailecek muazzam çöp ürettiklerini görmüş. Üstüne özel bir unutma çabaları olduğunu söylüyor. Hiç İspanyolca konuşmuyorlarmış ve anne-baba çocukların anadillerini öğrenmesi için özel bir çaba göstermemiş. Neticede iki çocuğun da İspanyolcası yok denecek kadar azmış.

“Ama bunlar değil,” diyor arkadaşım, “çok daha önemli başka bir durum teyzemlerin sonsuza kadar bizden farklılaştığını bana gösterdi.”

Çocukların büyüğü olan abi, düzgün bir iş sahibi olmuş. İyi para kazanıyormuş. Annesinin hemen yakınında kocaman müstakil bir evi varmış. İşleri de krize rağmen iyi gidiyormuş. Her iyi Amerikalı gibi sporunu yapıyor (fotoğrafını gördüm abinin kolları su borusu gibi, ense ve omuzların kalınlığı maşallah be birader dedirtiyor), çimlerini biçiyor, ailesiyle ilgileniyormuş.

Ama kız kardeşin işleri boka sarmış. Esasında ailenin zeki çocuğu bu kız kardeş imiş. Fakat lisenin son yılında serserinin tekine abayı yakmış, okumayı bırakmış, adamla ailenin karşı çıkmasına rağmen evlenmiş. Sonra iki çocuğu olmuş ve en beteri serseri kocası hapse düşmüş. Kızcağız iki küçücük çocukla yapayalnız kalmış. Çocuklar küçük olduğundan çalışamıyormuş, üstüne kronik depresyondan mustaripmiş. Ve olanların hepsine rağmen adamı bir türlü bırakamıyormuş.

“İşin en acı tarafı” diyor arkadaşım, “kuzenimin evi yok, sık sık sokakta kalıyor, dayanamayacak durumda olduğu zamanlar sığınma evlerine gidiyor.”

Abi kız kardeşi için “kendi ettiğini buluyor, biz o adam seni mahvedecek” dedik, “bizi dinlemedi” diyormuş. “Adamı bırakıp tövbe ederse yardım ederiz, yoksa kendisi bilir” diye kestirip atıyormuş.

“Anladım ki”, diyor Kolombiyalı arkadaşım, “teyzemler artık başka bir toprağa ait. Bu soğukkanlılık, kuzenimin sokakta kalışını bu kolaylıkla kabulleniş başka bir dünyanın malı.”

Akla o klasik sorular bir kez daha geliyor tabii...

İnsan eylemi nerde başlar nerde biter? Sorumluluk, suç ve ceza nerde başlar nerde biter? Belki de Amerika’yı en çok ayırt etmeyi sağlayan bu sorulara verdiği sert, keskin, sınırları belli cevap. Bazılarının ruhunu yoran bu keskinlik, başka bazılarının düzeninin ve ahlakının mantığını kuruyor.

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Amerika I - Gecekondu.

İnsan Amerika’da gecekondunun ne kadar değerli bir şey olduğunu anlıyor.

Bu kadar çok insan evsiz barksız banklarda, parklarda yatarken gecekondunun nasıl da insanca bir çözüm olduğunu görmemek mümkün mü?

Bizde evsiz az. Çünkü gariban imar edilmemiş toprağı çevirip, başını sokacak derme çatma bir kulübe yapabilir (en azından yakın zamana kadar öyleydi). Ve böylelikle hayata yeniden döner, kendine ait olanı, kendi evrenini kurma yaşatma şansı bulur.

Ama Amerika’da, sosyal devletin bizden de fena durumda olduğu bu enteresan coğrafyada garibanın gücü o çok övülen düzene yetmez. Gidip ne toprak çevirebilir, ne devletin arazisine iki çivi çakmayı göze alabilir. Göze alırsa “vergi veren” o muhteremler burnundan fitil fitil getirirler o çivileri!

İşte böylece bir kez daha anlaşılır ki daha çok kanun, daha çok düzen, kanuna uyum herkese ferah, güvenlik, muhabbet olarak dönmez; gecekondu sahibi olamayan evsizler örneğinde olduğu gibi bazılarına sadece şiddet olarak döner. Onu kaskatı sarar, hareket ettirmez, bankta uyumaya mecbur eder.

Çalışsaydı da kazansaydı. Allah çalışana hak ettiğini verir.

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Gurbette bir başka ihtiyaç oluyor köşeyazısı okumak.

İnsan yurtdışında olunca daha çok okuyorsa memleketin gazetelerini, bir bir arşınlıyorsa köşekadılarının şırfıtmalarını, daha bir siyasal analiz insanı daha bir kıyaslamalar maradonası oluyorsa...

gelin buna özlemin bir biçimi diyelim
üzmeyelim gurbettekini...

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Nihat Genç'ten Soğuk Sabun.

Nihat Genç'le okur olarak tanışıklığım pek çok başkası gibi Leman'dan. Kendisi Leman'ın en sevmediğim köşesinin müsebbiydi. Hüzünbaz sevişme Cezmi Ersöz'le beraber ruh eziyeti kontenjanından dergide yer buldukları kanaatindeydim. Biri kahraman diğeri duyarlı adam edasıyla yazsa da ikisi de gözyaşına yatkındı. (Bu, komediye bir tutam gözyaşı karıştırma tavrı hepimizin Türk filmlerinden malumudur. Leman da bir nevi bu geleneği devam ettiriyordu herhalde.)

Bu yıllardan kaynaklanan mesafe beni Nihat Genç'in yazdığı şeylerden senelerce uzak tuttu. Romanlarını İletişim'in basması bile onu indimde çekici kılmadı. Fakat yaşlandıkça insan acaba hata mı yapıyorum korkusunu daha çok duyuyor. Ben de haksızlık yapma korkusuyla bir Nihat Genç romanı okumaya karar verdim ve neticesinde Soğuk Sabun'u dün gece kıraat etmiş bulundum.

Hemen belirteyim. Gerçekten vasat pek vasat bir yazar Nihat Genç. Özensiz, çalakalem yazıyor. Bu savrukluk kimisi için bilinçakışı tekniğinin ya da genel olarak Genç'in tekniğinin bir sonucu olabilir ama ben bu tür metinlerde her dağınıklığı ya da savrukluğu bilincin akışının bir tezahürü olarak görmenin saflık olduğu kanaatindeyim. Zaten bilinçakışının bittiği, anlatımın düzleştiği yerlerde de bu özensizlik göze çarpıyor. Şu pasajın yüklemlerine bir bakın Allah aşkına:

"Bir zaman sonra Baltacı, kuşlarla oturup; konuşmaya, onlarla öykünün içinde yol almaya başlamış. Bu kuşların her birinin, bu ormana, kendine önce gelen, kendisi gibi güçlü kuvvetli, yakışıklı insanlar olduğunu anlar. Göz göre göre, Öykücü'nün bu tuzağına nasıl düştüğünü hazmedemez, acılar içinde Öykücü'ye koşar. Bu koşuyla Baltacı, ilk defa bedeniyle, erkekliğiyle değil, zekâsının beyninin dürtüsüyle Öykücü'nün kapısına gelmiştir, kızları, kadını, tütünü, kazlar, şu ayaklarını koyduğu kuş tüyü yastık umurunda değil imiş. Öykücü, 'ona her şeyi ilk geceden söylediğini, çünkü öyküsünü il geceden itibaren yastığının ucuna koyduğunu söyler." (S. 47)

Cümleler arası ahenksizlik, akış bozukluğu had safhada görüldüğü gibi. Bilemiyorum, belki bunun bir açıklaması vardır. Mesela Nihat Bey, öyküye kapılıp gitmemiz için ahengi bozuyordur! Lakin benim "zekâmın dürtüsü" bu açıklamayı almıyor.

Devamı birkaç gün sonra..

24 Temmuz 2009 Cuma

Büyük Türk Mimarisi Amasra'daydı.

Büyük Türk mimarisi diye bir şey olmadığını kimse iddia edemez. Memleketin bütün sathını sağdan sola, yukarıdan aşağıya, alt köşeden üst köşeye kaplayan bu şahane mimari abuk sabuk ve ilk başta katiyen uyumsuz görünen beton binalardan oluşur. Ama daha dikkatli baktıkça kendi içinde bir ritmi, enteresan bir uyumu ve en güzeli basbayağı bir kimliği olduğunu görürsünüz. Kanıtı açıktır; bu memlekette yetişen herkes büyük Türk müteahhidinin muhteşem beton yapısını tanır, "Aha burası bizim memleket ulan" derken imkânı yok zorlanmaz.

Biliriz ki memleketimiz halkı "millî" sıfatını çok sever, her yerde arar, bulmak ister. Oysa çok uzağa gitmek gerekmez, işte bu dehşetengiz beton mimari üslubu tastamam millîdir. Taşranın ücra köşesinde, yeni kentleşen bir gecekondu mahallesinde değil sadece; azbuçuk façası düzeltilmiş şekilde burjuva mahallelerinde, büyük kentlerin gözde sokaklarında tür tür örnekleri görülür. Taşrada üç kat ev dikip, birinde kendi oturup, ikisini kiraya veren girişimci büyüyüp Acarkent olmuştur.

(Bu millîliğin tatlı göstergelerinden bir başkası da kent mirasının üzerinden buldozer gibi geçilmesidir. Evet evet, taşranın pek çok kentinde geçmişten kalanın üzerinden buldozer gibi geçmek en şahanesinden millî bir davranıştır. Buldozer millî bir hayvandır ve bizden önce var olan şey neyse artık yoktur, kalmamıştır. Kimi der ki bizim mimarimiz ahşap üzerine kuruludur, ahşap dayanıksızır, yanıp yıkılıp gider; kimine göre sorun gayrimüslim azınlıkların gönderilmesiyle ortaya çıkmış, yapı ustalarının çoğunluğu gayrimüslim olduğu için bu alandaki teknik bilgi sıfırlanmıştır; kimine göreyse bunlar kentleşmenin, göçün olağan halleridir. Açıklamayı uzmanı yapsın, fakat sonuç ortadadır. Mesela bendeniz memleketim Harput'a her gittiğimde göç alan değil boşalmış bir eski kent olmasına rağmen bitmiş tükenmiş bir tarihi "şey" görürüm. 100 yıl önce yoğun yapılaşmış işlek kentin yerinde yeller esmektedir. Birbirinden güzel evler ve sokaklar fotoğraflarda kalmıştır. (Değerli kentim elbett bundan ar etmez, millîliğin gereği neyse onu yapmıştır.))

Büyük Türk mimarisinin son büyük şahaneliklerini ise göçerlik kimliğini artık yazlıkçılıkla değiş tokuş etmiş yüce milletimizin kıyı kasabalarındaki faaliyetlerinde görüyoruz. Deniz kıyısındaki dağların tepesine kadar yazlıklarla doldurmayı görev bilen acar girişimciler ortalarına kaydıraklı havuz ekledikleri apartman komplekslerini ormanların ortasına, dağlara taşlara dikip memleketin teknikte ne düzey geldiğini dosta düşmana gösteriyorlar.

İki gün önce Amasra'da dostu sevindiren düşmanı üzen bu şovun şahane örneklerinden birine şahit oldum. Dünya güzeli, bu inci kasaba ancak büyük Türk mimarisiyle bu kadar başarılı çirkinleştirebilirdi ve tabii acar girişimcilerimiz fırsatı kaçırmamıştı. Küçücük plajına hücum edilen turizm beldesi Amasracıkta eski evlerden eser kalmamıştı. Onun yerine üç dört katlı çirkinengiz beton binalar üst üste bindirilmişti. Lakin bu çok değildi, sadece bunla kalsa razıydık. Fekat kasabanın dünya güzeli yemyeşil dağlarını apartman siteleri süslüyordu ve daha da çok süsleyecekleri belliydi.

Bunlar görünce yine o aptal ve işe yaramaz öfkeyle doldum. Beceriksiz ellerimden bir şey gelmezdi bari bloga yazıp rahatlayayım dedim.

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Arabaların Belediye Başkanı Melih.

Her yaz Ankara'ya geldiğimde sayın belediye başkanı Melih Gökçek'e karşı bastıramadığım bir öfkeyle doluyorum. Kendi kendime aman Beyaz Türk oyununa gelme, aman şehre 19. yüzyıl ilerlemeciliğinin gözlükleriyle bakanlara kanma, bak bu adama oylar şehrin çevresinden yani garibanlardan geliyor bunu takdir et, anlamaya çalış vs gibi cümleler fısıldıyorum. Lakin ne fısıldama ne bağırma öfkeme merhem olmuyor.

Çoğumuz gibi ben de, onun enteresan bir figür olduğunun farkındayım. Anlaması ne kadar zor bir adam olsa da, mayasında bir tutam aşırı kurnazlık, iki yemek kaşığı sınırsız hoyratlık, yüz gram saf arsızlık karışımını görmemek elde değil. Bu mayayı dizginlenmemiş bir yaratma, imar etme hamuruna yatırdığımızda üç aşağı beş yukarı kendisini yeniden var edebileceğimizi sanıyorum. Alien 5.

Tüm günahı ve dölü kendisinden kaynaklanmamakla beraber canavarın çocuğunun da canavar olmasına şaşmamak lazım.

İşte her geçen gün yolları genişleyen, kaldırımları daralan, üstgeçitleri uzayan sevgili başkent. Sayın başkan vargücüyle imar ediyor, yollar beş şerit oluyor, yayaların karşıdan karşıya geçtiği ışıklar kalkıyor arabalar durmak zorunda kalmıyor, yayalar üstgeçite yollanıyor. Sayın başkan çok fütürist gördüm sizi, lakin bakınız zavallı yaya eskinin yarısı bile olmayan kaldırımın dibinde kalmış böcek gibi. O üstgeçitlerden nasıl geçecek tekerlekli sandalyadeki vatandaş? Nasıl yaşayacak burada görmeyen hemşehri?

Öfkeleniyorum öfkeleniyorum da, bu öfkenin trajik olduğu da su götürmez. O eşsiz maya onda oldukça çıkıp en iyi niyetli halimle karşısında söylesem şikayetimi mesala, tınmayacak bile sayın başkan. Hatta hiç tahmin edemeyeceğim bir cevap verecek. Mesela diyecek ki "İzmir'in kaldırımları daha dar, oraya bak!" Ya da yaklaşıp fısıldayacak kulağıma "seks kasetin var elimde". "Siz zavallı yayaların hepinizin tek tek seks kaseti var elimde!"

Ve aynı coşkulu ruhla imara devam edecek.

Kıskananlar çatlasın.

16 Temmuz 2009 Perşembe

Abdülhamit'in seçimi.

Ey ruhu bu karışık topraklarda dolaşmaktan hiç bıkmayan Abdülhamit padişah! Diyorlar ki af çıkarmaya karar verince bütün mahkûmların tek tek fotoğrafını çektirmişsin, yetinmemiş hepsinin fotoğraflarının arkasına işledikleri suçları yazdırmışsın, sonra affedeceklerini bu fotoğraflara bakarak seçmişsin.

Yaptın mı bunu hakikaten?

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Rüyasız.

Şu hayatta canımı en çok sıkan şeylerden biri gördüğüm rüyaları hatırlayamamak. Zaten çok nadir bir şeyler görüyorum, onu da iki saniye sonra unutmak yoruyor beni.

Bu kadar dert edişimin arkasında doğruluğundan hiç şüphe etmediğim bir inanç var esasında. Rüyayı hatırlamakla geçmişi hatırlamak bana çok paralel şeylermiş gibi geliyor. Aynı sürecin iki kardeş tezahürü gibi. Bugünkü gibi işte upuzun bir rüya görüp on dakika sonra unutunca; hatırlamadaki genel kabiliyetsizliğim düşüyor aklıma ve ciddi ciddi hüzünleniyorum.

Oysa kalmalı akılda en ince ayrıntısıyla eski sevgililer, dostlukların son günü, sadece şakrak fıkırdak değil kahreden maceralar... Ama kalmıyor bende. Zihnim delikleri pek açık bir elek gibi. Çok çok kocaman taşları tutabiliyor, gerisini salıyor gitsin.

Ben ki zihnim yavaşlasın istiyorum, düşünce tanecikleri seçilebilir olsun. Zihnim yavaşlasın ama düşüncemin akışı tecrübeden kopup gelen imgeyle, tasdike gerek duymayan bilgiyle zenginleşsin, genişlesin. Bunun zihnime, kavrama-çözümleme kabiliyetini genişletmek kaynaklı derin bir güven vereceği inancındayım. Kendimi bildim bileli bu böyle.

Oysa düşüncesi akarken habire parçalanan, habire yönünü şaşıran, durup dururken çakılıp kalan bende, bu özlemin gün gelip dineceğine dair en ufak bir emare yok. Üstüne giderek daha sorumsuzlaşan hafızam beni en fazla namussuz çağrışımların eline bırakıyor. Çağrışımlar bile giderek azalıyor, fakirleşiyor.

Şu an'ın köpeği olmak demek bu esasında. Şu an aldığın hazzın, hissettiğin acının, içinde devindiğin sıkıntının köpeği olmak demek. Bunu belki bazıları özgürlük diye alkışlar ama benim için tam tersine sıkışmak, kapanmak, hapsolmak demek.

Hatırlanmayan rüyanın içinde silikleşen bizzatihi ben'im yani. Geri çağrılamayan ya da en azından aniden çıkıp gelemeyen her imge boşa giden tecrübenin, boşa giden kendiliğin işareti.

Asaf'ın gör dediği.

Yaşamak değil,
beni bu telaş öldürecek.

22 Haziran 2009 Pazartesi

Aşk bilgisi.

İlişki yorumculuğu diye bir meslek yok, çünkü zaten herkeste olan bir kabiliyet bu. Çok şaşırıyorum her karşılaştığımda; herkesin derin analizleri, uzun düşünmeler sonucu varılmış sonuçları, kitaplara sığmayacak derecede çok gözlemi var. Bu kuvvetli analitik bünye, in midir cin midir bilmediğimiz bu saçma çözümleme robotu, nerede bir vakayla karşılaşsa hemen zengin dağarcığından tespitler, çözümelemeler ve gelecek tahminleri saçıyor etrafa. Hemen her köşede büyük ilişkiler ansiklopedisi yine yeni yeniden yazılıyor.

Herkesin en büyük zevki aşk sosyologu, aşk psikologu olmak. Devir aşk devri.

O yeah.

7 Haziran 2009 Pazar

Yargıcı'yı Anadolu'ya napsak da getirsek?

Bugün şahane sabah mahmurluğumu doya doya yaşarken, beni hoppadanak kendime getiren bir haber gördüm Sabah gastesinde. Sabah gastesinin ekonomi sayfasında.

Yargıcı mağazalarının sahibi Emir Yargıcı diyor ki, bizim kitlemiz büyük şehirlerde, 20 mağazamız var, bundan sonraki mağazaları da muhtemelen Paris ve Londra'da açacağız.

Maşallah efendim, başarılarınızın devamını dileriz.

Beyfendi burada durmuyor ama, ekliyor: "Anadolu'daki alışveriş merkezlerinde olmak isteriz ama ne zaman Anadolu'daki insanlar günde 4 tane espresso içmeye başlar ancak o zaman Anadolu'da olmayı isteriz."

Oh yeah! Yakışıklı Emir Bey'in tercihleri, life-style'ı, kanunları var. Dört espresso, Avrupai bir yaşam biçiminin istiaresi olsa gerek. Anadolu eşikler atlamalı ve çok başka çok Avrupalı bir şeye dönüşmeli ki, Yargıcı mağazaları Anadolu'ya açılabilsin. Emir Bey bize derdini anlatıyor gayet başarılı bir şekilde. İnsan ister istemez, keşke Atatürk bir de kahve devrimi yapsaydı diye düşünmeden edemiyor.

Züppeliğin bu kadar açık tezahürlerini görmek çok eğlenceli. O kadar şahane bir dangalaklıkla ifade edilmiş ki insan kızamıyor bile.

6 Haziran 2009 Cumartesi

Ahmet Aslan.

Adamın sesinde olan şey neyse artık eşi olmayan bir şey.

http://fizy.com/s/102non

Ahir zaman.

2 Haziran 2009 Salı

Düşünürün biri.

Düşünürün biri üzerine eşitsizlikler inşa edebileceğimiz eşit bir zemin kurmalıyız demiş.

Bana makul geldi.

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Bugünün kurtuluş reçetesi.

"Zanaatçılık yeni kültürün idealleştirilen işçisinde, öğrencisinde, ya da yurttaşında eksik olan önemli bir değere sahiptir: bağlılık. Bu, takıntılı ve rekabetçi zanaatçının bir şeyi iyi yapmaya kendini adayabilmesinden çok, yaptığı şeyin nesnel değeirne inandığı anlamına gelir. Bir insan, ancak ve ancak, kendi arzuları dışında, hatta başkalarının vereceği ödüller alanı dışında duran bir objektif standarda inanıyorsa bir şeyin ne kadar iyi yapıldığını tarif etmek için doğru ve düzgün sözüklerini kullanabilir. Bir şeyi, size hiçbir şey kazandırmasa da doğru yapmak, hakiki zanaatçılığın özüdür. Ve ancak menfaat gözetmeyen böyle bir bağlılık insanları duygusal olarak kuvvetlendirebilir." (135)

Richard Sennett. Yeni Kapitalizmin Kültürü. Çev. Aylin Onacak. Ayrıntı Yayınları, 2009.

17 Mayıs 2009 Pazar

Vardım kiliseye haç suda döner

Ahçik

Ahçiği yolladım urum eline
Eser bad-ı saba zülfün teline
Gel seni götürem İslam eline

Serimi sevdaya salan o ahçik
Aman o ahçik civan o ahçik

Vardım kiliseye baktım haçına
Gönlümü bağladım sırma saçına
Gel seni götürem İslam içine

Serimi sevdaya salan o ahçik
Aman o ahçik civan o ahçik

Vardım kiliseye haç suda döner
Ahçiği kaybettim yüreğim yanar
Ben dinen dönersem el beni kınar

Serimi sevdaya salan o ahçik
Aman o ahçik o civan o ahçik

http://fizy.com/s/104wnv

(Neden kiliseye varıyor, neden haç suda dönüyor hiç düşünmeden dinlemiş olmak dünya güzeli türküyü...)

15 Mayıs 2009 Cuma

Dil sahibi.

Hep alıntılarlar, St. Beuve "büyük kitaplar başka bir dilde yazılmış gibidir" demiş. Dahiyane bir metafor değil mi? Büyük kitapları büyük yapanın gerçekliği yetkin şekilde anlatma-yansıtma niteliği olduğu düşüncesinin zayıflığını açık ediyor. Gerçekliğe dair, gerçeklikten çıkan ve yine ona dönen, yeni bir dilin kurucusu (yazar), aktarıcısı (metin) olabilmek mesele (varsa eğer bir mesele).

Başka bir dile ulaşılır ulaşılmaz, yani dil sahibi olunur olunmaz bilmek ne mümkün! Lakin bunu arzulamak, bu arzudan çıkan, bu arzunun örgütlediği ve günlük yaşamı baştan aşağı kuşatan bir zanaat kurmak tek dileğim hâlâ yukardakinden.

Hep tekrarlanan bir tövbe gibi oldu bu dilek. İşe yaramıyor, vicdan rahatlatıyor.

5 Mayıs 2009 Salı

Ölümden önce son söz.

Walter Benjamin, romanımızın güzel adamı, ölüm yürüyüşünde tanıştığı yol arkadaşı ergene, (Jose'ye) şöyle diyor, diyor da ayağa kalkmanın, uzun yürüyüşlerde sabretmenin, inat etmenin, vazgeçmemenin ruha üflediği incelikleri gösteriyor:

"Dünya karanlık bir yer. Daima kendini tahrip ediyor. Ama biz, sen ve ben Jose, bizim küçük bir şansımız, bir fırsatımız var. Eğer çok çabalarsak iyiliği hayal edebiliriz. Hasarı parça parça tamir etmenin yollarını düşünebiliriz."

(Jay Parini. Benjamin - Dar Geçitteki Aydın. s.344)

27 Nisan 2009 Pazartesi

Tembellik kıyakçıdır.

"Adamın tembelliği kendisini hayatın macera ve sırlarla dolu karmaşasından kurtarmış, yıllarca şerefiyle yaşamasını sağlamıştı."

La Rochefoucauld

:))

22 Nisan 2009 Çarşamba

Aşkın yalnızlaştıran bakışı.

"Onu sevdiğini ve güzel bulduğunu istediği kadar söylesin, Jean-Marc'ın aşk dolu bakışı onu avutamazdı. Çünkü aşkın bakışı, yalnızlaştıran bir bakıştır. Jean-Marc, başkalarınca fark edilmez olmuş yaşlı iki varlığın aşk yalnızlığını düşünüyordu: Ölümün habercisi olan hüzünlü yalnızlık. Hayır, Chantal'ın gerek duyduğu aşk dolu bir bakış değil; onun istediği, yabancı, bayağı, kösnül bakışların, yakınlaşma, seçme, sevgi, hatta incelik taşımayan, üzerine ister istemez kaçınılmaz olarak dikilen bakışların altında boğulmak. Böylesi bakışlar onu insan topluluğunun içinde tutuyor. Aşkın bakışı ise onu oradan çekip alıyor."

(Milan Kundera. Kimlik. Çev. Aykut Derman. S.44)

3 Nisan 2009 Cuma

Levent Sunal.

Şair Levent Sunal ölmüş. Fayrap dergisinde Hakan Arslanbenzer'in merhum hakkındaki yazısını okudum bugün. Kederlendim. Arslanbenzer kendi çektiği bir fotoğrafı koymuş yazının yanına. Baktıkça hem güzellik hem sızı veren bir fotoğraf.

Yıllar önce pek tıfılken almıştım Biz Neyi Anlar'ı.

Şimdi darmadağın ettim kütüphanemi, bulamadım. Lanet ettim kendime.

Sadece bir kitabı kaybetmek değil bu. Fayrap'taki yazıyı okuyanlar ne dediğimi anlayacak.

Not: İbrahim Tenekeci de yazmış şairin vefatından sonra. İlgililere: http://www.edebistan.com/index.php/ibrahimtenekeci/biz-seni-anlar/2009/02/

28 Mart 2009 Cumartesi

Sonya.

Suç ve Ceza’nın bende bıraktığı en seçilir şey bir umut duygusu, yaşamaya yönelen gizemsiz bir heyecan oldu galiba. Raskolnikov’un tecrübesine dair bir inanç diyelim. Hâlâ böyle hislenerek okuyabilmek ne güzel. Hatırlarsınız romanın sonunu, Raskolnikov için yeni bir yaşamın başladığından söz ediliyor. Esasında Dostoyevski’nin umudu her hal, işte gelip yazarla okur arasında bir uzlaşım alanı açıyor. Bu uzlaşım alanının hala capcanlı olması ne garip. Oysa, edebiyat çok değişti, biçimler çok değişti, hepsinden önemlisi toplum çok değişti.

Böyle bir şey var işte, hislenip uzun yürüyüşlere gitmeye niyetlenmek gibi bir şey. Kitap bitince Sonya’yı özlediğimi hissettim. Sanki Sonya’yı hak etmek diye bir şey var. Ulu anne, tüm yaraların meryemi. Düşkünlük, acz, sarhoşluk, hastalık, üşümek. Bunlarda kalarak, bunları sahiplenerek Sonya ile bitişmek. Kendi üstüne, yaraları temizlemeden, kapanım. (kitapta en çok geçen sözcük “titremek” galiba. İsa’nın üşümesi, Maria Magdelena’nın onu silip, sarıp uyutması geliyor aklıma. Bunlar ne kadar da borçlular İsa’ya).

Ama, Sonya’yı üç beş sene evvel çok daha kuvvetle özlerdim, çok daha zor unuturdum. Uyum sağlıyorum dostlar, ağrıya dayanma kabiliyetim giderek azalıyor (azalma da değil, sanki kendini saklıyor, ağrısızlaş diyor), protokollere uyum sağlıyorum. Giderek bir düzen oturuyor, yapıp edeceğim bu düzenin tanımına sıkışıyor. Tam karabasan hissi. Bağırmak isteyip, ses çıkaramamak gibi. Akşamları geliyor. Giderek seyrelerek.

25 Mart 2009 Çarşamba

İyi edebiyatın derin kuyusu.

İyi edebiyatın içinde öyle derin bir kuyu var ki, “niye yanına yaklaşmak” sorusuna alçalmak dahi düşüyor aklıma. Ünlü Rus yazar ne demiş: “kuş uçmak, insan mutluluk için doğar”. Eğlenceli bir söz, Balkan filmlerindeki oynak müzikli büyük aile yemeklerini hatırlatıyor.

Althusser, edebiyata—herhal sanata diye genişler bu—uyandırma, ideolojiden uyandırma rolü biçmişti. Gerçeği bulamazdın sanatla ama, bilimle kavrayacağın gerçek için öncelikle gerçeğe yönelme dürtüsüyle dolman lâzımdı. Ver elini edebiyat. Althusser’de sık karşılaştığımız türden şematik bir çözümleme. Ama Marksizm’in kendinden önceki yüz yılına selam çakmış oluyordu filozof bu çıkarımla: bizi uyandıran, bilinçlendiren sanat gün gelip gereksiz olacaktı, tıpkı Hegel’in söylediği gibi. Kendisi böyle demese de, selam selamdı, indirgeme indirgeme.

Tarkovski, Mühürlenmiş Zaman’ın son kısmında ne diyor: “Zamanında Dostoyevski, başka insanlara ait mutluluğun sorumluluğunu üstlenmeyi isteyen ‘büyük sorgucular’a karşı bizi uyarmıştı” (235). Hakikaten, kabullenmek lâzım büyük sorgucular, büyük doğruyu fısıldayanlar yirminci yüzyılda da, özellikle ilk yarısında, eylemli idiler fazlasıyla. Fikriyatın büyük parçalarını arkalarına alarak tabii.

Dün Solaris’i bir kez daha seyrettim. Zaten Tarkovski’nin bilimum filmlerini kitabından parçalar eşliğinde sürekli seyrediyorum. Garip bir tecrübe olduğu kesin. Bende hipnotik bir etki yaptığını itiraf etmem lâzım. Engin bir denize en hüzünlü halinde kişioğlunun safiyane dalıp gidişi desem. Tamam, tamam cıvıklığa gerek yok.

Neyse, gerçek katılaştı mı büyük sözlerin çağrılası oluyor, diyeceğim. Althusser’in gerçeği katılaştırası var. Cetvelle çizgiler çizesi, çizgilerin ayırdığı kompartmanlarla arası çok bilinmeyenli, çok dereceli denklemler çizerek tecrübe eden insanı unutası var.

O zaman bak: polisiyeler kurulası, başarı öyküleri anlatılası, kurgu kurgu içinde romanlar yazılası kılınıyor. Sanat tek bir şeyi kesinkes unutuyor: zayıf insanı ya da insanın zayıflığını. Kurgu, ahlaka temel verecek yegane şeyi hadım ediyor.

Bağlarsam: tecrübenin en ay vurmuş yüzeyini bize zayıfı anlatanlar işaret ediyor. Tarkovski de, tıpkı Dostoyevski gibi, bundan olacak, ciğerime göğsüme iğneler batırıyor.

Zayıflığın görülesi kıldığı.

Peki ya bu zayıflığı habire görmenin seni attığı çukurlarda n’etmeli?

İyi edebiyatın zayıf kıldığı. Hayatın ortasından taç çizgisine şutladığı. Ey okur, daha da yarımayamalak kalacaksın, dediği.

Ne kadar aptalca şeyler söylüyorum. Samimiyetimden bunlar, kimseye söylemeye cesaret edemem ha. Neyse işte dediğim şu ki korkutuyor edebiyat beni. Çukurlara inmekte bin ölüm var.

23 Mart 2009 Pazartesi

msn'e geeeel cnm :)

İşte bu ifade kral. Her gün en az iki kere görüyorum feysbukta olsun, başka güzide platformlarda olsun.

"cnm, msn'e geeeeel!!!"

Tabii msn artık, gelenekselleşmiş, aile hayatımız içinde yeri olan bir iletişim biçimi. Kendisiyle kaynaştık, olmazsa olmazlar listemize aldık, mesuduz. Ama "msn'e gelmek" ifadesi size de acayip erotik gelmiyor mu?

Geliyorum şekerim, geliyorum...

21 Mart 2009 Cumartesi

Özgür sözcükler

Özgür sözcükler, ya da diğerlerine göre daha özgür sözcükler. Rüzgar, deniz, okyanus, orman falan. Özgürlüğün hep doğayı akla düşüren bir tarafı var. Okulda defterime, ağaçların üstüne yazarım adını. En özgür fiil: koşmak. En özgür film sahnesi: Ormanda ya da sahilde koşan genç oğlan ile genç kız (iç mekanda özgürlük olur mu?). Özgürlüğün “doğa”sına bakınca doğaya bakıyoruz demek ki!

Ama bazı başka sözcükler de var. Mesela terlik. Slippers. Sanki rüzgar gibi özgür bir sözcük. İngilizce slippery, “kaygan, kaypak” demek tabii. Kayganlık sabitlenme imkanı vermemesiyle özgürlüğü hatırlatsa da “slippers” sözcüğü çok da özgürlük imlemiyor bende. Ama terlik çok özgür bir sözcük benim indimde, zihnimde, imgemde, imgelemimde. Ama terliğin resmine bakmalı tabii. Şıp şıp yaz terlikleri en kolay akla gelen herhalde. Şıp şıp yaz terlikleri bizi nereye götürür? Doğaya tabii ki! Şıp şıp plaja, şıp şıp güneşe, şıp şıp güneşli sokağa. Yani terlikle doğaya gideriz. Tabii ya, ayakkabıyla gitmeyiz doğaya (Gidemeyiz, kum kaçar, çamur olur, anne kızar)! Ya yalın ayak ya terlikle. Zaten baksana “ayak-kabı”. “Kap” kelimesinin kabalığı aşikâr olmalı herkes için. “cup” apaçık bir sınırlamayı anlatıyor İngilizce’de de; bir tür kapatma, hapsetme aracı. Elbette, itirazım yok “cup” gibi “cup”atma araçları oldukça faydalı gündelik hayatta! Ama bir “cup” içinde doğa yok, içi olmayan şıp şıp yaz terliklerinde “doğaya kaçış imkanı”ndan doğma can var, kan var. Zaten doğa = can + kan.

Ama. Bir de tabii doğanın kıyısında olmak var. Mesela resim şöyle: Daha öğleden sonra ama karanlık, yağmurlu bir gün. Yer: yeşilinin ve havasının tazeliği ile meşhur sayfiye yeri Abant. Bir kız durur pencere ardında, dışarıyı seyreder. Dışarıda ne var? Doğa! İçeride ne var? Kimse bilmez. Elbette kızın ayağında şıp şıp terlik olma olasılığı yok denecek kadar düşük. Neden doğaya karışmaz, neden “doğa özgürleşmektir bir düşünün abiler” demez? Çünkü doğa korkutur zaman zaman; almakla, el koymakla tehdit eder. O zaman özgürlük deyince değil sadece, özgürlük ve güzellik diyince akla düşen bir şeyden bahsediyorum yukarıdaki paragrafta: “sınırlı bir doğa”dır imgemizdeki o kuvvetli can.

Kent. Doğanın içinden geçerek tanımlarsak: Doğanın kalmadığı yer, doğanın müzelendiği yer, doğanın paketlendiği yer, doğanın haftasonlandığı yer (Angelopulos’un “Ulis’in Bakışı”nın o muhteşem sahnesi: kent ve yağmur ve şemsiyeler (kapkara şemsiyeler), şemsiyelerden yüzleri görünmeyen kentliler. Doğasızlık demek şemsiye demek olmasın?). Yani “derin yapı”mızda bir doğa-kent ikili karşıtlığı! Kahrolası kuramlar. Kör olası çöpçüler.

19 Mart 2009 Perşembe

Ulis'in Bakışı hakkında dosta eski bir not.

Öğleden sonra Angelopoulos’un Ulis’in Bakışı’nı seyretmek için oturduğumda hava günlük güneşlikti. Film bitip kalktığımda ise yerler bembeyazdı, hava sis içinde. Filmi görmüşsündür sanırım. Kışın çekilmiş ve en güzel imgeler kar ile sisin arkaplânı “boğduğu” sahnelerde can bulmuş. Üç saatte Ankara, Ulis’in havasına girmişti yani. Şaşırdım mı, içim mi karardı?

Angelopoulos, Tarkovski’den çok şey almış ama onun kadar başarılı değil. Ulis’in Bakışı gibi epik karakterli bir filmi en çok diyalogların zayıflığının bir sonucu olarak yer yer lirik bir ağıta dönüşmekten kurtaramamış. Bu da filmi çift karakterli yapmış, tabii filmi zenginleştiren değil, tüketen bir özellik olmuş çift karakterli olması. Üstüne müthiş müzikler Ulis'in saf lirizme teslim olmasına yardımcı olmuş, hikâyenin ya da anlatımın bir yardımcı unsuru olmanın çok üzerine çıkmış. Tarkovski daha büyük, zira o lirizmin fahişe çekiceliğine kendini asla bırakmazdı, asla Angelopoulos gibi Manchevski’ye dönüşmezdi.

17 Mart 2009 Salı

Babaaaaa!

“Allahım, onu neden yalnız bıraktın? Neden, yalnızlığının verdiği çaresizlikle can sıkıcı ilişkiler kurmasına izin verdin? Neden geçirdiği her dakikanın hesabını sordun, içini ezdin? Neden korkuyu göğsünden çekip almadın? Neden suçluluk duygusunu üzerinden atmasına yardım etmedin? Neden, apartmanın bodrumunda saklambaç oynarlarken Ayla’yla yalnız kaldığı zaman kıza dokunacak cesareti vermedin ona?”

15 Mart 2009 Pazar

Böyle böyle anlaşıyoruz!

Papaz, iki metre ilerisinde duran zangoça sormuş:
“Gizli gizli sen mi içiyorsun kutsal şarabı?”
Zangoçta derin bir sessizlik...
İyice köpürmüş papaz:
“Sana soruyorum be adam! Duymuyor musun?”
“Hayır buradan hiçbir şey duyulmuyor efendim!”
“Olacak şey mi! İki adım öteden duymuyorsun.” Zangoç bıyık altından gülmüş: “İsterseniz , yer değiştirelim, anlarsınız.” Yer değiştirmişler.
Bu kez zangoç seslenmiş:
“Kilise için toplanan paraları kim iç ediyor?”
Papaz kendi kendine söylenmiş:“Hakikaten yahu! Buradan hiçbir şey duyulmuyor!”

14 Mart 2009 Cumartesi

Yas tutan

Gururumun yas tutmamı engellediği zamanlar oldu. İçimden dalga dalga gelen akıntının önünu kestiği, yönünü değiştirdiği, gerisin geri gönderdiği; cerahatı içime hapsettiği zamanlar.

Erkekliğin halleri iste.

Kudretli görünme pozları.

Erkek meselinin ruhumuza nüfuz etmiş iktidarının binbir halinden biri.

Oysa gün geçtikçe anladığım şey yas tutmadıkça ne unutmanın, ne tam bir hesaplaşmanın ama hepsinden önemlisi barışmanın mümkün olmadığı.

İnsan yeri geldiğinde hıçkıra hıçkıra ağlamalı, gururun aptal oyunlarına kanmamalı.

Utangaç iç çekişlerin gözyaşına dönüştüğü yerde huzur vaati var.

8 Mart 2009 Pazar

Baharın gelişini gördüm.

Bir haftadır aralıksız yağmur yağıyordu. Canımızdan bezdik.

Cuma öğleden sonra, yani iki gün önce, az buçuk nefes almak için çalıştığım yerden çıktım. Elimde bir öncekini fırtınaya kurban verdiğimden daha o gün aldığım kırmızı şemsiye.

İşyerinin kapısında başımı uzattım ve yağmur aniden kesildi. Neşelendim.

Şemsiyeyi kapattım ve yürümeye başladım. Kahve içmek için hep gittiğim bara girdim.

Bardan çıktığımda gökyüzünde ışık hüzmeleri belirmişti. Bulutlar dağılıyordu. İçimi tatlı, hop hop bir his kapladı.

İşyerinin kapısına döndüğümde aylardır güneşin ilk defa ısıttığını fark ettim. Sıcacıktı namussuz.

Koşasım, hoplayasım geldi. İşyerine girmedim.

Bir saat sonra kafelerin hepsi deniz kenarına sandalyeler dizdiler. Yaşlı kadınlar yürüyüşe çıktı, bebeler koşuşmaya başladı.

Kentimize bahar geldi ve geldiğinde ben ordaydım.

6 Mart 2009 Cuma

Pul koleksiyonu

Yok hayır her gün olanı biteni yazdığım bir defterim vardı. itirafsa itiraf. Lakin kendisinin kapağını açmayalı çok oluyor.

İnsan başından geçenleri ayrıntısıyla döküyorsa bir deftere, az ya da çok macerasının gerçek olduğuna inanıyor demektir. Var olduğuna, yaşadığına, yaşadığının önemli yani anlatmaya değer olduğuna inanıyor...

Alberto Moravia'nın Sıkıntı (La Noia) diye bir romanı var. Eşya'yla, nesneyle ilişki kuramayan bir adamcağızı anlatıyor. Sözde ressam, geçip tuvalin karşısında tuvale bön bön bakan; hiçbir şeyi aktarmak, yeniden canlandırmak için istek duymayan; sevemeyen, sadece kadınlarla değil kendi dışındaki alemin hiçbir öğesiyle ilişki kuramayan bir ademcağız.

Dolayısıyla yapacak başka bir şey olmadığından sıkılıyor.

Geçenlerde bir arkadaşımın terk etmek durumunda kaldığı evini toplamak ve dolayısıyla ev sahibi ve aynı zamanda ev arkadaşı olan zatı muhteremle görüşmek durumu hasıl oldu. 40 yaşlarında olan ademcağızın çok asosyal ve kaba olduğunu, davranışlarına alınmamam gerektiğini arkadaşım uzun uzadıya tenbih etti.

Hakikaten konuşmamızın ilk anlarında çok kaba ve gergindi. Kabalığının bir tür toplumsallaşamama, iletişim kurmayı bilmeme ya da bilememe gerginliği olduğunu anlamak zor değildi elbet. Bu saftirik ve pis bir acıma içeren saptamanın etkisiyle içimde kendisine karşı bir muhabbet doğdu. O ne kadar kaba davrandıysa ben o kadar kibar ve güleryüzlü olmaya gayret ettim. Sonunda kabalığı kırıldı. Lütfen gülmesin kimse, aramızda oluşan muhabbeti taçlandırmak için bana pul koleksiyonunu göstermeyi teklif etti. Manyakça bir koleksiyon. Bir odayı ona ayırmış sadece. İşe gittiği zamanların haricinde müzik dinleyip koleksiyonıyla uğraştığını başka bir hayatı olmadığını itiraf etti.

Neticede eşyanın ya da nesnenin insanın hayatını kurtardığını düşündüm evden çıktığımda. Sıkıntı'nın zavallı ademcağızının durumu daha fenaydı. Ben de şimdi defterimle hasbıhal ettiğim dönemlere göre daha fenayım.

Nesneni kaybetme insancık.

27 Şubat 2009 Cuma

Ayaklanan.

Arkadaşlığımızı hep zor zamanlarda hatırlıyorum. Benim zor zamanlarımda ve onun zor zamanlarında.

Onun zor zamanlarında hatırlayınca unutmam kolay oluyor. Başımın üstünde salınan güzel gökyüzü, içimde olduğunu farz ettiğim ahlak yasasına baskın çıkıyor ve unutuyorum birkaç dakika içinde. Acı dokunduğu yere yerleşemiyor, kısacık zamanda eriyip gidiyor. Belki de yüzünü görmediğimden sesini duymadığımdan yıllardır. Hep başkalarının dedikleriyle onu yaşadığımdan.

Ama kendi zor zamanlarım farklı.

O zaman onunla geçirdiğimiz soğuk kış günlerini ve bu günlerin karanlığını tamamlayan sigara dumanı dolu kahvelerdeki uzun sessizliğimizi hatırlıyorum.

Aramızda salınan şeyin dostluk olduğunu bu sessizlikten biliyorum. Dost denilenin yanında sessizce oturulan bir şey, sessizce oturanın sessizliğini kırmak için konuşmak ihtiyacı duyulmayan bir şey olduğunu her yaş atımında daha iyi anlıyorum.

Ama en çok şu görüntü var kafamda: Hep olduğu gibi bir kış öğleden sonrası. Hava kapalı, Boğaz puslu, içimiz karanlık hep gittiğimiz kahveye oturmuşuz. Yeşil çuhayla örtülü masalar, kaba garsonlar, yani müdavimi olduğumuz soğuk ve masaları hep boş o ürkünç salon.

Oturup saatlerce denize bakıyoruz beraber. Tek kelime etmiyoruz. Bekledikçe sızımız azalıyor, bekledikçe kardeşliğimiz artıyor, bekledikçe birbirimize hiç olmadığı kadar bağlanıyoruz, bekledikçe ruhumuzu yıllarca doyuracak o aş pişiyor.

Sonra kalkıp o kötü öğrenci evine çıkıyoruz. Görüntü burada bitiyor.

İçim sıkıldığında, yalnız hissettiğimde aniden akın eden zihnime doluşan bir görüntü bu.

Ama bazen de bugün olduğu gibi oluyor. Bir gece yarısı aptal işlerimle uğraşıp içinde sürüklendiğim şu aptal hayata bir tuğla daha koymaya çalışırken hatırlıyorum onu. Aniden ayaklanıveriyor içimde sessizce uzun uzun oturduğumuz Boğaz'ı gören o kahve.

Ne çok zaman oldu. Bu hayat nasıl bir acımasızlıkla akıyor böyle, nasıl duvarlar örüyor insanların arasına.

Ey dost şimdi bilmesen de çok uzaklarda, işte böyle gece yarıları ayaklanan bir şey oldun sen içimde.

Bunu sana anlatmak vardı ya, anlatmak diye bir şey yok dünyada.

18 Şubat 2009 Çarşamba

Taşrada kütüphane, kütüphanede fındık.

Geçenlerde, Furkan'ın yaptığı yorum üzerine aklıma geldi. Evet taşrada da kütüphaneler vardır.

Benim büyüdüğüm mini minik Anadolu kentinde de vardı böyle bir kütüphanecik. Top oynadığımız sahaya giderken Allah'ın her günü önünden geçmiş, fekat "ula oğlum bunun içinde ne var aceb" dememiştik. Oysa ergenliğin ya bir adım önünde ya bir adım ertesindeydik ve sürekli "ula oğlum o ne" "ula oğlum bu ne" diyip duruyorduk.

Günün birinde, sevgili ebebiyat hocamız dönem ödevi için biz üç samimi arkadaşı bu hiç merak etmediğimiz çirkin binaya gönderdi. Hocadır, böyle abudik gubidik isteklerde bulunması hocalığının şanındandır diyip, hiç kem küm etmeden içeri girdik. Bir Çarşamba öğleden sonrasıydı, üç arkadaştık ve üçümüzün de aklında aynı kız vardı.

(Bir Çarşamba öğleden sonrasıydı ve bir Yılmaz Erdoğan mısrası tadında fena halde sonbahardı. Heyhat!)

Önce ödeve kastık. Kitaplar bulduk. Bölüm bölüm okuduk. Not aldık falan. Lakin bir süre sonra sıkılıp bıraktık. Kalktık tekrar raflar arasında dolaştık. Fıkra kitapları bulduk, şiir kitapları keşfettik. Oturduk okuduk, güldük, güzel aşk mısralarını bir yerlere yazdık. Nasıl oldu anlamadık, öğleden sonrayı kütüphanede geçiriverdik.

Eh böyle dehşet anları oluyor tabii hayatta! Dedik ki, yav burası güzel yermiş, dışarıdan sıkıcı görünüyor amma bir başka ferahlık bir başka letafet var içinde, yine gelelim.

Şaşılacak şey ama ertesi hafta yine gittik. Bir başka Çarşamba öğleden sonrasıydı ve geniş okuma salonunda bizden başka en fazla ben diyeyim iki siz diyin dört kişi vardı. Haydi dedik, geçen hafta bizi eğlendiren kitapları bulalım. Haydi, haydi! Zor olmadı bulduk, masaya kurulduk.

Tam iki satır okuyup kıkırdamışdık ki "çaaat" diye bir ses bizi yerimizde hoplattı. Ne olduğunu anlamadan "çaaat"ı bir "paaat" takip etti. Sonra çata küt pata küt kütüphanede konser başladı. Kaldırdık kafayı, ne görelim a dostlar!

Memur bir abi ve iki abla masalarına kocaman gazete sermişler, önlerinde büyükçene bir havan, hababam fındık kırıyorlar. Sonra da güle oynaya yiyiyorlar tabii.

Kaldık öyle, birbirimize baktık. Kimse bir şey diyemedi. Hani kalkıp gelmişiz, topa gitmemişiz, arkadaşlarımız yediğimiz haltı duysa geçecekleri dalganın haddi hesabı yok ama yine de iyi niyetliyiz, gidip raflardan kitaplar toplamışız... amma sen gel şu olana bak! Bir değil iki değil dakikalar geçiyor gürültü bitmiyor. Bitmesi de zor çünkü önlerinde kocaman bir torba dolusu fındık var. Bir yandan fındığı kırıyorlar, diğer yandan muhabbetin belini kırıyorlar. Keyflerine diyecek yok.

E abi dedik, burası kütüphane. Yani biraz garip bir durum bu. Tamam, her gün gidip geldiğimiz bir mekân değil. Hatta Kahveci Yusuf'a gidip gelme sıklığımızla karşılaştırılırsa hiç gelmemiş bile sayılırız. Ama yine de ayıptır. Cık cık.

Böyle diye diye birbirimizi gaza getirdik. En çok gazı alan ben miydim, yoksa başbakanımız gibi benim de destan olmaya hevesim mi vardı bilmiyorum, kalktım fındıkçıların masasına gittim.

Şey, dedim. Şey biz çalışamıyoruz da gürültüden.

Önce birbirlerine baktılar. Sonra havanların efendisi pos bıyıklı memur abi ayağa kalktı, "lan ziktiğimin deyyusu, sen kim oluyorsun lan, ziktirin gidin, toplayın lan kitaplarınızı kalemlerinizi" diye bize zılgıtı koydu.

Artık kızarır mısın, ağlar mısın ne yapacağımıza karar veremeden topladık eşyaları. Süklüm püklüm dışarı çıktık. Bir daha da kütüphaneye mütüphaneye gitmedik.

Arkadaşları ayda yılda bir gördüğümde hep bu olayı yad ediyoruz. Ben hâlâ, eşyalarımızı toplayıp çıkarken "burası kütüphane kütüphane" diye bağırdığımı iddia ediyorum. Ama galiba benden başka kimse duymamış.

16 Şubat 2009 Pazartesi

Proust testi.

Sevgili Liberter Kedi, benden Proust testi yapmamı istemiş. Nezaketine teşekkür edip, aşağıya cevaplarımı yazıyorum efendim. Şöyle:

Sizi en çok üzecek olay?
Muhtaçlık.

Nerede yaşamak istediniz?
Her sene yeni bir kentte.

Yaşayabileceğiniz en mutlu an?
Yorgun ve solgun sevgili yanıbaşımda uyuyurken okumak, çalışmak.

Hangi hataları hoşgörüyle karşılayabilirsiniz?
Hepsini.

En sevdiğiniz erkek karakter:
T. Bernhard'ın Eski Ustalar romanından Atzbacher.

En sevdiğiniz kadın karakter:
Suç ve Ceza'dan Sonya.

Tarihteki favori kahramanınız:
Asteriks.

Gerçek hayattaki favori kahramanınız:
Erkan Oğur.

En sevdiğiniz ressam:
Bedri Baykam değil.

En sevdiğiniz müzisyen:
Bugünlerde Gomidas.

Bir erkekte en çok beğendiğiniz özellik:
Fiziksel çirkinlik.

Bir kadında en çok beğendiğiniz özellik:
Fiziksel güzellik.

En sevdiğiniz erdem:
Çalışkanlık.

Yapmaktan en mutlu olduğunuz iş:
Takılmak.

Kimin yerinde olmak isterdiniz:
Kazanova'nın.

Arkadaşlarınızda hangi özelliklerin olmasını isterdiniz:
Hepsi güzel insanlar. Değişmesinler yeter.

Kendinizde gördüğünüz en temel eksiklik:
Konsantre olamamak.

Hayatınızın en büyük şanssızlığı:
Küçüklüğüm ufacıklığım.

En sevdiğiniz renk:
Bugün yeşil.

En sevdiğiniz çiçek:
Hiç bu kadar zor bir soruyla karşılaşmamıştım.

En sevdiğiniz kuş:
Kartal. Peh.

En sevdiğiniz yazar:
Hiç şüphesiz Dostoyevski.

En sevdiğiniz şair:
Turgut ve Edip abiler.

Tarihte en sevmediğiniz karakter:
Kazanova

En çok isteyeceğiniz özellik:
İnsanlar arasında rahat hissedebilmek.

Nasıl ölmek isterdiniz:
Fark etmeden.

Hayattaki sloganınız:
Ezme, ezilme.

Şu anki ruh haliniz:
Şugar ve aşugar arasında gidip gelmeli.

14 Şubat 2009 Cumartesi

Garip bir aşk hikâyesi...

Ben lisansı memleketin en civcivli en hareketli en güzel üniversitelerinden birinde okudum. Şimdiki popüler ve biraz da mide bulandırıcı deyimle "marka" okullardan birinde. Girmesi zor, havası bol okulumuzda pek çok arkadaş okulun isminden mürekkep markayı alnına yapıştırıp gezmeye fazlasıyla meraklıydı. Oooo, büyük insanlar olma yolundaydılar; çok değil birkaç yıl sonra dev kariyerleri, bir kısmını mutlaka yurt dışında geçirecekleri Amerikan dizisi vari hayatları, bol paraları, güzel karıları (ya da kocaları) yani kuş sütünün bile eksik olmadığı bir hayatları olacaktı. Marka bunları vadediyordu.

Onlar da bu vaatin sihirli bahçesinde en güzel konserler en şahane sinemalar en çılgın partiler en eğlenceli doğum günü kutlamaları arasında mekik dokur; İngilizce sözcüklerle "bezenmiş" yandan yemiş bir Türkçeyle geleceğin vaat ettiği şen şakrak hayatın provasını yaparlardı. Ah ne güzel hayat ah ne dolce vita, bir de faynıns sektöründe oldun mu menıcır, al sana o la la!

Ama marka okulumuzun civcivli yaşamının elbette bir de arka bahçesi vardı. Arka bahçede oyuna katılmayan çocuklar ellerinde sigaraları kendilerini anlamayan şehre bakar, tutunmanın yolları üzerine kafa patlatırlardı. Teoride süper pratikte sıfır bu arkadaşların kimi eprimiş pijamaları içinde hiç durmadan çalışırdı. Kimi kendisi gibileri bulup, sabaha kadar ya bilgisayar ya da masa başında aralıksız oyun oynardı. Kimi Allah ne verdiyse içerdi. Dine dönenler, dinden çıkanlar, kafayı çizenler, bağımlılar, intihar edenler daha neler neler. (Hem o zaman Fight Club neyim de yoktu. Ha-ha!)

İçlerinden birini hâlâ şaşırarak hatırlıyorum.

K. çalışkan, gözlüklü mühendis arkadaşlarımızdan biriydi. Ama geyiğin dibine vuran piç mühendis arkadaşlarımızdan değildi. Genelde az konuşan, tebessümü yüzünden eksik olmayan, çok kibar, halim selim bir çocuktu. Çok çalışkandı. Hadi açık söyleyeyim, fena halde inekti. Çalışma odasının pijamalı müdavimlerindendi. Üstüne oldukça da muhafazakârdı. Yanlış hatırlamıyorsam yurttaki Nurcu arkadaşlarla muhabbeti kıvamındaydı.

K. kendisi gibi arkadaşların en ciddi ayırıcı özelliğini elbette taşıyordu. Fena halde kadınsızdı. Eh dersten geliyor, pijamalarını giyiyor, kitaplarına gömülüyordu. Onun dışında bilgisayar bilgisinin eşsizliği onu herhangi bir sorun olduğunda aranılan kişi yapmıştı. Hep birilerinin yazdığı programların yanlışlığını düzeltirken falan görüyordum kendisini. Bunların dışında bir hayatı yoktu sanki. Neticede yurt ahalisi, K'yı asla garipsemeden öylesine yaşayıp gidiyorduk. Ta ki...

Ta ki bir akşam, K.'nın okul sathında piçliği ile meşhur oda arkadaşı bizim fakirhaneye çay içmeye gelene kadar. Daha iki yudum almamışken çayından, dayanamadı, söyledi "oğlum duydunuz mu K. aşık!". "Hadi ya" dedik, "kime?" "Liza'ya" dedi. "Liza kim oğlum?" "İşte, Liza bilmem ne". "Manyak mısın" dedik "ne Lizasından fizasından söz ediyorsun?". "Oğlum", dedi "tanımıyor musunuz meşhur porno yıldızı!".

Tabii dalga geçiyor sandık, ama doğruydu. K. meşhur porno yıldızı Liza'ya aşık olmuştu. Ama hakikaten aşık olmuştu. Anlatılanlara göre kitabının arasında resimlerini taşıyordu. Bu resimlerde Liza'nın açıkta kalmış edep yerleri özenle boyanmıştı. Odada ne zaman yalnız kalsa Liza'nın sadece kafa fotoğraflarından oluşan koleksiyonunu açıyor, aniden odaya biri girince saklayacak yer arıyordu. Arkadaşları ne zaman konuyu açsa, tek kelime etmeden bulunduğu mekânı terk ediyor, mesele üzerine asla konuşmuyordu.

Ama elbette böyle bir vakanın, bir üniversite yurdunda bu seviyede kalması beklenemez. Bir süre sonra K.'nın Liza'ya duyduğu aşk yurdun bir numaralı geyik malzemesi haline dönüştü. Bu arada K'nın arkasından yapılan muhabbetlerde geçilen dalgalar, giderek yüzüne karşı geçilmeye başlıyordu. En başta piç oda arkadaşı olmak üzere bir sürü yaratıcı deha çocuğu gördüklerinde, "oğlum K. dün Liza'yı seyrettim, of of of ellemedik yerini bırakmadılar"dan başlayan içinde her tür erkek muhabbeti taşıyan recep ivedik esprilerini çocuğun yüzüne fışkırtıyorlardı. (Söylenenleri saymaya burada yüzüm varmıyor.)

İşin acayibi şu ki. K bu söylenenleri duyduğunda fena halde üzülüyordu. Kızmıyor kızarıyor, hafif gözleri doluyor, asla bağırıp çağırmadan bulunduğu yerden uzaklaşmaya çalışıyordu. O böyle nahif tepkiler verdikçe alayın dozu da sıklığı da artıyordu. "Oğlum var ya, Liza'yı dün bir güzel ..." muhabbetinin artık suyu çıkmıştı. Bu durumun böyle gideri yoktu.

Çok iyi hatırlıyorum. K.'ların odasının önündeydik. Gece falan olacak. Dört beş kişi toplanmıştık. K.'nın piç oda arkadaşı binbir komiklik yapıp bizi güldürüyordu. O arada odadan K çıktı, piç oda arkadaşı bizi bolca güldürmenin verdiği gazla saniye sektirmeden "lan K., napıyodun odada, Liza'ya mı çakıyordun?" diyince kahkahalar iyice arttı. K. öylesine bize doğru bakıyordu. Piç oda arkadaşı yarattığı keyften memnun, "oğlum o hatun süper ağzına alıyor ha" diyince artık kayış koptu, K bir hışımla bize doğru koşup oda arkadaşının boynuna sarıldı. Var gücüyle piçin boyununu sıkıyor bir yandan "Ulan bir daha onun ismini ağzına alırsan", "ulan bir daha Liza" dersen diye bağırıyordu. İlk an hepimiz şok olduk, neyse sonra çekip ayırdık K.'yı, oda arkadaşını uzaklaştırdık. Piç giderken hâlâ "Liza'yı bilmem nedeyim ulan" diye bağırıyordu.

Ortalık sakinleşince K. ürkütücü bir ağlama krizine girdi. Kalabalik giderek artıyor, o salya sümük bağıra çağıra ağlıyordu. Elimiz ayağımız birbirine dolandı, ne yapacağımızı şaşırdık. Yüzünü yıkadık, yatırmaya çalıştık, her tarafına kolonya döktük. Bir saat içinde biraz sakinleşti. Sonra da valizini toplayıp bir yakınının evine gitti.

Körlüğün kirişi kırılmıştı tabii. K. bir hafta sonra döndüğünde bir daha kimse Liza'nın lafını etmedi.

10 Şubat 2009 Salı

Selim Işık'a ithafen..

"Selâhattin Bey, gençliğini deli gibi geçirdikten, hayatın tadılmadık zevkini bırakmadıktan sonra birdenbire yorgunlaştığını, artık daha fazla koşacak kuvveti olmadığını görmüş, beş sene kadar evvel, bu kendisinden tam on beş yaş küçük kızla evlendirilmişti. Bizim küçük Anadolu şehirlerimizde bu müzmin evlenme hastalığı daima hüküm sürmektedir. En kuvvetliler bile bir iki sene dayanabildikten sonra bu amansız mikroptan yakalarını kurtaramazlar ve kör gibi önlerine ilk çıkanla evleniverirler. Tabii bu evlenmede herhangi bir müşterek hayattan ziyade, erkek için evde bir kadın bulunması; kız için de 'münasipçe bir kısmet' varken kaçırılmaması düşünülmüştür. Bu izdivaç mikrobu, evlendikten sonra faaliyetine başlar: Evvelce bir takım emelleri olan, yükselmek, kendini göstermek, eser vermek isteyen adamlara bir kalenderlik bir lâkaytlık gelir. Evde meram anlatmağa asla imkân olmayan, seviyesi, ahlâk telâkkisi, dünyayı görüşü ve itiyatları büsbütün ayrı bir mahlûkla daimî bir beraberlik insanı dış hayatta da bedbîn yapar ve bütün insanlardan şüpheye düşürür".

(Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf'dan)

4 Şubat 2009 Çarşamba

Kütüphanede esrarengiz bir şair

Senelerdir akşamları ve haftasonları üniversite kütüphanelerine gidiyorum. Öylesine işte, kitaplar ve dergiler arasında takılmak amacıyla... Raflar arasında dolanmak, tesadüfen seçtiğin bir kitaptan üç beş sayfa okumak, sonra başka kitaplarda dergilerde gezinmek okumayı seven için büyük keyif tabii ki, ama daha güzeli bu "takılma" hadisesinin insanı yavaşlatan, içindeki koşuşturmayı eriten, zihnindeki gürültüleri susturan bir kabiliyeti olması.

Sınav zamanları bu huzurlu hal bozuluyor. Dışarının hayatı kütüphaneden içeri giriyor çünkü. Öğrenci milleti koşturuyor, fotokopi çektiriyor, gürültü yapıyor, şamata çıkarıyor, not hesaplıyor... Bir galeyan hali kütüphanenin ritmini bozuyor, sığınağın sığınılacak bir tarafı kalmıyor. (İşte o zaman güzel bir kadınla konuşup bira içmenin güzelliğini hatırlıyorsunuz. Ama konuyu dağıtmayayım.)

Lakin her şeyin bir sonu var tabii. Derken sınav günleri bitiyor, derken akşam oluyor, derken bir anda kütüphanenin misafirleri ait oldukları dışarılara dönüyor.

İşte o zaman kütüphanenin gerçek sahipleri tekrar ortaya çıkıyor. Evet düzenli gelen araştırmacılar, evet yazını kışını orada geçiren yüksek lisans mağdurları ama en çok kütüphane tutunamayanları.

Bende yalan yok, her kütüphanede bir grup tutunamayan yaşar. Doğru düzgün işi olmayan, genelde özensiz hatta gariban giyimli, soluk benizli, yaşında büyük gösteren adamlar... Özellikle akşamları hep oradadırlar. Sürekli hareket halinde, sürekli kapı önlerinde kahve sigara içerek, sürekli ellerinde birer kitap. Ama sanki hiçbir kitabı okumayan, okumaya başlasalar da sonuna varmayan adamlar...

Şimdi takıldığım kütüphanedeki geniş tutunamayanlar ekibi içinde çok ilginç bir tip var. 40 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir abi. Kendisi tam zamanlı şair. Sürekli bilgisayarlardan birinin başında oturup şiir yazıyor. Sonra çıktısını alıyor şiirlerin, düzeltiyor, tekrar yazıyor, tekrar çıktısını alıyor, tekrar düzeltiyor. Böyle saatlerce oturuyor makinenin başında. Arada da yukarı kattaki okuma odasında resim yaparken görüyorum. Tam olarak ne çizdiğini göremedim, uzaktan röntleyebildiğiöm kadarıyla hep küçüklü büyüklü balıklar çiziyor. Öyle karakalem falan da değil. Yanında kocaman bir boya takımıyla dolaşıyor. Nadiren de elinde bir klasik şiir kitabı görüyorum. Bir köşede sessiz sessiz gece yarısına kadar kitabı okuyor.

Bütün bunlar şairi ilgi çekici ve esrarengiz biri yapmaya yeterli kütüphane ahalisi için. Ama dahası var. Herif kıskandıracak derecede yakışıklı. Uzun ince boyu, uzun sarıya çalan kahverengi saçları, sert ve güzel yüz ifadesiyle bir şövalyeyi andırıyor. (Koy Üç Silahşörler'e bir gram sırıtmaz. O derece!) Kütüphanedeki genç kadınların hayranlığını, erkeklerin ise kıskançlığını ateşlediğini söylemek zor değil. Ama şair bu meraklı ahaliye yüz vermiyor, kimseyle konuşmuyor, saatler boyunca sadece kendi işleriyle uğraşıyor.

En son dayanamadım, bugün kapıdaki görevliyle kim olduğunu sordum şairin. "İşsiz güçsüz meczubun teki" dedi. Başka bir şey eklemeye gerek duymadı.

Ama herif Brad Pitt gibi diyecek oldum. Aptalca bir itiraz olacaktı galiba, başka ses etmedim, sustum.

2 Şubat 2009 Pazartesi

Blog'a siyaset sokmak!

Ben bu blogu edebi yazma meselesiyle aramı biraz toplar, düzeltir, ne bileyim bir yazma ritmi ya da disiplini kazandırır vs diye açtım. Malum, (en azından bir kısmımız) hep mekânsızlıktan şikâyet ederiz. Oynayacağızdır da hep yerimiz dardır, yazacağızdır da kendimize ait bir odamız yoktur falan filan. İşte blog hep hissettiğim ama ne olduğunu da hiçbir zaman tam anlayamadığım mekân sorunun çözümünde bir ümitti benim için.

(Zira yazmaktan hep hissettiğim ama ne olduğunu da hiçbir zaman tam anlayamadığım bir şey bekliyordum, bekliyorum. Bir şey. Pasolini'nin ilk romanını ismi gibi: "Bir şey'in rüyası" işte. Bir şey.)

Ama blogu önemsemeye ve arada da olsa bir şeyler çiziktirmeye devam ettikçe giderek yazının yönü değişmeye başladı. Bilgisayarın başına oturduğumda giderek daha çok gündelik siyaset hakkında yazmak istiyordum. (Hayır siyaset hakkında değil, gündelik siyaset hakkında). Sanki on binlerce köşe yazarı, milyonlarca haber yorumcusu arkadaş yetmezmiş gibi. Başta kendimi kontrol etmeye çalıştım, ama olmadı.. Ben de saldım çayıra, mevlam kayıra...

E bu durum tabii ki normal sayılabilir. Her gün gazete okuyan, sevdiği sevmediği bütün köşe yazarlarını satır satır hatmeden (eyvah, işte bu gençliğin bitmekte olduğunun işareti!), aynı haberin farklı gazetelerde, yurt içinde yurt dışında nasıl farklı yansıtıldığını görmek için sabahlayan bir insan nasıl olur da bu bağımlılığı yansıtmaz? Gününün yarısını Türkiye-İsrail ilişkilerinin geleceğini düşünmeye ayırmış bir bünye nasıl olur da biriktirdiği enerjiyi bloguna taşırmaz? Kolay mı içindeki minik köşe yazarına dur demek?!

Ama şimdi fark ediyorum ki mesele biraz da blogun yapısında. Burada gündeliği aşan şeyler yazmak zor, zira gündeliği aşan şeyleri bu yapıda okumak zor. Mesela ince örülmüş, soyut yazmaktan korkmayan ve okuyucudan durmasını, düşünmesini, sabretmesini, başa dönüp tekrar okumasını bekleyen metinlerin yayınlandığı bloglar var. Ama bunları hep bekletiyorum. Yerine artık altı aylık blog okurluğundan sonra biraz da kabak tadı vermeye başlayan "bu sabah kalktım, aynaya baktım, bir de ne göreyim götüm gibi bir yüz, aaaaa!" şeklindeki gündelik notlama bloglarını okuyorum.

Eh işte gündelik siyasetten bahsetmenin gündelik hayatı notlamaktan pek farkı yok. "Bu sabah kalktım, gazeteyi açtım, bir de ne göreyim Başbakan Davos'u birbirine katmamış mı!"

Neticede bu sanal coğrafyada hızlı olmak, çabuk tüketmek, yeniye geçmek, farklı hazlar keşfetmek derken gündeliğin esiri oluveriyoruz. Alain demişti galiba, "düşünmek için durmak lazım" diye, oysa biz çoğunlukla ne durmak ne de fazla düşünmek istiyoruz. Böyle olunca hızlı aşklara, çılgın fantazilere, vurucu tespitlere ve tabii ki gündelik siyasetin heyecanına kapılıp gidiyoruz. Hem anlatıcı hem okuyucu olarak.

Yok asla şunu demiyorum, gündelik hayat blogları fena ya da gündelik siyasetten bahsetmek sığlık falan... Yok yok! Sadece bir eğilim bahsettiğim, bizi alıp götüren ama götürürken bazen ihtiyaç duyacağımız yavaşlama, durma, düşünme, bekleme halini tırpanlayan bir eğilim. Bu tırpana karşı dikkatli olsak diyorum sadece...

Yoksa ben çok seviyorum, "o gün kırmızı eteğimi üstümde görünce aaaa dedi Mahmut, şahanesin kızım! Ay sonra sormayın ben de bir göt kalkması, beni hep kıskanan sarışın yellozda bir yürek burkulması" tadını...

29 Ocak 2009 Perşembe

Bu memleket bizim

İki gündür Taraf gazetesinde eski bir Jitem'cinin anıları yayınlanıyor. Belli ki Pandora'nın kutusu ağzına kadar açıldı. Bu memlekette çok değil on beş sene evvel bu anlatılanların yapılabilmesi, üstüne bunların kimseye duyurulmadan, yargılama yolu bir şekilde kapatılarak, büyük bir kayıtsızlık ortamı yaratılarak yapılabilmesi bizim memleketin hali hakkında çok şey söylüyor.

Düşünün bu kadar büyük bir körlüğü yaratabilmek nasıl bir başarıdır? Yüzlerce insan ortadan kaybolurken, cinayetler, faili meçhullar gırla giderken mazlumların sesini neredeyse tamamıyla duyulmaz kılmak; koca bir toplumu olana biten tüm vahşete karşı sağırlaştırmak, hatta vicdansızlaştırmak nasıl bir başarıdır?

İki gün evvel Gazze operasyonu hakkında İsrail vatandaşlarıyla röportaj yapılıyordu tv'de. Genel olarak diyorlar ki, "iyi bir operasyon oldu ama yetersiz. Biraz daha sürmeliydi. Hamas'ın bitirildiğine inanmıyorum". Bunu diyenler tatlı teyzeler, güzel genç kızlar, sevimli oğlanlar. Tabii buradan bakınca deli oluyor çoğumuz. Öfkeyle soruyoruz: "Yahu, yanıbaşınızda, kuş uçumu mesafede 1300 kişi öldü iki haftada, nasıl bir soğukkanlılıktır bu? Hiç mi sızlamıyor vicdanınız?".

Oysa işte yanıbaşımızda binlerce faili meçhul. Yanıbaşımızda terörle savaş adına dipsiz bir hukuksuzluk.

Ey Türkiye hiç mi sızlamıyor vicdanın?


Röportajın ikinci bölümü için:
http://www.taraf.com.tr/makale/3748.htm

27 Ocak 2009 Salı

Kadın korkusu

Hepimizin malumudur, bu topraklarda herhangi bir bozulmadan, yozlaşmadan ve bunun gibi bilumum hallerden söz edilecekse kadınlara başrol verilir. Kadın bedeninin, kadın kıyafetinin, kadın tavrının değişimi yozlaşmanın, toplumu kaplayan bedbahtlığın açık bir işareti gibi yorumlanır. "İrkekk"imiz değişimden fena halde tırsmakta, bu tırsma hali iç dünyasına kadınını kaybetme korkusu olarak yansımaktadır. Kadının özgürleşmesini her şeyi mahvedecek bir tür terörizm gibi algılar, asayişi tekrar berkemâl etmek için tüm kuvvetiyle gürler. Ayşe Saraçgil'in Bukalemun Erkek kitabını okurken bu durumun hem çok erken hem çok eğlenceli bir örneğine rastladım.

Saatler daha 1750 yılını gösterirken Şem'danı-zâde Süleyman Efendi, Lale Devri'nin sonunun gelişini anlatırken şöyle diyor:

"(...) İyi ailelere mensup genç kız ve kadınlar salıncaklara binerken güçlü kuvvetli gençlerin kendilerini kucaklarına almalarına izin veriyorlar ... ve neşeli şarkılar söyleyerek salıncaklarda uçarken iç çamaşırlarının görünmesine aldırmıyorlar. Bu kuş beyinli kadınlar, kimi kocalarının izniyle, kimi izin almadan, kendilerini bu zevkelere kaptırıyor; insan haklarındandır diyerek parkalara eğlenmeye gidiyor ve kocalarını boşanmakla tehdit edip onlardan zorla para talep ediyorlar. Hiçbir mahallede beşten fazla namuslu kadın kalmadı. Zevcelerin, yiyecek ve giyeceklerin her zamanki nizamı yoldan çıktı".
(Ayşe Saraçgil, Bukalemun Erkek, (İletişim yayınları) s. 47)

Süleyman Efendi bu beş rakamını nasıl belirledi acaba!

24 Ocak 2009 Cumartesi

Akademik konferansa gittim, geleceğim.

Başta haftasonu için harika bir fikir gibi görünüyor. En sevdiğiniz yazarların en ince ruhlusu hakkında İstanbul'un çok süper üniversitelerinden birinde çok süper konferans olacak. Arkadaşınızla sözleşiyorsunuz ve güneşli bir cumartesi sabahı gözler mahmur, beyin kamaşmış halde süper üniversitenin yolunu tutuyorsunuz.

Otobüste ince ruhlu yazarınızın sizi en bedbaht eden kitabını çıkarıyorsunuz. Eğri büğrü çizmişsiniz bazı cümlelerin altlarını. Çizdiğiniz yerlerin okuduğunuz zaman sizde neler uyandırdığını hatırlamaya çalışıyorsunuz. Arkadaşınız elinizdeki kitabı lisede okuyup okuldan kaçtığını falan anlatıyor. Kör olası romantizm, kör olası İstanbul.

Üniversiteye varıyorsunuz. Sora sora konferansın yapılacağı salonu buluyorsunuz. En fazla yarısı dolu salonun. Ne çok arkalarda kalan, ne de tam sahnenin dibinde olan bir yer bulup oturuyorsunuz. Akademik cemaat muhabbet halinde. Uzun zamandır görülmeyen dostlar, havadisler, dedikodular salonu yavaş yavaş ısıtıyor. Derken orta yaşlarda sakallı bir adam "hadi arkadaşlar başlayalım" diyor. Mutlusunuz.

Sahnede en kellisinden dört hoca var. Önce takdim ediliyorlar. Aman Allahım çok süper insanlar. Çok muhteşem şeyler yapmış hepsi. Konuşmaları dinlemek için sabırsızlanıyorsunuz. Sonra teker teker başlıyorlar konuşmaya. İlk konuşmacı önce salonu selamlıyor, kendini sunan kişinin kibar sözlerine teşekkür ediyor ve konuşmaya başlıyor. Ama hayır konuşmaya değil okumaya! İlginç. Heyecansız hatta yorgun bir sesle yarım saate yakın okuyor. Sonra ikinci konuşmacı başlıyor ama şu işe bakın o da okuyor. Allah Allah. Ve üçüncü de aynı şekilde...

E demek ki usül bu. Ama nasıl olur? Baygın, tekdüze sesler; dinlemek için hiç uygun olmayan upuzun cümleler, araya sıkıştırılan İngilizce ve Fransızca açıklanmayan kavramlar... Falan filan feşmekân derken uykunuzun geldiğini hissediyorsunuz.

Ama gözlerinizi açmalı, konsantre olmalısınız. Sizin en ince ruhlu yazarınızdan söz ediliyor şimdi. Bütün kitaplarını okudunuz, kahramanları rüyalarınıza girdi, hatta hatta tüm salak aşk maceralarınızda hep onun yarattığı kadınları aradınız.

Ama yok uyku bastırıyor ve bir bakıyorsunuz yalnız değilsiniz, arkadaşınız gözleri kapanmış bile. Kafanızı kaldırıyorsunuz, aman Allahım salonda bir esneme dalgası en arkadan öne doğru meksika dalgası misali ilerliyor. Dördüncü konuşmacı okurken artık bütün salon uyuşmuş durumda.

Sonra soru faslı başlıyor. Bekliyorsunuz ki biri kalkacak "Yahu uyuttunuz bizi, mevlüte mi geldik kardeşiiiiim!" diye ortalığı birbirine katacak. Yok ama akademi burası. Her kalkan, "efendim bu şahane, bu muhteşem, bu dadından yenmez bildiriler için teşekkürler, şükranlar sizedir" minvalinde laflar söylüyor! Sonra da "peki o romanda şöyle denmiş aşk hakkında, peki şu romanda ne denmiş?" gibisinden yumurta bir soru soruyor. Uykunun baskısına dayanacak haliniz kalmamış durumda. Oh çok şükür yumurta sorular da bitiyor. Ve işte kahve molası...

Yahu demin esneyen uyuklayan kitle bir anda silkinip canavar kesiliyor. Kahveler çaylar yuvarlanıyor, muhabbet güzelleşiyor, arada konuşmacılar yüksek perdeden tebrik ediliyor, haberler dedikodular bir kez daha ama bu sefer daha da bir heyecanla değiş tokuş ediliyor... Derken, tekrar konferans başlıyor. (Başlamasa sayın doçent? Kalsak böyle burada. Bir çay daha içsek? Olmaz mı? Anladım, olmaz. Peki.)

Kabusun ikinci perdesi. Dört yeni konuşmacı. Daha doğrusu dört yeni okuyucu. Dört bayık ses. Birbirinden kasıntılı cümlelerle dolu yazılar. Ve tabii ki uyku, uyku, uyku. Arada sızlanmayla kızgınlık arasında kendi kendinize sorup duruyorsunuz: Niye geldim ben buraya, benim ince ruhlu yazarımın hakkı bu muydu, ona ne yaptılar, onu benden çaldılar. Beh beh beh.

Neyse uzatmayalım, çıkıyorsunuz salondan siz de konferansla beraber bitmişsiniz. Sabahki muhabbetten de heyecandan da eser kalmamış. Bir sürü renksiz ve heyecansız sesten bir sürü uzun, bırakın dinlemeyi okuması zor cümle dinlemişsiniz. Damarlarınızdaki kan donmuş. Arkadaşınız bir şeyler içelim diyor. Günün en güzel teklifi.

Biradan bir yudum alıyorsunuz ve içinizin ısınmaya başladığını hissediyorsunuz. Etrafta kendi halinde konuşan insanlar, anlaşılabilir cümleler duymak ne güzel. Bir yudum daha alıyorsunuz ve derken şiddetli bir öfke beliriyor içinizde.

Evet evet, bu insanlar sizin sevdiğiniz gibi edebiyatı, en azından bu yazarı sevmiyor. Tamam haksızlık etmeyelim, sevgi ölçüt değil. Ama bu yazar hakkında bir şeyler yazıyorlarsa, en azından ne düşündüklerini orada bulunan insanlara anlatabilecek durumda olmaları gerekir değil mi? Oysa gelip ellerindeki kağıtlardaki uzun, çirkin, renksiz cümleleri okumak yaptıkları tek şey. Bre koca adamlar koca kadınlar; eğer bunları okumaksa mesele kitap olarak basın alıp isteyen okusun; yok orada insanlara yüz yüze derdinizi anlatacaksanız bu nasıl bir tavır? Hiç mi rahatsız olmazsınız uyuyan dinleyiciden, "ay çok beğendim" riyasından, yumurta sorulardan?

Biranızdan bir yudum daha alıyor ve arkadaşınıza "bu işler böyle" diyorsunuz. Bir düzen kurulmuş, bir biçim oluşturulmuş ve kimse sesini çıkarmadan düzen kendi halinde akıp gidiyor. Payeler alınıyor, doçentler profesör oluyor, cv'ler genişliyor. Sonra da herkes birbirine "yazınız beni aydınlattı, teşekkür ediyorum" diyor. Eh bu işler böyle.

İşte yine aynı yerdesiniz. Hayatta en çok söylediğiniz, o büyük teslim cümlesinde:
Bu işler böyle.

22 Ocak 2009 Perşembe

Dayanmak kolay mı?

Wikipedia'dan J.M. Coetzee'nin muazzam disiplinli bir adam olduğunu öğrendim. Ne sigara ne içki içermiş. Et yemezmiş. Formda kalmak için saatlerce pedal tepermiş.

Okuyanlar bilecek bu adamın yazdığı şeylerle uğraşmak her ölümlünün harcı değil. Asla gülümsemeyen, her anı kahır dolu yüzleşmelerle dolu kitapların yazarıdır Coetzee. Kendilerine bakan, güçsüzlüklerini gören, hayatın trajedisi karşısında icat edilen oyunların çocuksuluğundan bıkmış karakterlerin hikayelerini anlatır.

Okuması günlerce tedirgin eden, bunaltan, ruh yoran metinlerin yazarı olmak nasıl bir şeydir? Bu ilkel soruyu sıkça soruyorum kendime.

Bir tarafta yazmaktan başka çıkış bulamayan ve yaza yaza kendini tüketenler var. Örneğin Pessoa. Elbette 50 yaşını göremeyecekti. Tüm büyük mizahına rağmen kanını içine akıtıp duruyordu çünkü. Ya da Pavese. 42 yaşında intihar etmişse, dünyada işi bittiğinden, yapacağını yaptığından falan değil artık dayanacak gücü kalmadığındandır. Kafka'ya ne demeli? 40'ını bile görememesi hızlı yaşayıp genç ölmesinden mi?

Bu dizi çok gider daha ama burada durayım. İçler daha fazla kararmasın.

İşte bütün bu genç adamların karşısında yıkılıp gittiği maceraya meydan okumak mümkün değil mi? Dayanmayı başararak yazmak, daha da kuvvetlenerek, kendini daha da erkek kılarak yazmak, sıkıntıları def etmeden ama onlara yenilmeden yazmak...

Ne diyordu düşünür, "uçuruma bakarsan, uçurum da sana bakacaktır". İşte uçuruma bakmaya devam ederek, onun korkunçluğunu, yani yaşamın ta kendisini iliklerine kadar hissederek dayanmayı başarabilmek. Zayıf bedeni alt ederek, zayıf ruhu alt ederek ama alt ettikçe yani kazandıkça "durma, uçuruma sırtını dön" diyenlerin tatlı, şehvetli, sarhoş eden çağrılarına aldırmadan devam edebilmek.

Bunu yapabiliyor bence Coetzee. Diğerlerinin dayanamadığı, son verdiği oyuna kendini sürekli terbiye ederek kafa tutuyor.

Az şey değil bu.

21 Ocak 2009 Çarşamba

Aylak Adam neden içer?

"Ben çoğu geceler içiyorum. Şakağımdaki ağrıyı duymamak için, iştah açmak için falan diyorum ama değil, biliyorum. Bir çeşit umutsuzluktan kurtulmak için içiyorum. Belki kendi kendimden. İki çeşit içen vardır. Biri, benim gibi, kurtuluşu içkiden beklemenin utancıyla içer. Bir de şu çevrendekilere bak. Bunlar neden içiyorlar? Toplum içinde yaşamanın baskısını, yükünü hafifletmek için. Çekinmeden bağırmak, yüksek sesle gülmek için. Dışarıda bağırmak, kahkaha atmak yasaktır. Sokakta hiç gülmemek için burada gülerler. Böylesi az içer. Ya ben? İçiyorum da kurtulabiliyor muyum? Belki yalnız baş ağrısından..."

Yusuf Atılgan, Aylak Adam'dan...

19 Ocak 2009 Pazartesi

Solgun bir gül oluyor dokununca ya da bugün 19 Ocak



çoklarından düşüyor da bunca
görmüyor gelip geçenler
eğilip alıyorum
solgun bir gül oluyor dokununca

ya büyük şehirlerin birinde
geziyor kalabalık duraklarda
ya yurdun uzak bir yerinde
kahve, otel köşesinde
nereye gitse bu akşam vakti
ellerini ceplerine sokuyor
sigaralar, kağıtlar
arasından kayıyor usulca
eğilip alıyorum, kimse olmuyor
solgun bir gül oluyor dokununca

ya da yalnız bir kızın
sildiği dudak boyasında
eşiğinde yine yorgun gecenin
başını yastıklara koyunca
kimi de gün ortası yanıma sokuluyor
en çok güz ayları ve yağmur yağınca
alçalır ya bir bulut, o hüzün bulutunda.
uzanıp alıyorum, kimse olmuyor
solgun bir gül oluyor dokununca.

ellerde, dudaklarda, ıssız yazılarda
akşamlara gerili ağlara takılıyor
yaralı hayvanlar gibi soluyor
bunalıyor, kaçıp gitmek istiyor
yollar, ya da anılar boyunca.
alıp alıp geliyorum, uyumuyor bütün gece
kımıldıyor karanlıkta, ne zaman dokunsam
solgun bir gül oluyor dokununca.

Behçet Necatigil

18 Ocak 2009 Pazar

Dünyanın Vicdanı.

Malum, Tayyip Erdoğan'ın İsrail'in son Gazze saldırıları hakkında söylediği sert sözler büyük yankı yarattı. Ben de bugün biraz İngilizce basını taradım tepkileri görmek için. Yahudilerde, biraz da tahmin edileceği gibi, ciddi bir öfke oluşturmuş Erdoğan'ın son tavrı.

Ama her zaman olduğu gibi en güzeli okur yorumları. Meşhur Haaretz gazetesi Erdoğan'ın son çıkışları üzerinde birkaç kere ciddiyetle durmuş ve gazetenin okurları bu haberlere fazlasıyla ilgi göstermiş. Örneğin:

http://www.haaretz.com/hasen/spages/1056158.html

Önce Dünyanın çeşitli yerlerinden Yahudilerin yorumları var. Diyorlar ki, "Sen önce kendine bak Ermenileri kestin, hemen soykırım yasasını çıkaralım", ya da "aynı şeyi sen de Kürtlere yapıyorsun" ya da "Bunlar iyice İslamcı oldu, Avrupa bunları almasın". Bazı Türk arkadaşlar boş durmamış cevap vermiş. Diyorlar ki "Arada fark Kürt teröristler dağda, sen şehri çoluk çocuk demeden bombalıyorsun", "Biz Ermenileri kesmedik, Ermeniler bizi kesti" falan. Tabii arada Erdoğan'a giydirme fırsatını kaçırmayan Milliyet yorumcuları (!) da var: "He yav hakkaten İslami devlet oluyoruz giderek" diyip renk katmışlar.

Bir Allah kulu da çıkıp demiyor ki, yav kardeşim ben bizzat kendim devlet miyim, devletin temsilcisi miyim, niye "yok efendim sen öyle yaptın, ben öyle yapmadım" diyip kıvranıyorum, neden kavimcilik yapıyorum, neden suçun ve cezanın kavimlerüstü bir tanımını aramıyorum? YOK! Olabilir mi? Herkes haklı, herkes temiz, hep karşı taraf suçlu. Büyük şairimizin dediği ve olmasını istediği gibi, iki taraf olmuşuz kartopu oynuyoruz.

Taraf olmayan bertaraf olurmuş. Bundan daha riyakâr söz var mı? Kardeşim, kartopunu al başına çal, lanet olsun oyununa da, kartopunun içindeki taşına da, eldivenli iyi beslenmiş çocukların eldivensiz kötü giyimli garibanların anasını ağlatmasına da da da da... Niye diyemiyoruz?

Ama var işte diyenler, var işte Dünyanın vicdanı. O vicdana, çoğunluk duymasa da her şeye rağmen ses veren ince ruhlar var. Bugün John Berger'in yazısını ve Marcos'un konuşmasını okumak bana kuvvet verdi:

http://www.bianet.org/bianet/kategori/biamag/111979/aglayan-bir-yer

http://www.daplatform.com/news.php?nid=3930

Ama en güzeli Roni Margulies'le yapılmış söyleşi. Bu cesur adamın tavrı, aklıselimi, inadı nasıl takdir edilmesin?

http://ww.bianet.org/bianet/kategori/biamag/111963/israilin-her-saldirisi-yahudi-dusmanligini-yukseltiyor

Yok yanlış anlaşılmasın. Kartopu oynamaya çıkmalı yeri geldiğinde. Ama önce kartoplarından taşları çıkarmayı, eldivensizlere eldiven dağıtmayı, küçük çocukların küçüklüğüne ihtimam göstermeyi öğrenmeli; bütün bunları dert etmeyi bilmeli.

12 Ocak 2009 Pazartesi

Çılgın Kızın Aşk Şarkısı

Yumuyorum gözlerimi, yıkılıp ölüyor dünya
Yeniden doğuyor açınca gözlerimi
(Kafamın içinde yarattım seni galiba)

Yıldızlar dansediyor mavilerle, kırmızılarla
Dört nala geliyor keyfince karanlık
Yumuyorum gözlerimi, yıkılıp ölüyor dünya

Beni büyüyle çektin yatağa, bunu düşledim
Şarkılar söyledin çılgınca, delice öptün
(Kafamın içinde yarattım seni galiba)

Tanrı düşüyor gökten, sönüyor cehennem ateşleri
Çekip gidiyor melekler de şeytanın adamları da
Yumuyorum gözlerimi, yıkılıp ölüyor dünya

Söylediğin gibi dönersin demiştim
Ama yaşlanıyorum artık, unuttum adını
(Kafamın içinde yarattım seni galiba)

Bir fırtına kuşunu sevmeliydim senin yerine
Bahar gelince gökyüzünü basarlar hiç değilse
Yumuyorum gözlerimi, yıkılıp ölüyor dünya
(Kafamın içinde yarattım seni galiba)

Slyvia Plath
Çev. Handan Saraç


Mad Girl's Love Song

I shut my eyes and all the world drops dead;
I lift my lids and all is born again.
(I think I made you up inside my head.)

The stars go waltzing out in blue and red,
And arbitrary blackness gallops in:
I shut my eyes and all the world drops dead.

I dreamed that you bewitched me into bed
And sung me moon-struck, kissed me quite insane.
(I think I made you up inside my head.)

God topples from the sky, hell's fires fade:
Exit seraphim and Satan's men:
I shut my eyes and all the world drops dead.

I fancied you'd return the way you said,
But I grow old and I forget your name.
(I think I made you up inside my head.)

I should have loved a thunderbird instead;
At least when spring comes they roar back again.
I shut my eyes and all the world drops dead.
(I think I made you up inside my head.)

11 Ocak 2009 Pazar

Şiir

Dylan Thomas, "iyi şiir dünyanın şeklini değiştirip onu daha güzel kılar" demişti.

Bugün güzel bir gün geçirdim. Akşama kadar çalıştım. Sonra bir arkadaşa yemeğe gittim. Ardından da komünistlerin dans ettiği bir yere gittik. Evet evet komünistlere ait değil, komünistlerin dans ettiği.

Güzel, eğlenceli, ferah şarkılar çalıyorlardı, herkes tatlı tatlı dans ediyordu.

Uzun, ince, kumral bir kız iki saat boyunca pistin ortasında tek başına dans etti. Çok güzeldi, dizlerinde biten açık yeşil bir etek giymişti ve yalın ayaktı.

Şiirdi. Varlığını müzikte serbest bırakarak dünyanın şeklini değiştiyor, dans ettikçe onu güzelleştiriyordu.

(Herkes sarhoştu ama kıza ne sarkan, ne karışan, ne eşlik etmeye kalkan oldu. Şiire saygı duyanları da takdir etmek gerekir.)

7 Ocak 2009 Çarşamba

Dağlarca'nın halleri

Varlık'ın Aralık 2008 sayısında Kadıköy'ün simgelerinden sokak şairi Nurullah Can yakın zamanda bu dünyayı terk eden büyük ozan Dağlarca ile olan anılarını yazmış. Çok matrak anekdotlar var. Nurullah Can'dan geliyor!

"1979 Eylül ayında orta halli bir lokantada rakısını içerken yanına yaklaşıp o günlerde yeni basılmış ikinci kitabım Memleket Çocukları'nı imzalayıp verdim. Tek forma ve kapaksız bir kitapçıktı. Masasına öyle kimseyi oturtmazmış. O gece karşısına oturmak isteyen Behzat Ay'ı hemen kaldırttı. Behzat Ay'ın hemen sarhoş olduğunu ve içmesini bilmediğini söyledi. Tam o sırada rakı kadehini devirdi ve benim şiir kitabımla mermer masadaki rakıları sildi. Kitap kuruyunca üstüne hemen şu dizeleri yazdı. Eşittir / kurbanların evet dediği / koyunların / hayır dediğine. Bu nüshayı hâlâ saklıyorum." (29)

Çok güzel hareket hakikaten. Adam sana şiir kitabı getirsin sen kalk o kitapla masayı sil!! Ama işte nasıl bir şair özgüveni. Gün gelip böyle dergilerde yazılacağını biliyor olmalı. Hem de gurur duyularak. Peki şuna ne demeli:

"Dağlarca ev edinmek istemezdi. Ev sahibi olunca kişide bir tür bağımlılık oluştuğunu ve değişik semtleri görme olanağının kalmadığını söylerdi. Ancak o yıllarda bir ev sahibi ile tehlikeli bir kavgaya tutuşmuş, ev sahibi Dağlarca'nın kafasına tabure ile vurmuş, o da keserle karşılık vermişti. Bu olay basında yer almış ve günlerce konuşulmuştu. Bunun üzerine ev aldı ve bu gibi dertlerden kurtuldu." (29)

Nurullah Can çok dert çekmiş Dağlarca ile olan ahbaplığında:

"Şiir üzerine pek konuşmaz ve kimsenin şiirine karışmazdı. Beğenmediği şiirlerin şairlerine ise denizi gösterir ve 'oraya atın' derdi. Bana da 'iyi bir şiir yazsan da okusak' dedi yıllarca. Sonunda 1987'de "Cumhuriyette Üsküdar Çeşmesi" şiirim yayınlanmış ve nasılsa onu beğenmişti." (30)

Ama tabii sabır da bir yere kadar:

"En sonunda 1992'de darıldık. Vergi iade zarfını getirmiş, vermiştim [Dağlarca'nın iade zarflarını N. Can doldururmuş hep!]. Kendi hesabıyla benimki arasında çok küçük bir fark vardı. Bu farkla ancak 3 bardak çay içilebilirdi. Kendisinin Harp Okulu'unda matematik okuduğunu ve yanlışlık yapmayacağını söyledi. Masada kimse yoktu ama nedense çok alınganlık gösterdi. Bu fişleri içkiliyken topluyor ve bazen de fişlerdeki içki tutarlarını düşmüyordu. Bir tatsızlık oldu ve bir daha bir araya gelmedik. Herkesi küstürdüğünden kahvede artık yalnız oturuyordu." (31)

Ne huysuz ihtiyarmış böyle koca Fazıl Hüsnü.

5 Ocak 2009 Pazartesi

Öfke

Günlerdir Gazze'de olan biteni seyrediyoruz. Çok insanın vicdanı acıyor, çok insan bu işin nereye gideceğini bilmiyor. Kim demişti hatırlamıyorum "dramatik, yerde yatan ölüye atılan tekmedir" diye; ama işte olanlar bana fazlasıyla dramatik geliyor. Sanki iri kıyım bir herif, güçsüz, kendisine karşı gelemeyecek bir çocuğun göz göre göre kolunu kırıyor (Geçen sene Nevruz gösterileri sırasında polisin küçük bir çocuğa reva gördüğü adalet).

Ama öfkelenmeyenler de var. Dramatik bulmayanlar. Normal bulanlar. Olanları bir karşılık olarak görenler. Daha demin korkunç dahimiz Lubos'un şu yazısı sabahın dördünde kanımı dondurdu:

http://motls.blogspot.com/2009/01/czech-eu-presidency-israel-is-defending.html

İsrail teröristlere karşı kendini savunuyor, arada da birkaç sivil ölcek tabii, olacak o kadar diyor.

Okuyup can sıkıntısıyla kapattım bilgisayarı. Yatağa girdim. Ama uyuyamadım.

İçim korkunç bir öfkeyle kavruldu. Yok İsrail'e ya da Lubos'a karşı değil. Hamas'ın şu aptal hiçbir halta yaramaz roketlerine, bu aptal roketleri aptalca oraya buraya savurma ısrarına, savunma adı altında yapılan bu büyük dangalaklığa karşı.

Buna savaş mı diyorsunuz, al sana savaş işte. Zaten yokluktan kırılan bir şehrin ağzını burnunu dağıttılar. Hesap mı soracak şimdi direnişin şanlı Kassam'ları?

Bilmiyorum doğru bir öfke mi bu. (Öfkenin doğrusu olur mu gerçi?). Ama bu çaresizliğin, bu dramatikliğin tüm sebepleri insanın karnını ağrıtıyor işte.

3 Ocak 2009 Cumartesi

3. Bölüm

On yıl evveldi, 22 yaşındaydım. Üniversiteydim. Fakülte binasına hayalet gibi, arka kapıdan giriyor, kimse fark etmeden yine arka kapıdan çıkıyordum.
Yani üniversitedeydim.
Aylar, seneler bana sormadan geçiyordu; onlar geçerken ben başımı öne eğiyordum. Annem önüne baksana diyordu, o öyle diyince kafamı kaldırıyordum. Önüne baksana salakoğlan! Bakıyorum ya işte.
Sonra tekrar gözlerim yerde kapıdan çıkıyordum.
Sanki hep yağmur yağıyordu, sanki senenin altı ayında güneş yoktu da, Balkanlardan soğuk hava dalgası benim üstüme üstüme geliyordu. Hep kalın giyiniyordum. Mahalleden çıkarken tok sesli bakkal, hava sıcak be çocuk yanacaksın diyordu, hayırlı işler abi diyip yola devam ediyordum.
Sağa dönüyordum, mahalle bitiyordu.
Sanki biraz rahatlıyordum.
Her sağa dönüşte, göz menzilinden çıkar çıkmaz koşmaya başlayacakmışım gibi oluyordu. Zıpkın gibi fırlayacağım ve derken fonda bol davullu bir cıngıl.
Olmuyordu, koşmuyordum.
İstifimi bozmadan devam ediyordum yoluma, iki otobüs değiştirip kapısında polis abilerin beklediği kapıya geliyordum.
(Ne de kendine güvenli adamlardı öyle! Yüksek, erkek bir tondan şakalaşırlardı hep birbirleriyle.)
Kimlik diyorlardı, kafamı kaldırmadan gösteriyordum.
Geç, bile demiyorlardı, geçiyordum.
Kantine girdiğimde hep aynı ses tarafından ismim çağrılıyordu:
Rehaaaa.
Gürcan hep aynı yerde oturuyor oluyordu, bir robot gibi yanına seğirtiyordum. Uzatmalı arkadaşım önünde koca bir su bardağında çayı, yüzünde aynı aptal gülümsemesi yanına varmamı bekliyordu. Oturur oturmaz burnunu yüzüme kadar sokup aynı soruyu soruyordu:
Kızlar nerde laaaaan? Ahahahah!
Zoraki gülümsüyordum, o hiç durmadan kahkaha atıyordu.
Kızlar nerde laaaaaan? Ahahahah!.
Çakal, naptın kızları? Ahahahah!
Kafamı kaldırıp etrafa bakıyordum. Kızlar her yerdeydi.
Oğlum görüyor musun şu sarışını? Görüyorum. Oğlum bir meme var hatunda. Kıvam kıvam! Ahahahah!
Gürcan arada gidip hep bana hem kendine çay alıyor, sonra kaldığı yerden devam ediyordu.
Sonra arada ben derse gidiyordum. Gittiğimde henüz kimse gelmemiş oluyordu, gidip en arka sıraya oturuyordum. Çantamdan alelacele bir kitap çıkarıp, içine gömülüyordum. Derken onlar gelmeye başlıyordu. Konuşarak, şakalaşarak, selamlaşarak; bin bir gürültüyle basıyorlardı sınıfı, kalabalık arttıkça kitabımı daha sıkı tutuyor, burnuma kadar dayıyordum. Ders başlasaydı bari bir an önce. Ders başlasaydı, ders, ders, ders...
Ders başlıyordu ve çok geçmeden bir rahatlık çöküyordu üstüme; tüm kaslarım gevşiyordu ve uyuklamaya başlıyordum. Uyuklamasam ne iyi olurdu! Kendime böyle söyleyip tüm ders boyunca göz kapaklarımın üzerindeki koca yükle mücadele ediyordum. Olmuyordu. Zihnimi tutamıyordum. Uyuklamadığım anlarda hocanın hep bana baktığını düşünüp ürküyordum. Ama bu korkulu his de yetmiyordu, kendimi uykunun karanlığından çekip çıkaramıyordum. Ders bitseydi, ders, ders, ders...
Ders bitiyordu ve Gürcan’ına yanına gidiyordum.
Nasıldı abi sınıftaki kızlar, bombaydı de mi? Ahahahah!
Kızlar bombaydı, diyordum.
Hay yaşa diyordu Gürcan, dur bir çay daha alayım.
Gürcan çay almaya gidiyordu ve zihnimin koca bir çölden ibaret olduğunu düşünüyordum..

Zihnim bir çölden ibaretti ve onun karanlığında her şey kendini yeniden tekrarlıyordu..

Gürcan çay alacaktı, Gürcan kahkaha atacaktı, hava kararacaktı, mahalleye dönülecekti, bakkaldan ekmek alınacaktı, anneyle sofraya oturulacaktı, televizyon başında kalınacaktı, iç sıkıntısı dayanılmaz olduğunda yatmaktan başka çare kalmayacaktı.

1 Ocak 2009 Perşembe

TRT Şeş!

İnternet üzerinden Trt 6'nın açılış programını seyrediyorum. Hiç beklemediğim bir etki yaptı bende, duygudan duyguya savruluyorum!

Ön tarafa bir sürü bakan dizilmiş. Güle oynaya alkış tutuyorlar sahnedeki sanatçılara. Yüzlerinde samimi bir mutluluk var galiba. Ne acayip iş bu! Rüya mı kardeşim, biri dürtüp uyandırsın lütfen. Kafam karışıyor iyice. Ne desem bilmiyorum.

Onlara baktıkça kâh gözlerim doluyor kâh öfkeye boğuluyorum.

Tüm çocukluk maceram hepimiz gibi ağzına kadar "Kürt meselesi" denen ürkütücü tecrübeyle dolu. Bu meselenin yarattığı şiddetle, öfkeyle, kinle değil sadece; çarpıtılmış bir tarih, çarpıtılmış bir toplum algısıyla da. Yıllarca körlük telkin edilmedi mi benim güzel memleketimde? Ortada sorun yok, farklılık yok, sadece terör var diye ezberlememiz; bu ezbere uymayanların yok edilmesinin, başının ezilmesinin mubah olduğunu kabul etmemiz istenmedi mi? (İstemek pek zayıf kalıyor burada ya, neyse..) Bunun sonunda geldiğimiz noktada giderek ırkçılığa dönüşen, içtiğimiz suyu yediğimiz ekmeği zehirleyen bir halin aktörleri değil miyiz şimdi?

Peki ne o zaman bu türküler, nerden çıktı bu şiirler, kim doğurdu bunları okuyanları? Meğer böyle olabiliyordu, meğer varacağımız yer buydu bu kadar şiddet bu kadar baskı bu kadar yok sayma ne içindi? Neyi başardık bu kadar ölümle, kime faydası oldu bunca karanlık yılın? Yirmi beş sene önce bu memlekette bir Kürtçe televizyon olsa daha mı kötü olacaktı her şey bugünden?

İnsanoğlu çok zaman şu basit hayatı karmaşıklaştırıyor, yetmiyor ustalıkla korkunçlaştırıyor. Mahzenlerle, mahpushanelerle dolu küçücük hayatlarımız. Adamın anadili bu işte, ilk ninnisini bu dilde söylemiş, anasıyla bu dilde söyleşmiş; şimdi kalkıp buna "bilinmeyen dil" demek hangi vicdana sığar, nasıl meşrulaştırılır?

En az memleketi kadar şizofren o büyük şairin anasının uyuşmuş ayağına dediğini bu memleketin kendi uyuşmuş vicdanına söylemesi gerekmiyor mu artık:

Kalk düğüne gidelim.