29 Ocak 2009 Perşembe

Bu memleket bizim

İki gündür Taraf gazetesinde eski bir Jitem'cinin anıları yayınlanıyor. Belli ki Pandora'nın kutusu ağzına kadar açıldı. Bu memlekette çok değil on beş sene evvel bu anlatılanların yapılabilmesi, üstüne bunların kimseye duyurulmadan, yargılama yolu bir şekilde kapatılarak, büyük bir kayıtsızlık ortamı yaratılarak yapılabilmesi bizim memleketin hali hakkında çok şey söylüyor.

Düşünün bu kadar büyük bir körlüğü yaratabilmek nasıl bir başarıdır? Yüzlerce insan ortadan kaybolurken, cinayetler, faili meçhullar gırla giderken mazlumların sesini neredeyse tamamıyla duyulmaz kılmak; koca bir toplumu olana biten tüm vahşete karşı sağırlaştırmak, hatta vicdansızlaştırmak nasıl bir başarıdır?

İki gün evvel Gazze operasyonu hakkında İsrail vatandaşlarıyla röportaj yapılıyordu tv'de. Genel olarak diyorlar ki, "iyi bir operasyon oldu ama yetersiz. Biraz daha sürmeliydi. Hamas'ın bitirildiğine inanmıyorum". Bunu diyenler tatlı teyzeler, güzel genç kızlar, sevimli oğlanlar. Tabii buradan bakınca deli oluyor çoğumuz. Öfkeyle soruyoruz: "Yahu, yanıbaşınızda, kuş uçumu mesafede 1300 kişi öldü iki haftada, nasıl bir soğukkanlılıktır bu? Hiç mi sızlamıyor vicdanınız?".

Oysa işte yanıbaşımızda binlerce faili meçhul. Yanıbaşımızda terörle savaş adına dipsiz bir hukuksuzluk.

Ey Türkiye hiç mi sızlamıyor vicdanın?


Röportajın ikinci bölümü için:
http://www.taraf.com.tr/makale/3748.htm

27 Ocak 2009 Salı

Kadın korkusu

Hepimizin malumudur, bu topraklarda herhangi bir bozulmadan, yozlaşmadan ve bunun gibi bilumum hallerden söz edilecekse kadınlara başrol verilir. Kadın bedeninin, kadın kıyafetinin, kadın tavrının değişimi yozlaşmanın, toplumu kaplayan bedbahtlığın açık bir işareti gibi yorumlanır. "İrkekk"imiz değişimden fena halde tırsmakta, bu tırsma hali iç dünyasına kadınını kaybetme korkusu olarak yansımaktadır. Kadının özgürleşmesini her şeyi mahvedecek bir tür terörizm gibi algılar, asayişi tekrar berkemâl etmek için tüm kuvvetiyle gürler. Ayşe Saraçgil'in Bukalemun Erkek kitabını okurken bu durumun hem çok erken hem çok eğlenceli bir örneğine rastladım.

Saatler daha 1750 yılını gösterirken Şem'danı-zâde Süleyman Efendi, Lale Devri'nin sonunun gelişini anlatırken şöyle diyor:

"(...) İyi ailelere mensup genç kız ve kadınlar salıncaklara binerken güçlü kuvvetli gençlerin kendilerini kucaklarına almalarına izin veriyorlar ... ve neşeli şarkılar söyleyerek salıncaklarda uçarken iç çamaşırlarının görünmesine aldırmıyorlar. Bu kuş beyinli kadınlar, kimi kocalarının izniyle, kimi izin almadan, kendilerini bu zevkelere kaptırıyor; insan haklarındandır diyerek parkalara eğlenmeye gidiyor ve kocalarını boşanmakla tehdit edip onlardan zorla para talep ediyorlar. Hiçbir mahallede beşten fazla namuslu kadın kalmadı. Zevcelerin, yiyecek ve giyeceklerin her zamanki nizamı yoldan çıktı".
(Ayşe Saraçgil, Bukalemun Erkek, (İletişim yayınları) s. 47)

Süleyman Efendi bu beş rakamını nasıl belirledi acaba!

24 Ocak 2009 Cumartesi

Akademik konferansa gittim, geleceğim.

Başta haftasonu için harika bir fikir gibi görünüyor. En sevdiğiniz yazarların en ince ruhlusu hakkında İstanbul'un çok süper üniversitelerinden birinde çok süper konferans olacak. Arkadaşınızla sözleşiyorsunuz ve güneşli bir cumartesi sabahı gözler mahmur, beyin kamaşmış halde süper üniversitenin yolunu tutuyorsunuz.

Otobüste ince ruhlu yazarınızın sizi en bedbaht eden kitabını çıkarıyorsunuz. Eğri büğrü çizmişsiniz bazı cümlelerin altlarını. Çizdiğiniz yerlerin okuduğunuz zaman sizde neler uyandırdığını hatırlamaya çalışıyorsunuz. Arkadaşınız elinizdeki kitabı lisede okuyup okuldan kaçtığını falan anlatıyor. Kör olası romantizm, kör olası İstanbul.

Üniversiteye varıyorsunuz. Sora sora konferansın yapılacağı salonu buluyorsunuz. En fazla yarısı dolu salonun. Ne çok arkalarda kalan, ne de tam sahnenin dibinde olan bir yer bulup oturuyorsunuz. Akademik cemaat muhabbet halinde. Uzun zamandır görülmeyen dostlar, havadisler, dedikodular salonu yavaş yavaş ısıtıyor. Derken orta yaşlarda sakallı bir adam "hadi arkadaşlar başlayalım" diyor. Mutlusunuz.

Sahnede en kellisinden dört hoca var. Önce takdim ediliyorlar. Aman Allahım çok süper insanlar. Çok muhteşem şeyler yapmış hepsi. Konuşmaları dinlemek için sabırsızlanıyorsunuz. Sonra teker teker başlıyorlar konuşmaya. İlk konuşmacı önce salonu selamlıyor, kendini sunan kişinin kibar sözlerine teşekkür ediyor ve konuşmaya başlıyor. Ama hayır konuşmaya değil okumaya! İlginç. Heyecansız hatta yorgun bir sesle yarım saate yakın okuyor. Sonra ikinci konuşmacı başlıyor ama şu işe bakın o da okuyor. Allah Allah. Ve üçüncü de aynı şekilde...

E demek ki usül bu. Ama nasıl olur? Baygın, tekdüze sesler; dinlemek için hiç uygun olmayan upuzun cümleler, araya sıkıştırılan İngilizce ve Fransızca açıklanmayan kavramlar... Falan filan feşmekân derken uykunuzun geldiğini hissediyorsunuz.

Ama gözlerinizi açmalı, konsantre olmalısınız. Sizin en ince ruhlu yazarınızdan söz ediliyor şimdi. Bütün kitaplarını okudunuz, kahramanları rüyalarınıza girdi, hatta hatta tüm salak aşk maceralarınızda hep onun yarattığı kadınları aradınız.

Ama yok uyku bastırıyor ve bir bakıyorsunuz yalnız değilsiniz, arkadaşınız gözleri kapanmış bile. Kafanızı kaldırıyorsunuz, aman Allahım salonda bir esneme dalgası en arkadan öne doğru meksika dalgası misali ilerliyor. Dördüncü konuşmacı okurken artık bütün salon uyuşmuş durumda.

Sonra soru faslı başlıyor. Bekliyorsunuz ki biri kalkacak "Yahu uyuttunuz bizi, mevlüte mi geldik kardeşiiiiim!" diye ortalığı birbirine katacak. Yok ama akademi burası. Her kalkan, "efendim bu şahane, bu muhteşem, bu dadından yenmez bildiriler için teşekkürler, şükranlar sizedir" minvalinde laflar söylüyor! Sonra da "peki o romanda şöyle denmiş aşk hakkında, peki şu romanda ne denmiş?" gibisinden yumurta bir soru soruyor. Uykunun baskısına dayanacak haliniz kalmamış durumda. Oh çok şükür yumurta sorular da bitiyor. Ve işte kahve molası...

Yahu demin esneyen uyuklayan kitle bir anda silkinip canavar kesiliyor. Kahveler çaylar yuvarlanıyor, muhabbet güzelleşiyor, arada konuşmacılar yüksek perdeden tebrik ediliyor, haberler dedikodular bir kez daha ama bu sefer daha da bir heyecanla değiş tokuş ediliyor... Derken, tekrar konferans başlıyor. (Başlamasa sayın doçent? Kalsak böyle burada. Bir çay daha içsek? Olmaz mı? Anladım, olmaz. Peki.)

Kabusun ikinci perdesi. Dört yeni konuşmacı. Daha doğrusu dört yeni okuyucu. Dört bayık ses. Birbirinden kasıntılı cümlelerle dolu yazılar. Ve tabii ki uyku, uyku, uyku. Arada sızlanmayla kızgınlık arasında kendi kendinize sorup duruyorsunuz: Niye geldim ben buraya, benim ince ruhlu yazarımın hakkı bu muydu, ona ne yaptılar, onu benden çaldılar. Beh beh beh.

Neyse uzatmayalım, çıkıyorsunuz salondan siz de konferansla beraber bitmişsiniz. Sabahki muhabbetten de heyecandan da eser kalmamış. Bir sürü renksiz ve heyecansız sesten bir sürü uzun, bırakın dinlemeyi okuması zor cümle dinlemişsiniz. Damarlarınızdaki kan donmuş. Arkadaşınız bir şeyler içelim diyor. Günün en güzel teklifi.

Biradan bir yudum alıyorsunuz ve içinizin ısınmaya başladığını hissediyorsunuz. Etrafta kendi halinde konuşan insanlar, anlaşılabilir cümleler duymak ne güzel. Bir yudum daha alıyorsunuz ve derken şiddetli bir öfke beliriyor içinizde.

Evet evet, bu insanlar sizin sevdiğiniz gibi edebiyatı, en azından bu yazarı sevmiyor. Tamam haksızlık etmeyelim, sevgi ölçüt değil. Ama bu yazar hakkında bir şeyler yazıyorlarsa, en azından ne düşündüklerini orada bulunan insanlara anlatabilecek durumda olmaları gerekir değil mi? Oysa gelip ellerindeki kağıtlardaki uzun, çirkin, renksiz cümleleri okumak yaptıkları tek şey. Bre koca adamlar koca kadınlar; eğer bunları okumaksa mesele kitap olarak basın alıp isteyen okusun; yok orada insanlara yüz yüze derdinizi anlatacaksanız bu nasıl bir tavır? Hiç mi rahatsız olmazsınız uyuyan dinleyiciden, "ay çok beğendim" riyasından, yumurta sorulardan?

Biranızdan bir yudum daha alıyor ve arkadaşınıza "bu işler böyle" diyorsunuz. Bir düzen kurulmuş, bir biçim oluşturulmuş ve kimse sesini çıkarmadan düzen kendi halinde akıp gidiyor. Payeler alınıyor, doçentler profesör oluyor, cv'ler genişliyor. Sonra da herkes birbirine "yazınız beni aydınlattı, teşekkür ediyorum" diyor. Eh bu işler böyle.

İşte yine aynı yerdesiniz. Hayatta en çok söylediğiniz, o büyük teslim cümlesinde:
Bu işler böyle.

22 Ocak 2009 Perşembe

Dayanmak kolay mı?

Wikipedia'dan J.M. Coetzee'nin muazzam disiplinli bir adam olduğunu öğrendim. Ne sigara ne içki içermiş. Et yemezmiş. Formda kalmak için saatlerce pedal tepermiş.

Okuyanlar bilecek bu adamın yazdığı şeylerle uğraşmak her ölümlünün harcı değil. Asla gülümsemeyen, her anı kahır dolu yüzleşmelerle dolu kitapların yazarıdır Coetzee. Kendilerine bakan, güçsüzlüklerini gören, hayatın trajedisi karşısında icat edilen oyunların çocuksuluğundan bıkmış karakterlerin hikayelerini anlatır.

Okuması günlerce tedirgin eden, bunaltan, ruh yoran metinlerin yazarı olmak nasıl bir şeydir? Bu ilkel soruyu sıkça soruyorum kendime.

Bir tarafta yazmaktan başka çıkış bulamayan ve yaza yaza kendini tüketenler var. Örneğin Pessoa. Elbette 50 yaşını göremeyecekti. Tüm büyük mizahına rağmen kanını içine akıtıp duruyordu çünkü. Ya da Pavese. 42 yaşında intihar etmişse, dünyada işi bittiğinden, yapacağını yaptığından falan değil artık dayanacak gücü kalmadığındandır. Kafka'ya ne demeli? 40'ını bile görememesi hızlı yaşayıp genç ölmesinden mi?

Bu dizi çok gider daha ama burada durayım. İçler daha fazla kararmasın.

İşte bütün bu genç adamların karşısında yıkılıp gittiği maceraya meydan okumak mümkün değil mi? Dayanmayı başararak yazmak, daha da kuvvetlenerek, kendini daha da erkek kılarak yazmak, sıkıntıları def etmeden ama onlara yenilmeden yazmak...

Ne diyordu düşünür, "uçuruma bakarsan, uçurum da sana bakacaktır". İşte uçuruma bakmaya devam ederek, onun korkunçluğunu, yani yaşamın ta kendisini iliklerine kadar hissederek dayanmayı başarabilmek. Zayıf bedeni alt ederek, zayıf ruhu alt ederek ama alt ettikçe yani kazandıkça "durma, uçuruma sırtını dön" diyenlerin tatlı, şehvetli, sarhoş eden çağrılarına aldırmadan devam edebilmek.

Bunu yapabiliyor bence Coetzee. Diğerlerinin dayanamadığı, son verdiği oyuna kendini sürekli terbiye ederek kafa tutuyor.

Az şey değil bu.

21 Ocak 2009 Çarşamba

Aylak Adam neden içer?

"Ben çoğu geceler içiyorum. Şakağımdaki ağrıyı duymamak için, iştah açmak için falan diyorum ama değil, biliyorum. Bir çeşit umutsuzluktan kurtulmak için içiyorum. Belki kendi kendimden. İki çeşit içen vardır. Biri, benim gibi, kurtuluşu içkiden beklemenin utancıyla içer. Bir de şu çevrendekilere bak. Bunlar neden içiyorlar? Toplum içinde yaşamanın baskısını, yükünü hafifletmek için. Çekinmeden bağırmak, yüksek sesle gülmek için. Dışarıda bağırmak, kahkaha atmak yasaktır. Sokakta hiç gülmemek için burada gülerler. Böylesi az içer. Ya ben? İçiyorum da kurtulabiliyor muyum? Belki yalnız baş ağrısından..."

Yusuf Atılgan, Aylak Adam'dan...

19 Ocak 2009 Pazartesi

Solgun bir gül oluyor dokununca ya da bugün 19 Ocak



çoklarından düşüyor da bunca
görmüyor gelip geçenler
eğilip alıyorum
solgun bir gül oluyor dokununca

ya büyük şehirlerin birinde
geziyor kalabalık duraklarda
ya yurdun uzak bir yerinde
kahve, otel köşesinde
nereye gitse bu akşam vakti
ellerini ceplerine sokuyor
sigaralar, kağıtlar
arasından kayıyor usulca
eğilip alıyorum, kimse olmuyor
solgun bir gül oluyor dokununca

ya da yalnız bir kızın
sildiği dudak boyasında
eşiğinde yine yorgun gecenin
başını yastıklara koyunca
kimi de gün ortası yanıma sokuluyor
en çok güz ayları ve yağmur yağınca
alçalır ya bir bulut, o hüzün bulutunda.
uzanıp alıyorum, kimse olmuyor
solgun bir gül oluyor dokununca.

ellerde, dudaklarda, ıssız yazılarda
akşamlara gerili ağlara takılıyor
yaralı hayvanlar gibi soluyor
bunalıyor, kaçıp gitmek istiyor
yollar, ya da anılar boyunca.
alıp alıp geliyorum, uyumuyor bütün gece
kımıldıyor karanlıkta, ne zaman dokunsam
solgun bir gül oluyor dokununca.

Behçet Necatigil

18 Ocak 2009 Pazar

Dünyanın Vicdanı.

Malum, Tayyip Erdoğan'ın İsrail'in son Gazze saldırıları hakkında söylediği sert sözler büyük yankı yarattı. Ben de bugün biraz İngilizce basını taradım tepkileri görmek için. Yahudilerde, biraz da tahmin edileceği gibi, ciddi bir öfke oluşturmuş Erdoğan'ın son tavrı.

Ama her zaman olduğu gibi en güzeli okur yorumları. Meşhur Haaretz gazetesi Erdoğan'ın son çıkışları üzerinde birkaç kere ciddiyetle durmuş ve gazetenin okurları bu haberlere fazlasıyla ilgi göstermiş. Örneğin:

http://www.haaretz.com/hasen/spages/1056158.html

Önce Dünyanın çeşitli yerlerinden Yahudilerin yorumları var. Diyorlar ki, "Sen önce kendine bak Ermenileri kestin, hemen soykırım yasasını çıkaralım", ya da "aynı şeyi sen de Kürtlere yapıyorsun" ya da "Bunlar iyice İslamcı oldu, Avrupa bunları almasın". Bazı Türk arkadaşlar boş durmamış cevap vermiş. Diyorlar ki "Arada fark Kürt teröristler dağda, sen şehri çoluk çocuk demeden bombalıyorsun", "Biz Ermenileri kesmedik, Ermeniler bizi kesti" falan. Tabii arada Erdoğan'a giydirme fırsatını kaçırmayan Milliyet yorumcuları (!) da var: "He yav hakkaten İslami devlet oluyoruz giderek" diyip renk katmışlar.

Bir Allah kulu da çıkıp demiyor ki, yav kardeşim ben bizzat kendim devlet miyim, devletin temsilcisi miyim, niye "yok efendim sen öyle yaptın, ben öyle yapmadım" diyip kıvranıyorum, neden kavimcilik yapıyorum, neden suçun ve cezanın kavimlerüstü bir tanımını aramıyorum? YOK! Olabilir mi? Herkes haklı, herkes temiz, hep karşı taraf suçlu. Büyük şairimizin dediği ve olmasını istediği gibi, iki taraf olmuşuz kartopu oynuyoruz.

Taraf olmayan bertaraf olurmuş. Bundan daha riyakâr söz var mı? Kardeşim, kartopunu al başına çal, lanet olsun oyununa da, kartopunun içindeki taşına da, eldivenli iyi beslenmiş çocukların eldivensiz kötü giyimli garibanların anasını ağlatmasına da da da da... Niye diyemiyoruz?

Ama var işte diyenler, var işte Dünyanın vicdanı. O vicdana, çoğunluk duymasa da her şeye rağmen ses veren ince ruhlar var. Bugün John Berger'in yazısını ve Marcos'un konuşmasını okumak bana kuvvet verdi:

http://www.bianet.org/bianet/kategori/biamag/111979/aglayan-bir-yer

http://www.daplatform.com/news.php?nid=3930

Ama en güzeli Roni Margulies'le yapılmış söyleşi. Bu cesur adamın tavrı, aklıselimi, inadı nasıl takdir edilmesin?

http://ww.bianet.org/bianet/kategori/biamag/111963/israilin-her-saldirisi-yahudi-dusmanligini-yukseltiyor

Yok yanlış anlaşılmasın. Kartopu oynamaya çıkmalı yeri geldiğinde. Ama önce kartoplarından taşları çıkarmayı, eldivensizlere eldiven dağıtmayı, küçük çocukların küçüklüğüne ihtimam göstermeyi öğrenmeli; bütün bunları dert etmeyi bilmeli.

12 Ocak 2009 Pazartesi

Çılgın Kızın Aşk Şarkısı

Yumuyorum gözlerimi, yıkılıp ölüyor dünya
Yeniden doğuyor açınca gözlerimi
(Kafamın içinde yarattım seni galiba)

Yıldızlar dansediyor mavilerle, kırmızılarla
Dört nala geliyor keyfince karanlık
Yumuyorum gözlerimi, yıkılıp ölüyor dünya

Beni büyüyle çektin yatağa, bunu düşledim
Şarkılar söyledin çılgınca, delice öptün
(Kafamın içinde yarattım seni galiba)

Tanrı düşüyor gökten, sönüyor cehennem ateşleri
Çekip gidiyor melekler de şeytanın adamları da
Yumuyorum gözlerimi, yıkılıp ölüyor dünya

Söylediğin gibi dönersin demiştim
Ama yaşlanıyorum artık, unuttum adını
(Kafamın içinde yarattım seni galiba)

Bir fırtına kuşunu sevmeliydim senin yerine
Bahar gelince gökyüzünü basarlar hiç değilse
Yumuyorum gözlerimi, yıkılıp ölüyor dünya
(Kafamın içinde yarattım seni galiba)

Slyvia Plath
Çev. Handan Saraç


Mad Girl's Love Song

I shut my eyes and all the world drops dead;
I lift my lids and all is born again.
(I think I made you up inside my head.)

The stars go waltzing out in blue and red,
And arbitrary blackness gallops in:
I shut my eyes and all the world drops dead.

I dreamed that you bewitched me into bed
And sung me moon-struck, kissed me quite insane.
(I think I made you up inside my head.)

God topples from the sky, hell's fires fade:
Exit seraphim and Satan's men:
I shut my eyes and all the world drops dead.

I fancied you'd return the way you said,
But I grow old and I forget your name.
(I think I made you up inside my head.)

I should have loved a thunderbird instead;
At least when spring comes they roar back again.
I shut my eyes and all the world drops dead.
(I think I made you up inside my head.)

11 Ocak 2009 Pazar

Şiir

Dylan Thomas, "iyi şiir dünyanın şeklini değiştirip onu daha güzel kılar" demişti.

Bugün güzel bir gün geçirdim. Akşama kadar çalıştım. Sonra bir arkadaşa yemeğe gittim. Ardından da komünistlerin dans ettiği bir yere gittik. Evet evet komünistlere ait değil, komünistlerin dans ettiği.

Güzel, eğlenceli, ferah şarkılar çalıyorlardı, herkes tatlı tatlı dans ediyordu.

Uzun, ince, kumral bir kız iki saat boyunca pistin ortasında tek başına dans etti. Çok güzeldi, dizlerinde biten açık yeşil bir etek giymişti ve yalın ayaktı.

Şiirdi. Varlığını müzikte serbest bırakarak dünyanın şeklini değiştiyor, dans ettikçe onu güzelleştiriyordu.

(Herkes sarhoştu ama kıza ne sarkan, ne karışan, ne eşlik etmeye kalkan oldu. Şiire saygı duyanları da takdir etmek gerekir.)

7 Ocak 2009 Çarşamba

Dağlarca'nın halleri

Varlık'ın Aralık 2008 sayısında Kadıköy'ün simgelerinden sokak şairi Nurullah Can yakın zamanda bu dünyayı terk eden büyük ozan Dağlarca ile olan anılarını yazmış. Çok matrak anekdotlar var. Nurullah Can'dan geliyor!

"1979 Eylül ayında orta halli bir lokantada rakısını içerken yanına yaklaşıp o günlerde yeni basılmış ikinci kitabım Memleket Çocukları'nı imzalayıp verdim. Tek forma ve kapaksız bir kitapçıktı. Masasına öyle kimseyi oturtmazmış. O gece karşısına oturmak isteyen Behzat Ay'ı hemen kaldırttı. Behzat Ay'ın hemen sarhoş olduğunu ve içmesini bilmediğini söyledi. Tam o sırada rakı kadehini devirdi ve benim şiir kitabımla mermer masadaki rakıları sildi. Kitap kuruyunca üstüne hemen şu dizeleri yazdı. Eşittir / kurbanların evet dediği / koyunların / hayır dediğine. Bu nüshayı hâlâ saklıyorum." (29)

Çok güzel hareket hakikaten. Adam sana şiir kitabı getirsin sen kalk o kitapla masayı sil!! Ama işte nasıl bir şair özgüveni. Gün gelip böyle dergilerde yazılacağını biliyor olmalı. Hem de gurur duyularak. Peki şuna ne demeli:

"Dağlarca ev edinmek istemezdi. Ev sahibi olunca kişide bir tür bağımlılık oluştuğunu ve değişik semtleri görme olanağının kalmadığını söylerdi. Ancak o yıllarda bir ev sahibi ile tehlikeli bir kavgaya tutuşmuş, ev sahibi Dağlarca'nın kafasına tabure ile vurmuş, o da keserle karşılık vermişti. Bu olay basında yer almış ve günlerce konuşulmuştu. Bunun üzerine ev aldı ve bu gibi dertlerden kurtuldu." (29)

Nurullah Can çok dert çekmiş Dağlarca ile olan ahbaplığında:

"Şiir üzerine pek konuşmaz ve kimsenin şiirine karışmazdı. Beğenmediği şiirlerin şairlerine ise denizi gösterir ve 'oraya atın' derdi. Bana da 'iyi bir şiir yazsan da okusak' dedi yıllarca. Sonunda 1987'de "Cumhuriyette Üsküdar Çeşmesi" şiirim yayınlanmış ve nasılsa onu beğenmişti." (30)

Ama tabii sabır da bir yere kadar:

"En sonunda 1992'de darıldık. Vergi iade zarfını getirmiş, vermiştim [Dağlarca'nın iade zarflarını N. Can doldururmuş hep!]. Kendi hesabıyla benimki arasında çok küçük bir fark vardı. Bu farkla ancak 3 bardak çay içilebilirdi. Kendisinin Harp Okulu'unda matematik okuduğunu ve yanlışlık yapmayacağını söyledi. Masada kimse yoktu ama nedense çok alınganlık gösterdi. Bu fişleri içkiliyken topluyor ve bazen de fişlerdeki içki tutarlarını düşmüyordu. Bir tatsızlık oldu ve bir daha bir araya gelmedik. Herkesi küstürdüğünden kahvede artık yalnız oturuyordu." (31)

Ne huysuz ihtiyarmış böyle koca Fazıl Hüsnü.

5 Ocak 2009 Pazartesi

Öfke

Günlerdir Gazze'de olan biteni seyrediyoruz. Çok insanın vicdanı acıyor, çok insan bu işin nereye gideceğini bilmiyor. Kim demişti hatırlamıyorum "dramatik, yerde yatan ölüye atılan tekmedir" diye; ama işte olanlar bana fazlasıyla dramatik geliyor. Sanki iri kıyım bir herif, güçsüz, kendisine karşı gelemeyecek bir çocuğun göz göre göre kolunu kırıyor (Geçen sene Nevruz gösterileri sırasında polisin küçük bir çocuğa reva gördüğü adalet).

Ama öfkelenmeyenler de var. Dramatik bulmayanlar. Normal bulanlar. Olanları bir karşılık olarak görenler. Daha demin korkunç dahimiz Lubos'un şu yazısı sabahın dördünde kanımı dondurdu:

http://motls.blogspot.com/2009/01/czech-eu-presidency-israel-is-defending.html

İsrail teröristlere karşı kendini savunuyor, arada da birkaç sivil ölcek tabii, olacak o kadar diyor.

Okuyup can sıkıntısıyla kapattım bilgisayarı. Yatağa girdim. Ama uyuyamadım.

İçim korkunç bir öfkeyle kavruldu. Yok İsrail'e ya da Lubos'a karşı değil. Hamas'ın şu aptal hiçbir halta yaramaz roketlerine, bu aptal roketleri aptalca oraya buraya savurma ısrarına, savunma adı altında yapılan bu büyük dangalaklığa karşı.

Buna savaş mı diyorsunuz, al sana savaş işte. Zaten yokluktan kırılan bir şehrin ağzını burnunu dağıttılar. Hesap mı soracak şimdi direnişin şanlı Kassam'ları?

Bilmiyorum doğru bir öfke mi bu. (Öfkenin doğrusu olur mu gerçi?). Ama bu çaresizliğin, bu dramatikliğin tüm sebepleri insanın karnını ağrıtıyor işte.

3 Ocak 2009 Cumartesi

3. Bölüm

On yıl evveldi, 22 yaşındaydım. Üniversiteydim. Fakülte binasına hayalet gibi, arka kapıdan giriyor, kimse fark etmeden yine arka kapıdan çıkıyordum.
Yani üniversitedeydim.
Aylar, seneler bana sormadan geçiyordu; onlar geçerken ben başımı öne eğiyordum. Annem önüne baksana diyordu, o öyle diyince kafamı kaldırıyordum. Önüne baksana salakoğlan! Bakıyorum ya işte.
Sonra tekrar gözlerim yerde kapıdan çıkıyordum.
Sanki hep yağmur yağıyordu, sanki senenin altı ayında güneş yoktu da, Balkanlardan soğuk hava dalgası benim üstüme üstüme geliyordu. Hep kalın giyiniyordum. Mahalleden çıkarken tok sesli bakkal, hava sıcak be çocuk yanacaksın diyordu, hayırlı işler abi diyip yola devam ediyordum.
Sağa dönüyordum, mahalle bitiyordu.
Sanki biraz rahatlıyordum.
Her sağa dönüşte, göz menzilinden çıkar çıkmaz koşmaya başlayacakmışım gibi oluyordu. Zıpkın gibi fırlayacağım ve derken fonda bol davullu bir cıngıl.
Olmuyordu, koşmuyordum.
İstifimi bozmadan devam ediyordum yoluma, iki otobüs değiştirip kapısında polis abilerin beklediği kapıya geliyordum.
(Ne de kendine güvenli adamlardı öyle! Yüksek, erkek bir tondan şakalaşırlardı hep birbirleriyle.)
Kimlik diyorlardı, kafamı kaldırmadan gösteriyordum.
Geç, bile demiyorlardı, geçiyordum.
Kantine girdiğimde hep aynı ses tarafından ismim çağrılıyordu:
Rehaaaa.
Gürcan hep aynı yerde oturuyor oluyordu, bir robot gibi yanına seğirtiyordum. Uzatmalı arkadaşım önünde koca bir su bardağında çayı, yüzünde aynı aptal gülümsemesi yanına varmamı bekliyordu. Oturur oturmaz burnunu yüzüme kadar sokup aynı soruyu soruyordu:
Kızlar nerde laaaaan? Ahahahah!
Zoraki gülümsüyordum, o hiç durmadan kahkaha atıyordu.
Kızlar nerde laaaaaan? Ahahahah!.
Çakal, naptın kızları? Ahahahah!
Kafamı kaldırıp etrafa bakıyordum. Kızlar her yerdeydi.
Oğlum görüyor musun şu sarışını? Görüyorum. Oğlum bir meme var hatunda. Kıvam kıvam! Ahahahah!
Gürcan arada gidip hep bana hem kendine çay alıyor, sonra kaldığı yerden devam ediyordu.
Sonra arada ben derse gidiyordum. Gittiğimde henüz kimse gelmemiş oluyordu, gidip en arka sıraya oturuyordum. Çantamdan alelacele bir kitap çıkarıp, içine gömülüyordum. Derken onlar gelmeye başlıyordu. Konuşarak, şakalaşarak, selamlaşarak; bin bir gürültüyle basıyorlardı sınıfı, kalabalık arttıkça kitabımı daha sıkı tutuyor, burnuma kadar dayıyordum. Ders başlasaydı bari bir an önce. Ders başlasaydı, ders, ders, ders...
Ders başlıyordu ve çok geçmeden bir rahatlık çöküyordu üstüme; tüm kaslarım gevşiyordu ve uyuklamaya başlıyordum. Uyuklamasam ne iyi olurdu! Kendime böyle söyleyip tüm ders boyunca göz kapaklarımın üzerindeki koca yükle mücadele ediyordum. Olmuyordu. Zihnimi tutamıyordum. Uyuklamadığım anlarda hocanın hep bana baktığını düşünüp ürküyordum. Ama bu korkulu his de yetmiyordu, kendimi uykunun karanlığından çekip çıkaramıyordum. Ders bitseydi, ders, ders, ders...
Ders bitiyordu ve Gürcan’ına yanına gidiyordum.
Nasıldı abi sınıftaki kızlar, bombaydı de mi? Ahahahah!
Kızlar bombaydı, diyordum.
Hay yaşa diyordu Gürcan, dur bir çay daha alayım.
Gürcan çay almaya gidiyordu ve zihnimin koca bir çölden ibaret olduğunu düşünüyordum..

Zihnim bir çölden ibaretti ve onun karanlığında her şey kendini yeniden tekrarlıyordu..

Gürcan çay alacaktı, Gürcan kahkaha atacaktı, hava kararacaktı, mahalleye dönülecekti, bakkaldan ekmek alınacaktı, anneyle sofraya oturulacaktı, televizyon başında kalınacaktı, iç sıkıntısı dayanılmaz olduğunda yatmaktan başka çare kalmayacaktı.

1 Ocak 2009 Perşembe

TRT Şeş!

İnternet üzerinden Trt 6'nın açılış programını seyrediyorum. Hiç beklemediğim bir etki yaptı bende, duygudan duyguya savruluyorum!

Ön tarafa bir sürü bakan dizilmiş. Güle oynaya alkış tutuyorlar sahnedeki sanatçılara. Yüzlerinde samimi bir mutluluk var galiba. Ne acayip iş bu! Rüya mı kardeşim, biri dürtüp uyandırsın lütfen. Kafam karışıyor iyice. Ne desem bilmiyorum.

Onlara baktıkça kâh gözlerim doluyor kâh öfkeye boğuluyorum.

Tüm çocukluk maceram hepimiz gibi ağzına kadar "Kürt meselesi" denen ürkütücü tecrübeyle dolu. Bu meselenin yarattığı şiddetle, öfkeyle, kinle değil sadece; çarpıtılmış bir tarih, çarpıtılmış bir toplum algısıyla da. Yıllarca körlük telkin edilmedi mi benim güzel memleketimde? Ortada sorun yok, farklılık yok, sadece terör var diye ezberlememiz; bu ezbere uymayanların yok edilmesinin, başının ezilmesinin mubah olduğunu kabul etmemiz istenmedi mi? (İstemek pek zayıf kalıyor burada ya, neyse..) Bunun sonunda geldiğimiz noktada giderek ırkçılığa dönüşen, içtiğimiz suyu yediğimiz ekmeği zehirleyen bir halin aktörleri değil miyiz şimdi?

Peki ne o zaman bu türküler, nerden çıktı bu şiirler, kim doğurdu bunları okuyanları? Meğer böyle olabiliyordu, meğer varacağımız yer buydu bu kadar şiddet bu kadar baskı bu kadar yok sayma ne içindi? Neyi başardık bu kadar ölümle, kime faydası oldu bunca karanlık yılın? Yirmi beş sene önce bu memlekette bir Kürtçe televizyon olsa daha mı kötü olacaktı her şey bugünden?

İnsanoğlu çok zaman şu basit hayatı karmaşıklaştırıyor, yetmiyor ustalıkla korkunçlaştırıyor. Mahzenlerle, mahpushanelerle dolu küçücük hayatlarımız. Adamın anadili bu işte, ilk ninnisini bu dilde söylemiş, anasıyla bu dilde söyleşmiş; şimdi kalkıp buna "bilinmeyen dil" demek hangi vicdana sığar, nasıl meşrulaştırılır?

En az memleketi kadar şizofren o büyük şairin anasının uyuşmuş ayağına dediğini bu memleketin kendi uyuşmuş vicdanına söylemesi gerekmiyor mu artık:

Kalk düğüne gidelim.