27 Temmuz 2009 Pazartesi

Nihat Genç'ten Soğuk Sabun.

Nihat Genç'le okur olarak tanışıklığım pek çok başkası gibi Leman'dan. Kendisi Leman'ın en sevmediğim köşesinin müsebbiydi. Hüzünbaz sevişme Cezmi Ersöz'le beraber ruh eziyeti kontenjanından dergide yer buldukları kanaatindeydim. Biri kahraman diğeri duyarlı adam edasıyla yazsa da ikisi de gözyaşına yatkındı. (Bu, komediye bir tutam gözyaşı karıştırma tavrı hepimizin Türk filmlerinden malumudur. Leman da bir nevi bu geleneği devam ettiriyordu herhalde.)

Bu yıllardan kaynaklanan mesafe beni Nihat Genç'in yazdığı şeylerden senelerce uzak tuttu. Romanlarını İletişim'in basması bile onu indimde çekici kılmadı. Fakat yaşlandıkça insan acaba hata mı yapıyorum korkusunu daha çok duyuyor. Ben de haksızlık yapma korkusuyla bir Nihat Genç romanı okumaya karar verdim ve neticesinde Soğuk Sabun'u dün gece kıraat etmiş bulundum.

Hemen belirteyim. Gerçekten vasat pek vasat bir yazar Nihat Genç. Özensiz, çalakalem yazıyor. Bu savrukluk kimisi için bilinçakışı tekniğinin ya da genel olarak Genç'in tekniğinin bir sonucu olabilir ama ben bu tür metinlerde her dağınıklığı ya da savrukluğu bilincin akışının bir tezahürü olarak görmenin saflık olduğu kanaatindeyim. Zaten bilinçakışının bittiği, anlatımın düzleştiği yerlerde de bu özensizlik göze çarpıyor. Şu pasajın yüklemlerine bir bakın Allah aşkına:

"Bir zaman sonra Baltacı, kuşlarla oturup; konuşmaya, onlarla öykünün içinde yol almaya başlamış. Bu kuşların her birinin, bu ormana, kendine önce gelen, kendisi gibi güçlü kuvvetli, yakışıklı insanlar olduğunu anlar. Göz göre göre, Öykücü'nün bu tuzağına nasıl düştüğünü hazmedemez, acılar içinde Öykücü'ye koşar. Bu koşuyla Baltacı, ilk defa bedeniyle, erkekliğiyle değil, zekâsının beyninin dürtüsüyle Öykücü'nün kapısına gelmiştir, kızları, kadını, tütünü, kazlar, şu ayaklarını koyduğu kuş tüyü yastık umurunda değil imiş. Öykücü, 'ona her şeyi ilk geceden söylediğini, çünkü öyküsünü il geceden itibaren yastığının ucuna koyduğunu söyler." (S. 47)

Cümleler arası ahenksizlik, akış bozukluğu had safhada görüldüğü gibi. Bilemiyorum, belki bunun bir açıklaması vardır. Mesela Nihat Bey, öyküye kapılıp gitmemiz için ahengi bozuyordur! Lakin benim "zekâmın dürtüsü" bu açıklamayı almıyor.

Devamı birkaç gün sonra..

24 Temmuz 2009 Cuma

Büyük Türk Mimarisi Amasra'daydı.

Büyük Türk mimarisi diye bir şey olmadığını kimse iddia edemez. Memleketin bütün sathını sağdan sola, yukarıdan aşağıya, alt köşeden üst köşeye kaplayan bu şahane mimari abuk sabuk ve ilk başta katiyen uyumsuz görünen beton binalardan oluşur. Ama daha dikkatli baktıkça kendi içinde bir ritmi, enteresan bir uyumu ve en güzeli basbayağı bir kimliği olduğunu görürsünüz. Kanıtı açıktır; bu memlekette yetişen herkes büyük Türk müteahhidinin muhteşem beton yapısını tanır, "Aha burası bizim memleket ulan" derken imkânı yok zorlanmaz.

Biliriz ki memleketimiz halkı "millî" sıfatını çok sever, her yerde arar, bulmak ister. Oysa çok uzağa gitmek gerekmez, işte bu dehşetengiz beton mimari üslubu tastamam millîdir. Taşranın ücra köşesinde, yeni kentleşen bir gecekondu mahallesinde değil sadece; azbuçuk façası düzeltilmiş şekilde burjuva mahallelerinde, büyük kentlerin gözde sokaklarında tür tür örnekleri görülür. Taşrada üç kat ev dikip, birinde kendi oturup, ikisini kiraya veren girişimci büyüyüp Acarkent olmuştur.

(Bu millîliğin tatlı göstergelerinden bir başkası da kent mirasının üzerinden buldozer gibi geçilmesidir. Evet evet, taşranın pek çok kentinde geçmişten kalanın üzerinden buldozer gibi geçmek en şahanesinden millî bir davranıştır. Buldozer millî bir hayvandır ve bizden önce var olan şey neyse artık yoktur, kalmamıştır. Kimi der ki bizim mimarimiz ahşap üzerine kuruludur, ahşap dayanıksızır, yanıp yıkılıp gider; kimine göre sorun gayrimüslim azınlıkların gönderilmesiyle ortaya çıkmış, yapı ustalarının çoğunluğu gayrimüslim olduğu için bu alandaki teknik bilgi sıfırlanmıştır; kimine göreyse bunlar kentleşmenin, göçün olağan halleridir. Açıklamayı uzmanı yapsın, fakat sonuç ortadadır. Mesela bendeniz memleketim Harput'a her gittiğimde göç alan değil boşalmış bir eski kent olmasına rağmen bitmiş tükenmiş bir tarihi "şey" görürüm. 100 yıl önce yoğun yapılaşmış işlek kentin yerinde yeller esmektedir. Birbirinden güzel evler ve sokaklar fotoğraflarda kalmıştır. (Değerli kentim elbett bundan ar etmez, millîliğin gereği neyse onu yapmıştır.))

Büyük Türk mimarisinin son büyük şahaneliklerini ise göçerlik kimliğini artık yazlıkçılıkla değiş tokuş etmiş yüce milletimizin kıyı kasabalarındaki faaliyetlerinde görüyoruz. Deniz kıyısındaki dağların tepesine kadar yazlıklarla doldurmayı görev bilen acar girişimciler ortalarına kaydıraklı havuz ekledikleri apartman komplekslerini ormanların ortasına, dağlara taşlara dikip memleketin teknikte ne düzey geldiğini dosta düşmana gösteriyorlar.

İki gün önce Amasra'da dostu sevindiren düşmanı üzen bu şovun şahane örneklerinden birine şahit oldum. Dünya güzeli, bu inci kasaba ancak büyük Türk mimarisiyle bu kadar başarılı çirkinleştirebilirdi ve tabii acar girişimcilerimiz fırsatı kaçırmamıştı. Küçücük plajına hücum edilen turizm beldesi Amasracıkta eski evlerden eser kalmamıştı. Onun yerine üç dört katlı çirkinengiz beton binalar üst üste bindirilmişti. Lakin bu çok değildi, sadece bunla kalsa razıydık. Fekat kasabanın dünya güzeli yemyeşil dağlarını apartman siteleri süslüyordu ve daha da çok süsleyecekleri belliydi.

Bunlar görünce yine o aptal ve işe yaramaz öfkeyle doldum. Beceriksiz ellerimden bir şey gelmezdi bari bloga yazıp rahatlayayım dedim.

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Arabaların Belediye Başkanı Melih.

Her yaz Ankara'ya geldiğimde sayın belediye başkanı Melih Gökçek'e karşı bastıramadığım bir öfkeyle doluyorum. Kendi kendime aman Beyaz Türk oyununa gelme, aman şehre 19. yüzyıl ilerlemeciliğinin gözlükleriyle bakanlara kanma, bak bu adama oylar şehrin çevresinden yani garibanlardan geliyor bunu takdir et, anlamaya çalış vs gibi cümleler fısıldıyorum. Lakin ne fısıldama ne bağırma öfkeme merhem olmuyor.

Çoğumuz gibi ben de, onun enteresan bir figür olduğunun farkındayım. Anlaması ne kadar zor bir adam olsa da, mayasında bir tutam aşırı kurnazlık, iki yemek kaşığı sınırsız hoyratlık, yüz gram saf arsızlık karışımını görmemek elde değil. Bu mayayı dizginlenmemiş bir yaratma, imar etme hamuruna yatırdığımızda üç aşağı beş yukarı kendisini yeniden var edebileceğimizi sanıyorum. Alien 5.

Tüm günahı ve dölü kendisinden kaynaklanmamakla beraber canavarın çocuğunun da canavar olmasına şaşmamak lazım.

İşte her geçen gün yolları genişleyen, kaldırımları daralan, üstgeçitleri uzayan sevgili başkent. Sayın başkan vargücüyle imar ediyor, yollar beş şerit oluyor, yayaların karşıdan karşıya geçtiği ışıklar kalkıyor arabalar durmak zorunda kalmıyor, yayalar üstgeçite yollanıyor. Sayın başkan çok fütürist gördüm sizi, lakin bakınız zavallı yaya eskinin yarısı bile olmayan kaldırımın dibinde kalmış böcek gibi. O üstgeçitlerden nasıl geçecek tekerlekli sandalyadeki vatandaş? Nasıl yaşayacak burada görmeyen hemşehri?

Öfkeleniyorum öfkeleniyorum da, bu öfkenin trajik olduğu da su götürmez. O eşsiz maya onda oldukça çıkıp en iyi niyetli halimle karşısında söylesem şikayetimi mesala, tınmayacak bile sayın başkan. Hatta hiç tahmin edemeyeceğim bir cevap verecek. Mesela diyecek ki "İzmir'in kaldırımları daha dar, oraya bak!" Ya da yaklaşıp fısıldayacak kulağıma "seks kasetin var elimde". "Siz zavallı yayaların hepinizin tek tek seks kaseti var elimde!"

Ve aynı coşkulu ruhla imara devam edecek.

Kıskananlar çatlasın.

16 Temmuz 2009 Perşembe

Abdülhamit'in seçimi.

Ey ruhu bu karışık topraklarda dolaşmaktan hiç bıkmayan Abdülhamit padişah! Diyorlar ki af çıkarmaya karar verince bütün mahkûmların tek tek fotoğrafını çektirmişsin, yetinmemiş hepsinin fotoğraflarının arkasına işledikleri suçları yazdırmışsın, sonra affedeceklerini bu fotoğraflara bakarak seçmişsin.

Yaptın mı bunu hakikaten?

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Rüyasız.

Şu hayatta canımı en çok sıkan şeylerden biri gördüğüm rüyaları hatırlayamamak. Zaten çok nadir bir şeyler görüyorum, onu da iki saniye sonra unutmak yoruyor beni.

Bu kadar dert edişimin arkasında doğruluğundan hiç şüphe etmediğim bir inanç var esasında. Rüyayı hatırlamakla geçmişi hatırlamak bana çok paralel şeylermiş gibi geliyor. Aynı sürecin iki kardeş tezahürü gibi. Bugünkü gibi işte upuzun bir rüya görüp on dakika sonra unutunca; hatırlamadaki genel kabiliyetsizliğim düşüyor aklıma ve ciddi ciddi hüzünleniyorum.

Oysa kalmalı akılda en ince ayrıntısıyla eski sevgililer, dostlukların son günü, sadece şakrak fıkırdak değil kahreden maceralar... Ama kalmıyor bende. Zihnim delikleri pek açık bir elek gibi. Çok çok kocaman taşları tutabiliyor, gerisini salıyor gitsin.

Ben ki zihnim yavaşlasın istiyorum, düşünce tanecikleri seçilebilir olsun. Zihnim yavaşlasın ama düşüncemin akışı tecrübeden kopup gelen imgeyle, tasdike gerek duymayan bilgiyle zenginleşsin, genişlesin. Bunun zihnime, kavrama-çözümleme kabiliyetini genişletmek kaynaklı derin bir güven vereceği inancındayım. Kendimi bildim bileli bu böyle.

Oysa düşüncesi akarken habire parçalanan, habire yönünü şaşıran, durup dururken çakılıp kalan bende, bu özlemin gün gelip dineceğine dair en ufak bir emare yok. Üstüne giderek daha sorumsuzlaşan hafızam beni en fazla namussuz çağrışımların eline bırakıyor. Çağrışımlar bile giderek azalıyor, fakirleşiyor.

Şu an'ın köpeği olmak demek bu esasında. Şu an aldığın hazzın, hissettiğin acının, içinde devindiğin sıkıntının köpeği olmak demek. Bunu belki bazıları özgürlük diye alkışlar ama benim için tam tersine sıkışmak, kapanmak, hapsolmak demek.

Hatırlanmayan rüyanın içinde silikleşen bizzatihi ben'im yani. Geri çağrılamayan ya da en azından aniden çıkıp gelemeyen her imge boşa giden tecrübenin, boşa giden kendiliğin işareti.

Asaf'ın gör dediği.

Yaşamak değil,
beni bu telaş öldürecek.