27 Şubat 2009 Cuma

Ayaklanan.

Arkadaşlığımızı hep zor zamanlarda hatırlıyorum. Benim zor zamanlarımda ve onun zor zamanlarında.

Onun zor zamanlarında hatırlayınca unutmam kolay oluyor. Başımın üstünde salınan güzel gökyüzü, içimde olduğunu farz ettiğim ahlak yasasına baskın çıkıyor ve unutuyorum birkaç dakika içinde. Acı dokunduğu yere yerleşemiyor, kısacık zamanda eriyip gidiyor. Belki de yüzünü görmediğimden sesini duymadığımdan yıllardır. Hep başkalarının dedikleriyle onu yaşadığımdan.

Ama kendi zor zamanlarım farklı.

O zaman onunla geçirdiğimiz soğuk kış günlerini ve bu günlerin karanlığını tamamlayan sigara dumanı dolu kahvelerdeki uzun sessizliğimizi hatırlıyorum.

Aramızda salınan şeyin dostluk olduğunu bu sessizlikten biliyorum. Dost denilenin yanında sessizce oturulan bir şey, sessizce oturanın sessizliğini kırmak için konuşmak ihtiyacı duyulmayan bir şey olduğunu her yaş atımında daha iyi anlıyorum.

Ama en çok şu görüntü var kafamda: Hep olduğu gibi bir kış öğleden sonrası. Hava kapalı, Boğaz puslu, içimiz karanlık hep gittiğimiz kahveye oturmuşuz. Yeşil çuhayla örtülü masalar, kaba garsonlar, yani müdavimi olduğumuz soğuk ve masaları hep boş o ürkünç salon.

Oturup saatlerce denize bakıyoruz beraber. Tek kelime etmiyoruz. Bekledikçe sızımız azalıyor, bekledikçe kardeşliğimiz artıyor, bekledikçe birbirimize hiç olmadığı kadar bağlanıyoruz, bekledikçe ruhumuzu yıllarca doyuracak o aş pişiyor.

Sonra kalkıp o kötü öğrenci evine çıkıyoruz. Görüntü burada bitiyor.

İçim sıkıldığında, yalnız hissettiğimde aniden akın eden zihnime doluşan bir görüntü bu.

Ama bazen de bugün olduğu gibi oluyor. Bir gece yarısı aptal işlerimle uğraşıp içinde sürüklendiğim şu aptal hayata bir tuğla daha koymaya çalışırken hatırlıyorum onu. Aniden ayaklanıveriyor içimde sessizce uzun uzun oturduğumuz Boğaz'ı gören o kahve.

Ne çok zaman oldu. Bu hayat nasıl bir acımasızlıkla akıyor böyle, nasıl duvarlar örüyor insanların arasına.

Ey dost şimdi bilmesen de çok uzaklarda, işte böyle gece yarıları ayaklanan bir şey oldun sen içimde.

Bunu sana anlatmak vardı ya, anlatmak diye bir şey yok dünyada.

18 Şubat 2009 Çarşamba

Taşrada kütüphane, kütüphanede fındık.

Geçenlerde, Furkan'ın yaptığı yorum üzerine aklıma geldi. Evet taşrada da kütüphaneler vardır.

Benim büyüdüğüm mini minik Anadolu kentinde de vardı böyle bir kütüphanecik. Top oynadığımız sahaya giderken Allah'ın her günü önünden geçmiş, fekat "ula oğlum bunun içinde ne var aceb" dememiştik. Oysa ergenliğin ya bir adım önünde ya bir adım ertesindeydik ve sürekli "ula oğlum o ne" "ula oğlum bu ne" diyip duruyorduk.

Günün birinde, sevgili ebebiyat hocamız dönem ödevi için biz üç samimi arkadaşı bu hiç merak etmediğimiz çirkin binaya gönderdi. Hocadır, böyle abudik gubidik isteklerde bulunması hocalığının şanındandır diyip, hiç kem küm etmeden içeri girdik. Bir Çarşamba öğleden sonrasıydı, üç arkadaştık ve üçümüzün de aklında aynı kız vardı.

(Bir Çarşamba öğleden sonrasıydı ve bir Yılmaz Erdoğan mısrası tadında fena halde sonbahardı. Heyhat!)

Önce ödeve kastık. Kitaplar bulduk. Bölüm bölüm okuduk. Not aldık falan. Lakin bir süre sonra sıkılıp bıraktık. Kalktık tekrar raflar arasında dolaştık. Fıkra kitapları bulduk, şiir kitapları keşfettik. Oturduk okuduk, güldük, güzel aşk mısralarını bir yerlere yazdık. Nasıl oldu anlamadık, öğleden sonrayı kütüphanede geçiriverdik.

Eh böyle dehşet anları oluyor tabii hayatta! Dedik ki, yav burası güzel yermiş, dışarıdan sıkıcı görünüyor amma bir başka ferahlık bir başka letafet var içinde, yine gelelim.

Şaşılacak şey ama ertesi hafta yine gittik. Bir başka Çarşamba öğleden sonrasıydı ve geniş okuma salonunda bizden başka en fazla ben diyeyim iki siz diyin dört kişi vardı. Haydi dedik, geçen hafta bizi eğlendiren kitapları bulalım. Haydi, haydi! Zor olmadı bulduk, masaya kurulduk.

Tam iki satır okuyup kıkırdamışdık ki "çaaat" diye bir ses bizi yerimizde hoplattı. Ne olduğunu anlamadan "çaaat"ı bir "paaat" takip etti. Sonra çata küt pata küt kütüphanede konser başladı. Kaldırdık kafayı, ne görelim a dostlar!

Memur bir abi ve iki abla masalarına kocaman gazete sermişler, önlerinde büyükçene bir havan, hababam fındık kırıyorlar. Sonra da güle oynaya yiyiyorlar tabii.

Kaldık öyle, birbirimize baktık. Kimse bir şey diyemedi. Hani kalkıp gelmişiz, topa gitmemişiz, arkadaşlarımız yediğimiz haltı duysa geçecekleri dalganın haddi hesabı yok ama yine de iyi niyetliyiz, gidip raflardan kitaplar toplamışız... amma sen gel şu olana bak! Bir değil iki değil dakikalar geçiyor gürültü bitmiyor. Bitmesi de zor çünkü önlerinde kocaman bir torba dolusu fındık var. Bir yandan fındığı kırıyorlar, diğer yandan muhabbetin belini kırıyorlar. Keyflerine diyecek yok.

E abi dedik, burası kütüphane. Yani biraz garip bir durum bu. Tamam, her gün gidip geldiğimiz bir mekân değil. Hatta Kahveci Yusuf'a gidip gelme sıklığımızla karşılaştırılırsa hiç gelmemiş bile sayılırız. Ama yine de ayıptır. Cık cık.

Böyle diye diye birbirimizi gaza getirdik. En çok gazı alan ben miydim, yoksa başbakanımız gibi benim de destan olmaya hevesim mi vardı bilmiyorum, kalktım fındıkçıların masasına gittim.

Şey, dedim. Şey biz çalışamıyoruz da gürültüden.

Önce birbirlerine baktılar. Sonra havanların efendisi pos bıyıklı memur abi ayağa kalktı, "lan ziktiğimin deyyusu, sen kim oluyorsun lan, ziktirin gidin, toplayın lan kitaplarınızı kalemlerinizi" diye bize zılgıtı koydu.

Artık kızarır mısın, ağlar mısın ne yapacağımıza karar veremeden topladık eşyaları. Süklüm püklüm dışarı çıktık. Bir daha da kütüphaneye mütüphaneye gitmedik.

Arkadaşları ayda yılda bir gördüğümde hep bu olayı yad ediyoruz. Ben hâlâ, eşyalarımızı toplayıp çıkarken "burası kütüphane kütüphane" diye bağırdığımı iddia ediyorum. Ama galiba benden başka kimse duymamış.

16 Şubat 2009 Pazartesi

Proust testi.

Sevgili Liberter Kedi, benden Proust testi yapmamı istemiş. Nezaketine teşekkür edip, aşağıya cevaplarımı yazıyorum efendim. Şöyle:

Sizi en çok üzecek olay?
Muhtaçlık.

Nerede yaşamak istediniz?
Her sene yeni bir kentte.

Yaşayabileceğiniz en mutlu an?
Yorgun ve solgun sevgili yanıbaşımda uyuyurken okumak, çalışmak.

Hangi hataları hoşgörüyle karşılayabilirsiniz?
Hepsini.

En sevdiğiniz erkek karakter:
T. Bernhard'ın Eski Ustalar romanından Atzbacher.

En sevdiğiniz kadın karakter:
Suç ve Ceza'dan Sonya.

Tarihteki favori kahramanınız:
Asteriks.

Gerçek hayattaki favori kahramanınız:
Erkan Oğur.

En sevdiğiniz ressam:
Bedri Baykam değil.

En sevdiğiniz müzisyen:
Bugünlerde Gomidas.

Bir erkekte en çok beğendiğiniz özellik:
Fiziksel çirkinlik.

Bir kadında en çok beğendiğiniz özellik:
Fiziksel güzellik.

En sevdiğiniz erdem:
Çalışkanlık.

Yapmaktan en mutlu olduğunuz iş:
Takılmak.

Kimin yerinde olmak isterdiniz:
Kazanova'nın.

Arkadaşlarınızda hangi özelliklerin olmasını isterdiniz:
Hepsi güzel insanlar. Değişmesinler yeter.

Kendinizde gördüğünüz en temel eksiklik:
Konsantre olamamak.

Hayatınızın en büyük şanssızlığı:
Küçüklüğüm ufacıklığım.

En sevdiğiniz renk:
Bugün yeşil.

En sevdiğiniz çiçek:
Hiç bu kadar zor bir soruyla karşılaşmamıştım.

En sevdiğiniz kuş:
Kartal. Peh.

En sevdiğiniz yazar:
Hiç şüphesiz Dostoyevski.

En sevdiğiniz şair:
Turgut ve Edip abiler.

Tarihte en sevmediğiniz karakter:
Kazanova

En çok isteyeceğiniz özellik:
İnsanlar arasında rahat hissedebilmek.

Nasıl ölmek isterdiniz:
Fark etmeden.

Hayattaki sloganınız:
Ezme, ezilme.

Şu anki ruh haliniz:
Şugar ve aşugar arasında gidip gelmeli.

14 Şubat 2009 Cumartesi

Garip bir aşk hikâyesi...

Ben lisansı memleketin en civcivli en hareketli en güzel üniversitelerinden birinde okudum. Şimdiki popüler ve biraz da mide bulandırıcı deyimle "marka" okullardan birinde. Girmesi zor, havası bol okulumuzda pek çok arkadaş okulun isminden mürekkep markayı alnına yapıştırıp gezmeye fazlasıyla meraklıydı. Oooo, büyük insanlar olma yolundaydılar; çok değil birkaç yıl sonra dev kariyerleri, bir kısmını mutlaka yurt dışında geçirecekleri Amerikan dizisi vari hayatları, bol paraları, güzel karıları (ya da kocaları) yani kuş sütünün bile eksik olmadığı bir hayatları olacaktı. Marka bunları vadediyordu.

Onlar da bu vaatin sihirli bahçesinde en güzel konserler en şahane sinemalar en çılgın partiler en eğlenceli doğum günü kutlamaları arasında mekik dokur; İngilizce sözcüklerle "bezenmiş" yandan yemiş bir Türkçeyle geleceğin vaat ettiği şen şakrak hayatın provasını yaparlardı. Ah ne güzel hayat ah ne dolce vita, bir de faynıns sektöründe oldun mu menıcır, al sana o la la!

Ama marka okulumuzun civcivli yaşamının elbette bir de arka bahçesi vardı. Arka bahçede oyuna katılmayan çocuklar ellerinde sigaraları kendilerini anlamayan şehre bakar, tutunmanın yolları üzerine kafa patlatırlardı. Teoride süper pratikte sıfır bu arkadaşların kimi eprimiş pijamaları içinde hiç durmadan çalışırdı. Kimi kendisi gibileri bulup, sabaha kadar ya bilgisayar ya da masa başında aralıksız oyun oynardı. Kimi Allah ne verdiyse içerdi. Dine dönenler, dinden çıkanlar, kafayı çizenler, bağımlılar, intihar edenler daha neler neler. (Hem o zaman Fight Club neyim de yoktu. Ha-ha!)

İçlerinden birini hâlâ şaşırarak hatırlıyorum.

K. çalışkan, gözlüklü mühendis arkadaşlarımızdan biriydi. Ama geyiğin dibine vuran piç mühendis arkadaşlarımızdan değildi. Genelde az konuşan, tebessümü yüzünden eksik olmayan, çok kibar, halim selim bir çocuktu. Çok çalışkandı. Hadi açık söyleyeyim, fena halde inekti. Çalışma odasının pijamalı müdavimlerindendi. Üstüne oldukça da muhafazakârdı. Yanlış hatırlamıyorsam yurttaki Nurcu arkadaşlarla muhabbeti kıvamındaydı.

K. kendisi gibi arkadaşların en ciddi ayırıcı özelliğini elbette taşıyordu. Fena halde kadınsızdı. Eh dersten geliyor, pijamalarını giyiyor, kitaplarına gömülüyordu. Onun dışında bilgisayar bilgisinin eşsizliği onu herhangi bir sorun olduğunda aranılan kişi yapmıştı. Hep birilerinin yazdığı programların yanlışlığını düzeltirken falan görüyordum kendisini. Bunların dışında bir hayatı yoktu sanki. Neticede yurt ahalisi, K'yı asla garipsemeden öylesine yaşayıp gidiyorduk. Ta ki...

Ta ki bir akşam, K.'nın okul sathında piçliği ile meşhur oda arkadaşı bizim fakirhaneye çay içmeye gelene kadar. Daha iki yudum almamışken çayından, dayanamadı, söyledi "oğlum duydunuz mu K. aşık!". "Hadi ya" dedik, "kime?" "Liza'ya" dedi. "Liza kim oğlum?" "İşte, Liza bilmem ne". "Manyak mısın" dedik "ne Lizasından fizasından söz ediyorsun?". "Oğlum", dedi "tanımıyor musunuz meşhur porno yıldızı!".

Tabii dalga geçiyor sandık, ama doğruydu. K. meşhur porno yıldızı Liza'ya aşık olmuştu. Ama hakikaten aşık olmuştu. Anlatılanlara göre kitabının arasında resimlerini taşıyordu. Bu resimlerde Liza'nın açıkta kalmış edep yerleri özenle boyanmıştı. Odada ne zaman yalnız kalsa Liza'nın sadece kafa fotoğraflarından oluşan koleksiyonunu açıyor, aniden odaya biri girince saklayacak yer arıyordu. Arkadaşları ne zaman konuyu açsa, tek kelime etmeden bulunduğu mekânı terk ediyor, mesele üzerine asla konuşmuyordu.

Ama elbette böyle bir vakanın, bir üniversite yurdunda bu seviyede kalması beklenemez. Bir süre sonra K.'nın Liza'ya duyduğu aşk yurdun bir numaralı geyik malzemesi haline dönüştü. Bu arada K'nın arkasından yapılan muhabbetlerde geçilen dalgalar, giderek yüzüne karşı geçilmeye başlıyordu. En başta piç oda arkadaşı olmak üzere bir sürü yaratıcı deha çocuğu gördüklerinde, "oğlum K. dün Liza'yı seyrettim, of of of ellemedik yerini bırakmadılar"dan başlayan içinde her tür erkek muhabbeti taşıyan recep ivedik esprilerini çocuğun yüzüne fışkırtıyorlardı. (Söylenenleri saymaya burada yüzüm varmıyor.)

İşin acayibi şu ki. K bu söylenenleri duyduğunda fena halde üzülüyordu. Kızmıyor kızarıyor, hafif gözleri doluyor, asla bağırıp çağırmadan bulunduğu yerden uzaklaşmaya çalışıyordu. O böyle nahif tepkiler verdikçe alayın dozu da sıklığı da artıyordu. "Oğlum var ya, Liza'yı dün bir güzel ..." muhabbetinin artık suyu çıkmıştı. Bu durumun böyle gideri yoktu.

Çok iyi hatırlıyorum. K.'ların odasının önündeydik. Gece falan olacak. Dört beş kişi toplanmıştık. K.'nın piç oda arkadaşı binbir komiklik yapıp bizi güldürüyordu. O arada odadan K çıktı, piç oda arkadaşı bizi bolca güldürmenin verdiği gazla saniye sektirmeden "lan K., napıyodun odada, Liza'ya mı çakıyordun?" diyince kahkahalar iyice arttı. K. öylesine bize doğru bakıyordu. Piç oda arkadaşı yarattığı keyften memnun, "oğlum o hatun süper ağzına alıyor ha" diyince artık kayış koptu, K bir hışımla bize doğru koşup oda arkadaşının boynuna sarıldı. Var gücüyle piçin boyununu sıkıyor bir yandan "Ulan bir daha onun ismini ağzına alırsan", "ulan bir daha Liza" dersen diye bağırıyordu. İlk an hepimiz şok olduk, neyse sonra çekip ayırdık K.'yı, oda arkadaşını uzaklaştırdık. Piç giderken hâlâ "Liza'yı bilmem nedeyim ulan" diye bağırıyordu.

Ortalık sakinleşince K. ürkütücü bir ağlama krizine girdi. Kalabalik giderek artıyor, o salya sümük bağıra çağıra ağlıyordu. Elimiz ayağımız birbirine dolandı, ne yapacağımızı şaşırdık. Yüzünü yıkadık, yatırmaya çalıştık, her tarafına kolonya döktük. Bir saat içinde biraz sakinleşti. Sonra da valizini toplayıp bir yakınının evine gitti.

Körlüğün kirişi kırılmıştı tabii. K. bir hafta sonra döndüğünde bir daha kimse Liza'nın lafını etmedi.

10 Şubat 2009 Salı

Selim Işık'a ithafen..

"Selâhattin Bey, gençliğini deli gibi geçirdikten, hayatın tadılmadık zevkini bırakmadıktan sonra birdenbire yorgunlaştığını, artık daha fazla koşacak kuvveti olmadığını görmüş, beş sene kadar evvel, bu kendisinden tam on beş yaş küçük kızla evlendirilmişti. Bizim küçük Anadolu şehirlerimizde bu müzmin evlenme hastalığı daima hüküm sürmektedir. En kuvvetliler bile bir iki sene dayanabildikten sonra bu amansız mikroptan yakalarını kurtaramazlar ve kör gibi önlerine ilk çıkanla evleniverirler. Tabii bu evlenmede herhangi bir müşterek hayattan ziyade, erkek için evde bir kadın bulunması; kız için de 'münasipçe bir kısmet' varken kaçırılmaması düşünülmüştür. Bu izdivaç mikrobu, evlendikten sonra faaliyetine başlar: Evvelce bir takım emelleri olan, yükselmek, kendini göstermek, eser vermek isteyen adamlara bir kalenderlik bir lâkaytlık gelir. Evde meram anlatmağa asla imkân olmayan, seviyesi, ahlâk telâkkisi, dünyayı görüşü ve itiyatları büsbütün ayrı bir mahlûkla daimî bir beraberlik insanı dış hayatta da bedbîn yapar ve bütün insanlardan şüpheye düşürür".

(Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf'dan)

4 Şubat 2009 Çarşamba

Kütüphanede esrarengiz bir şair

Senelerdir akşamları ve haftasonları üniversite kütüphanelerine gidiyorum. Öylesine işte, kitaplar ve dergiler arasında takılmak amacıyla... Raflar arasında dolanmak, tesadüfen seçtiğin bir kitaptan üç beş sayfa okumak, sonra başka kitaplarda dergilerde gezinmek okumayı seven için büyük keyif tabii ki, ama daha güzeli bu "takılma" hadisesinin insanı yavaşlatan, içindeki koşuşturmayı eriten, zihnindeki gürültüleri susturan bir kabiliyeti olması.

Sınav zamanları bu huzurlu hal bozuluyor. Dışarının hayatı kütüphaneden içeri giriyor çünkü. Öğrenci milleti koşturuyor, fotokopi çektiriyor, gürültü yapıyor, şamata çıkarıyor, not hesaplıyor... Bir galeyan hali kütüphanenin ritmini bozuyor, sığınağın sığınılacak bir tarafı kalmıyor. (İşte o zaman güzel bir kadınla konuşup bira içmenin güzelliğini hatırlıyorsunuz. Ama konuyu dağıtmayayım.)

Lakin her şeyin bir sonu var tabii. Derken sınav günleri bitiyor, derken akşam oluyor, derken bir anda kütüphanenin misafirleri ait oldukları dışarılara dönüyor.

İşte o zaman kütüphanenin gerçek sahipleri tekrar ortaya çıkıyor. Evet düzenli gelen araştırmacılar, evet yazını kışını orada geçiren yüksek lisans mağdurları ama en çok kütüphane tutunamayanları.

Bende yalan yok, her kütüphanede bir grup tutunamayan yaşar. Doğru düzgün işi olmayan, genelde özensiz hatta gariban giyimli, soluk benizli, yaşında büyük gösteren adamlar... Özellikle akşamları hep oradadırlar. Sürekli hareket halinde, sürekli kapı önlerinde kahve sigara içerek, sürekli ellerinde birer kitap. Ama sanki hiçbir kitabı okumayan, okumaya başlasalar da sonuna varmayan adamlar...

Şimdi takıldığım kütüphanedeki geniş tutunamayanlar ekibi içinde çok ilginç bir tip var. 40 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir abi. Kendisi tam zamanlı şair. Sürekli bilgisayarlardan birinin başında oturup şiir yazıyor. Sonra çıktısını alıyor şiirlerin, düzeltiyor, tekrar yazıyor, tekrar çıktısını alıyor, tekrar düzeltiyor. Böyle saatlerce oturuyor makinenin başında. Arada da yukarı kattaki okuma odasında resim yaparken görüyorum. Tam olarak ne çizdiğini göremedim, uzaktan röntleyebildiğiöm kadarıyla hep küçüklü büyüklü balıklar çiziyor. Öyle karakalem falan da değil. Yanında kocaman bir boya takımıyla dolaşıyor. Nadiren de elinde bir klasik şiir kitabı görüyorum. Bir köşede sessiz sessiz gece yarısına kadar kitabı okuyor.

Bütün bunlar şairi ilgi çekici ve esrarengiz biri yapmaya yeterli kütüphane ahalisi için. Ama dahası var. Herif kıskandıracak derecede yakışıklı. Uzun ince boyu, uzun sarıya çalan kahverengi saçları, sert ve güzel yüz ifadesiyle bir şövalyeyi andırıyor. (Koy Üç Silahşörler'e bir gram sırıtmaz. O derece!) Kütüphanedeki genç kadınların hayranlığını, erkeklerin ise kıskançlığını ateşlediğini söylemek zor değil. Ama şair bu meraklı ahaliye yüz vermiyor, kimseyle konuşmuyor, saatler boyunca sadece kendi işleriyle uğraşıyor.

En son dayanamadım, bugün kapıdaki görevliyle kim olduğunu sordum şairin. "İşsiz güçsüz meczubun teki" dedi. Başka bir şey eklemeye gerek duymadı.

Ama herif Brad Pitt gibi diyecek oldum. Aptalca bir itiraz olacaktı galiba, başka ses etmedim, sustum.

2 Şubat 2009 Pazartesi

Blog'a siyaset sokmak!

Ben bu blogu edebi yazma meselesiyle aramı biraz toplar, düzeltir, ne bileyim bir yazma ritmi ya da disiplini kazandırır vs diye açtım. Malum, (en azından bir kısmımız) hep mekânsızlıktan şikâyet ederiz. Oynayacağızdır da hep yerimiz dardır, yazacağızdır da kendimize ait bir odamız yoktur falan filan. İşte blog hep hissettiğim ama ne olduğunu da hiçbir zaman tam anlayamadığım mekân sorunun çözümünde bir ümitti benim için.

(Zira yazmaktan hep hissettiğim ama ne olduğunu da hiçbir zaman tam anlayamadığım bir şey bekliyordum, bekliyorum. Bir şey. Pasolini'nin ilk romanını ismi gibi: "Bir şey'in rüyası" işte. Bir şey.)

Ama blogu önemsemeye ve arada da olsa bir şeyler çiziktirmeye devam ettikçe giderek yazının yönü değişmeye başladı. Bilgisayarın başına oturduğumda giderek daha çok gündelik siyaset hakkında yazmak istiyordum. (Hayır siyaset hakkında değil, gündelik siyaset hakkında). Sanki on binlerce köşe yazarı, milyonlarca haber yorumcusu arkadaş yetmezmiş gibi. Başta kendimi kontrol etmeye çalıştım, ama olmadı.. Ben de saldım çayıra, mevlam kayıra...

E bu durum tabii ki normal sayılabilir. Her gün gazete okuyan, sevdiği sevmediği bütün köşe yazarlarını satır satır hatmeden (eyvah, işte bu gençliğin bitmekte olduğunun işareti!), aynı haberin farklı gazetelerde, yurt içinde yurt dışında nasıl farklı yansıtıldığını görmek için sabahlayan bir insan nasıl olur da bu bağımlılığı yansıtmaz? Gününün yarısını Türkiye-İsrail ilişkilerinin geleceğini düşünmeye ayırmış bir bünye nasıl olur da biriktirdiği enerjiyi bloguna taşırmaz? Kolay mı içindeki minik köşe yazarına dur demek?!

Ama şimdi fark ediyorum ki mesele biraz da blogun yapısında. Burada gündeliği aşan şeyler yazmak zor, zira gündeliği aşan şeyleri bu yapıda okumak zor. Mesela ince örülmüş, soyut yazmaktan korkmayan ve okuyucudan durmasını, düşünmesini, sabretmesini, başa dönüp tekrar okumasını bekleyen metinlerin yayınlandığı bloglar var. Ama bunları hep bekletiyorum. Yerine artık altı aylık blog okurluğundan sonra biraz da kabak tadı vermeye başlayan "bu sabah kalktım, aynaya baktım, bir de ne göreyim götüm gibi bir yüz, aaaaa!" şeklindeki gündelik notlama bloglarını okuyorum.

Eh işte gündelik siyasetten bahsetmenin gündelik hayatı notlamaktan pek farkı yok. "Bu sabah kalktım, gazeteyi açtım, bir de ne göreyim Başbakan Davos'u birbirine katmamış mı!"

Neticede bu sanal coğrafyada hızlı olmak, çabuk tüketmek, yeniye geçmek, farklı hazlar keşfetmek derken gündeliğin esiri oluveriyoruz. Alain demişti galiba, "düşünmek için durmak lazım" diye, oysa biz çoğunlukla ne durmak ne de fazla düşünmek istiyoruz. Böyle olunca hızlı aşklara, çılgın fantazilere, vurucu tespitlere ve tabii ki gündelik siyasetin heyecanına kapılıp gidiyoruz. Hem anlatıcı hem okuyucu olarak.

Yok asla şunu demiyorum, gündelik hayat blogları fena ya da gündelik siyasetten bahsetmek sığlık falan... Yok yok! Sadece bir eğilim bahsettiğim, bizi alıp götüren ama götürürken bazen ihtiyaç duyacağımız yavaşlama, durma, düşünme, bekleme halini tırpanlayan bir eğilim. Bu tırpana karşı dikkatli olsak diyorum sadece...

Yoksa ben çok seviyorum, "o gün kırmızı eteğimi üstümde görünce aaaa dedi Mahmut, şahanesin kızım! Ay sonra sormayın ben de bir göt kalkması, beni hep kıskanan sarışın yellozda bir yürek burkulması" tadını...