9 Aralık 2010 Perşembe

Amor fati.

"Kral Midas bir gün Dionysos'un bilge satirlerinden Silenos'u ormanda yakalar. Evrenin bilgisine sahip olduğunu düşündüğü Silenos'tan paha biçilmez bir bilgi alma peşinde olan Midas, ona insan için en iyi şeyin ne olduğunu sorar. Silenos bir kahkaha patlatır ve ardından şöyle cevap verir: 'İnsan için en iyisi hiç doğmamış olmak. İkinci şey ise hemen ölmek". Bunun üzerine Midas derin bir sessizliğe bürünür. Midas'ın derinlere dalışından yararlanan Silenos onun elinden kurtularak kaçar."

Evet, paha biçilmez bilgi, sessizlik ve kahkaha.


(Alıntı, Oğuz Arıcı'nın "Antik Yunan Tragedyasının Metafiziği" yazısından. Cogito 54, s.68)

6 Aralık 2010 Pazartesi

Naipaul'e başlamak.

Geçenlerdeki Naipaul tartışmalarının en ilginç yanı aslan misali kendini meydane atan münevverlerimizin hiç Naipaul okumamış zevattan olmasıydı. Gel gör ki kimse dert etmedi bunu. Ortada vurdu kırdı vardı, dine küfür falan derken reyting tavandaydı, cırcırdı fırfırdı vırvırdı, işte bir helecanlı macerayla daha günümüzü gün ettik.

Bilmeden konuşmak mahalle kahvesinde bile ayıpken bu saldım çayıra mevlam kayıra tavrı herhalde memleketin entelektüel aleminin derinliği konusunda da en güzel fikri verdi.

Bu leş kavgasının ardından, bari salak tartışmaları izlerken harcadığım zaman bir şeye yarasın diye Naipaul okumaya karar verdim. Dün gece Yarım Hayat namlı Begüm Kovulmaz çevirisiyle YKY'den çıkmış eseri uykusuz kalıp kıraat ettim.

Edebiyatın terso'larıyla mücadele etmek zor. Hep konuşulur, alıp Gecenin Sonuna Yolculuk'u okuyorsun, kitap Yahudi düşmanı, cinsiyetçi, hatta gariban düşmanı; ama öyle dibine kadar anlatıyor ki nefreti, öyle hakiki duruyor ki tüm vahşetin içinde, sarsıyor seni. Sanat dediğin şey biraz da bunun için yok mu, dibe batırsın, gündelik akışı kessin, uçta olana sürüklesin, en sonunda döndürüp okuru kendi zavallı ben'ine onu değiştirsin. Yok eserin amacı bu olmalı demiyorum, estetik tecrübenin güzelliği bu.

Naipaul da terso bir yazar. İlk deneyimimden çıkardığım bu. Öfkeyle yazan, patavatsız, gürültücü bir herif. Nefretin edebiyatın yakıtı olduğunu bize hissettiren taifeden. Kahramanı Willie Chandran'ı Hindistan'dan İngiltere'ye, İngiltere'den Afrika'ya sürüklerken bir mide bulantısını da yanında sürükleyip götürüyor. Bulantıyı besleyen ağır tatminsizlik her sayfada asılı duruyor. Willie'nin ailesiyle ilişkisinde, kadınlarında, girdiği her cinsel ilişkide, yarım yamalak arkadaşlıklarında.

"Kırk bir yaşındayım, senin hayatını yaşamaktan yoruldum artık" diyip 18 yıllık karısına sığındığı Afrika'yı bıraktığında, yani romanın son noktasında da bu tatminsizliğin yarattığı-yaratabileceği tek şey parıldıyor: Kaçma isteği.

Kaçmaktan başka nihayeti olmayacak, tatminsizliği hiç dinmeyecek, hiçbir şeye tam bağlanamayacak bir niteliksiz adam'ın hikayesi demek ki Willie Chandran'ınki.

(Naipaul'a devam edeceğim.)


3 Aralık 2010 Cuma

Kötülük diyor Badiou.

"Ben sıklıklı bir Hakikatin 'militanı' olmak gerektiğini söylerim. Ne zaman ki egoizm bir Hakikatten feragat etmeye götürür, işte orada Kötülük vardır. O zaman kişi öznelik niteliğini yitirir. Egoist kişisel çıkarlar insanı büyüler, bir hakikatin (ve böylece İyiliğin) bütün gelişimini sekteye uğratabilir.

O halde, Kötülüğü kısaca şöyle tanımlayabiliriz: Kötülük bir hakikatin belirli veya bireysel çıkarların baskısıyla kesintiye uğratılmasıdır."

(Alan Badiou bir röportajında söylüyor. Cogito'nun Bahar 2008 (Tragedya) sayısı s. 54)

1 Aralık 2010 Çarşamba

Çehov'dur kanıtı.

"Sempozyum'un sonunda Sokrat dinleyicilerini komedinin dehasının trajedinin dehasıyla aynı şey olduğunu kabul etmeye zorlar. Fakat uyku bastığından dinleyiciler Sokrat'ın mantık yürütmesini takip edemezler. Birbiri ardına ustanın etrafında uykuya yenik düşerler; sadece Sokrat sabaha kadar uyanık kalır. Aristofanes bile uykusuna hakim olamamıştır, ortada kendisinin nasıl olup da bir trajedi yazarı olabileceğini anlamak fırsatı olsa da! Böylelikle, trajik ve komik dramanın nihai birliğinin sokratik gösterimi sonsuza kadar kaybolmuştur.

İşte, Çehov'un sanatı tam da bu birliğin kanıtıdır."

(George Steiner, The Death of Tragedy. 1996 basımı s.302)

29 Kasım 2010 Pazartesi

Adalet böyle sağlanır ey Bakkhalar.

"Kadınlarımız evlerinden kaçmışlar. Neymiş,
Bakkhos şenliklerini kutluyorlarmış!
Dionüsos dedikleri benim tanımadığım
yeni çıkma bir tanrıya tapınırlarmış dağbaşında.
Öbek öbek kadınlar ortalarında testiler dolusu şarap.
Gizlide kuytuda erkeklerle çiftleşirlermiş!"

Euripides'in Güngör Dilmen tarafından çevrilen Bakkhalar'ında böyle diyor zavallı Pentheus. Trajik hatanın (hamartia) sınırlarında dolaştığının farkında değil.

Dionüsos'un şarabından içmiş kadınlar dağlara taşlara akın etmişler. Engel tanımaz Bakkha ordusu olmuşlar. Büyük unutkanlığın, saf doğa olmanın sarhoşluğunu yaşıyorlar. İsminin manası keder olan Pentheus bunda bir ahlaksızlık, bir insani zaaf arıyor. Oysa tanrı emrine karşı çıkmak esas zaaf. Dionüsos'un tanrılığını anlamaması tüm lanetin kaynağı. Düzen kesintiye uğradıysa, kadınlar saf doğa olduysa bütün hepsi Pentheus'un şapşal tanrı bilmezliğinden.

İşte geliyor Bakkhalar. Biraz sonra sel olup Thebai şehrine ve Pentheus'a hakikati bildirecekler.

"Görecektin, kadınlardan biri nasıl besili bir danayı
böğürte böğürte bacaklarını ayırıp parçaladı.
Hayvancığın kaburgaları, toynakları nasıl oraya buraya savruldu,
kanlı et parçaları çam dallarında asılı kaldı"

Peki Pentheus'un anasını bu Bakkha sürüsünün içine katmak, oğlunu unutturmak, cinayeti onun ellerine işletmek?

"Annesi boğazlayacak onu.
Sonda öğrenecek Zeus'un oğlu
Dionüsos'un bir tanrı olduğunu:
İnsanları çok ama çok seven, ama öylesine de
ürkünç olabilen bir tanrı."

Tanrısal adalet dedikleri bu olmalı.

"Pentheus başından çelengini takıları attı, annesi onu tanısın diye
yanaklarına dokundu: "Ben senin oğlunum anne.
Oğlun Pentheus'um, Ekhion'un evinde doğurduğun.
Bana acı anne, benim günahlarım yüzünden
sen öldürme çocuğunu."

Tabii acımayacak anası Pentheus'a. Koparacak başını, aslan avladı sanıp neşeyle dolanacak elinde oğlunun kanlı başı.

Sarhoşluğu geçip neler olduğunu anladığında adalet ve düzen tesis edilmiş olacak.


(Euripides. Bakkhalar. Eski Yunancadan çev. Güngör Dilmen. Mitos Boyut, 2001)

1 Kasım 2010 Pazartesi

Makinenin kalbi.

Tzu-Gung, Han ırmağının kuzey bölgelerinde yolculuk ederken, bostanında çalışmakta olan yaşlı bir adam gördü. Yaşlı adam bir sulama kanalı kazmıştı. Önce kuyuya iniyor, bir kova su alıp kanala su döküyordu. Çok büyük bir çaba göstermesine karşılık, aldığı sonuçlar son derece yetersiz görünüyordu.

Tzu-Gung dedi ki: "Günde yüz kanalı sulayabilmenin, bunun için de pek az çaba harcamanın bir yolu var. Bunu dinlemek ister misin?" Bostancı doğruldu, ona baktı ve sordu: "Neymiş o peki?"

Tzu Gung yanıt verdi: "Arkası ağır, önü hafif olan tahta bir kaldıraç yap. Böylece suyu o kadar hızlı çekersin ki, neredeyse kendiliğinden fışkırır. Buna çekmeli kuyu denir."

Bunun üzerine yaşlı adamın yüzünde öfke belirdi ve şöyle dedi: "Hocam bana derdi ki, makine kullanan kişi işini makine gibi yapar. İşini makine gibi yapan kişinin, yüreği de makineye benzer, ve göğsünde bir makine yüreği taşıyan kişi yalınlığını yitirir. Yalınlığını yitiren kişi ise ruhunun çabalamalarından emin olamaz. Ruhun çabalamalarından emin olmamak ise samimiyetle bağdaşmaz. Söylediğin gibi şeyleri bilmez değilim ama onlar kullanmaktan utanç duyarım."

(Heisenberg'in Fizikçinin Doğa Kavrayışı'ndan çeviren Gül Çağalı Güven)

24 Ağustos 2010 Salı

Beyaz Türklerin korkuları 2 - Müjdat Gezen

Bu akşam Cüneyt Özdemir'in programı korkunçtu. Sanatçılar referandumu tartıştılar! Allah beterinden saklasın.

Yetmez Ama Evet'çileri temsilen sahne almış Zeynep Tanbay berbattı, iki lafı bir araya getiremedi, söylediklerini savunamadı ve Mustafa Altıoklar'la Müjdat Gezen'in yüzeysel-vahşi bindirmelerine cevap veremedi. O kadar böndü ki, annem bile program sonrası ülkeyi referandum sonrası karanlıklar basacağına inanıp, "yok canım baksana, kesin hayır vermeli" dedi.

Fakat geceyi korkunç kılan bu bönlük değil, Müjdat Gezen'in algı dünyasının karanlığıydı. Beyefendi memleketinin halinin korkunç olduğuna bayağı bayağı iman etmişti. Birkaç kere üstüne basa basa yineledi: "Şimdi 12 Eylül'ün iki katı faşizm var". İçim daraldı. Herif samimiyetle ciddi bir faşizm içinde yaşadığımıza inanıyordu. O kadar inanıyordu ki, neredeyse ben bile bir an inanacak gibi oldum. (Annemin durumu malum)

Kalktım, çıktım, bir saat kadar yürüdüm. Sakinleşip Müjdat Bey'in bu bulaşması pek kolay ruh hali üzerine düşünmek istedim. Garipti, beyfendi ulusal bir kanalın en çok izlenen saatinde iktidar hakkında aklına gelen her şeyi yarı da hakaretamiz biçimde söylüyor, bağırıyor, yeri gelince dalgasını geçiyor ama aynı anda memlekette faşizm olduğunu iddia ediyordu. Hem de 12 Eylül'ün en az iki katı sertlikte.

Peki acaba Müjdat Bey'in hissetttiği faşizmin kaynakları nelerdi? Yani baskıyı nerelerde hissediyordu? Yapmak istemediği oyunları filmleri yaptırmamışlar mıydı, yazmak istediklerini yazdırmamışlar mıydı, sansürlenmiş miydi, önceden sahip olduğu haklar elinden mi alınmıştı, nerdeydi bu faşizm, hayatının neresindeydi? Acaba sorsak ne derdi? Neydi faşizm tecrübesi kendisinin?

Evet, Ergenekon sürecindeki tutuklamalar. İlhan Selçuk'un apar topar evinden alınması, Türkan Saylan'a yöneltilen suçlamalar, Balbay'la Doğan'ın hâlâ içeride olması. Başka? Dinlemeler ve devletteki cemaat örgütlenmesi yönündeki dedikodular.

Peki Müjdat Bey, bunların neresindeydi? Tam karşısında. Tıpkı benim gibi. Televizyondan seyretmiş, gazeteden okumuştu. Ne kimse oyununu yasaklamıştı, ne birileri muhteşem eleştirel yapıtlarına kış demişti. Ama karanlık güçler geliyordu işte. Hayat çok korkunçtu. Son mevziler de düşmek üzereydi. Cumhuriyet tarihinin en faşist günleriydi bunlar.

Pis bir tedirginlikti bu. Sadece kendi götünü düşünen bir tedirginlikti. Hem bencildi hem kördü. Midem bulandı. daha dün, sanki bu ülkede görmediğimiz rezillik kalmamış gibi; faili meçhuller-gözaltında kayıplar, köy boşaltmalar, siyasi cinayetler, susurluk, çeteler, postmodern darbeler, cezaevi baskınları, andıçlar-fişlemeler, velhasıl ayrımcılığın en kral örnekleri bu ülkede 1980'den 2000'e yaşanmamış gibi şimdi 12 Eylül'ün iki katı faşist bir dönemde yaşadığımıza inanacaktık.

Tabii ya, ele geçirilecek diye tir tir titrenen yargı tüm faili meçhulleri aydınlatmış, köyleri yakanları dava etmiş, çeteleri çökertmiş, her tür ayrımcılığın üzerine gitmiş, saçma sapan uydurma sebeplerden parti kapatmamış, her zaman bireysel hakları gözetmiş falan bir yargıydı. Şimdi gelip faşistler bu cennet yargıyı ele geçireceklerdi.

Biraz daha yürüdüm, mide bulantım geçti.

Daha dün karar vermiştim, oylamaya gitmeyecektim ama sağolsun Müjdat Bey çok yardımcı oldu, kalktım biletimi değiştirdim, bir gün erkene aldım.

Gelsin bakalım memlekete faşizm.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Beyaz Türklerin korkuları ve Ergün Poyraz vakası.

Bir haftadır Ankara'da kitapçıları geziyorum. Satış listelerinin bir numarasında, en çok satan raflarının en önünde hep o kitap var: Ergün Poyraz'ın başbakan hakkında yazdığı Takunyalı Führer... Daha çıkalı doğru düzgün zaman geçmeden üçüncü 30.000'lik baskıyı yapmış.

Kitabı biraz karıştırınca korkunç bir saçmalıkla karşı karşıya olduğunuzu kolayca anlıyorsunuz. Bir bok atma kitabı Poyraz'ınki. Erdoğan'ın ne kadar korkunç bir canavar olduğunu anlatmak için aklına geleni, ordan burdan duyduğunu, muhtemelen uydurduğunu, velhasıl bulabildiği her şeyi sıkıştırmış kitabın içine. Keşke en çok dikkat çeken yanı bu toplama hali olsaydı kitabın, ama değil, Poyraz'ın her satıra sinmiş ırkçılığı çok daha fazla mide bulandırıyor. Yazarımız, Erdoğan'ın Türk olmadığını göstermek için kırk bin takla atıyor, tüm belaları buraya bağlıyor.

(Elbette bu tavır içinde bir yazarın Erdoğan'ı tarihin emsal ırkçısı Hitler'le özdeşleştirmesi de kör göze parmak bir ironi olarak ortalıkta salınıyor.)

Yalçın Küçük'le tavana vuran bu vatansever soy-avcılığı bayağı bayağı meslek haline gelmiş. Ankara kitapçılarının çok satan listeleri bunun kanıtı. Yine Poyraz'ın Takunyalı Führer'den önce Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan hakkında yazdığı Musa'nın Çocukları serisi var mesela. Ve bunlara eşlik eden ırkçılıkla komplo teorilerini iç içe ören bir yığın başka kitap. Bunlar çok çok çok satıyor.

Memleketin okur yazar orta sınıfının politik bilgisini bu sapık literatürden devşirdiğini gösteren söz konusu bolluk fena halde içimi karartıyor. Demek ki Türkiye'de olan her şeyi, birilerinin gizlice Rum ya da Ermeni olduğuna ya da başka devletlerin sinsi oyunlarına bağlayan bir OKUR-YAZAR orta sınıf var. Beyaz Türkler temelleri sarsılan algı dünyalarında açılan yaralara ırkçı hezeyanlardan merhem yaratmaya çalışıyor. Sonra Ergün Poyraz gibiler gazeteci-yazar-düşünür sınıfından söz sahibi karakter hale geliyor, birilerinin fikir alemine yön verecek kuvvete erişiyor.

Tabii, bu damar içi gören DNA avcısı ırk-ölçerlerin şerrinden korkmak için daha başka sebepler de var. Tayyip Bey'in "boya değil soya bak"ından daha dün Cemil Çiçek'in yaptığı "sünnetsiz teröristler" açıklamasına düz ırkçılık her yerde; boğazımıza kadar içindeyiz bu bokun.

Sonra gelsin Asiye nasıl kurtulur umutsuzluğu...

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Çok sevdiğim Vilyım.


Çok sevdiğim Vilyım Saroyan, ki Bitlislidir aslen kendisi, romantik biri. İnce, tatlı, muhabbeti güzel, gönlü hoş biri. Kardeş gibi benzediği Hulusi Kentmen'den sadece üç yıl büyük olmasına şaşmaya gerek yok demek ki.

Zaman zaman, hayat soğumuş mercimek çorbasına benzediğinde kendisinin İnsanlık Komedya'sından parçalar okur, ışıltısız gözlerime ışık, çekilmiş damarlarıma kan ararım. Çünkü Saroyan kendi çocukluğuna bakıp öyle bir cennet hissiyatı yaratmıştır ki, cennetin içine batıp her şey yerli yerinde dersiniz.

Cennet mutluluk demek değildir evet, her şeyin yerli yerinde olmasıdır olsa olsa. Ölümün, kederin, açlığın hatta savaşın yerli yerinde olması. Her şeyin anlaşılır, kabul edilebilir, anlamlı olması.

Baron Vilyım'ın komedyası böyle olmaklığıyla bizi Fresno'daki fakir çocukluğundan bozma bir cennete götürür, yaşamın güzelliğine insanın inceliğine iman ettirir.

Şimdi çıkar gelirse hep beraber Bitlis'e gideriz, her şeyi yerli yerine koyarız.



17 Temmuz 2010 Cumartesi

At.

At'ın acı çekmesinde sihirli bir şey var.

Raskolnikov'un rüyasındaki at, Niçe'nin delirdiği o anın kahramanı olan at mı? Neden yüreği karanlığa değmiş adamların tükendiği yer at'ın acı çekmesiyle eşleniyor? Andrey Rublev'de koca yangının değil de, koca yangının içinde kalmış atın can acıtması neden?

Belki de dünyada attan daha soylusunu bulmak mümkün olmadığından. Güçlü, kuvvetli, heybetli, hızlı vs olan değil sadece; mahzun, ince, müşfik gözleriyle kuvvettinde kibirden eser olmayan da o.

At yani, güzellik fikrinin ta kendisi.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Çocuk gitti.

"Gitti. Getir götür işlerine bakan çocuk bugün gitti, dediklerine göre köyüne dönmüş, bir daha da gelmeyecekmiş - içinde yaşadığım insani mekânın, dolayısıyla benim ve dünyamın ayrılmaz bir parçası olarak görürdüm onu. Bugün gitti. Koridorda rastlaştık, böylece beklenen sürpriz vedalaşma gerçekleşti, ona sarıldım, o da çekinerek karşılık verdi bana, olanca yabaniliğimi kuşanıp ağlamamayı başardım, oysa yanan gözlerim yüreğimde, benden bağımsız olarak can atıyordu yaşlar akıtmaya.

Sahip olduğumuz her şey, ortak bir hayat sürmenin ya da sadece kendi bakışımızın oyunuyla, biraz biz olur, çünkü bize aittir. Bugün Galiçya'nın bir köyüne giden, adını bile bilmediğim o kimse, benim için sadece bir ayakçıydı: Gözle görülebilir, insani bir varlık olarak, hayatımın özünün hayati bir parçasıydı. Şimdi azaldım ben. Artık tam olarak eskisi gibi değilim: Çocuk gitti.

Yaşadığımız yerde ne yaşanıyorsa, aslında bizde yaşanır. Gördüklerimiz arasında sona eren şeyler, bizde sona erer. Varolmuş olan insanlar -varoldukları sırada görmüşsek- yok olduklarında bizden koparılmıştır. Çocuk gitti.

O büyük masaya kurulmuş, dün başladığım yazılara devam ederken şimdi daha ağır, daha yaşlı, daha kuşkuluyum. Çalışmaya hevesim yok, ama kıpırtısızlığımı harekete geçirip kendi kendimin kölesi olabilirsem çalışabilirim. Çocuk gitti.

Evet, yarın, belki daha sonra, ölümü ya da gidişi haber veren sessiz çan benim için çalacak, büroda olmayan kişi, merdiven altındaki dolapta eski bir kayıt olma sırası bana gelecek. Evet yarın ya da Kader benliğimde benmiş gibi davranın hesabını kapatmaya karar verdiğinde. Doğduğum memlekete döner miyim acaba? Bilemiyorum. Bugün gidenin yokluğu yüzünden trajedi iyice somutlaşıyor, sırf hissedilmeyi hiç hak etmediği için öyle hissediliyor. Tanrım, Tanrım, çocuk gitti."

(Fernando Pessoa. Huzursuzluğun Kitabı'ndan. Çev. Saadet Özen)

(Pessoa hakkında önceden de yazdım. Şurada.)

13 Temmuz 2010 Salı

Yeni mücadele dönemi.

Dün televizyonda THY genel müdürü Temel Kotil'i izledim. Büyülü bir röportajdı. Memleketçe yepyeni bir evreye geçtiğimize iyice inandım.

Kotil, AKP ile gelen yeni kamu yöneticilerinden biri. Esasında akademisyen. Amerika'nın en iyi okullarından Michigan Üniversitesi'nde doktora yapmış, sonra memlekete dönüp hoca olmuş.

Kendisi THY'nin başına geçtiğinden beri sıkça gündeme geldi. Apronda deve kesilmesi komedisine ve Hac'dan dönerken havaalanında terlikli fotoğraflarının çekilmesine basın büyük ve çirkin bir ilgi gösterdi. Kotil yerden yere vuruldu, THY'nin durumu AKP kadrolaşmasının korkunç komedilerinden biri olarak sunuldu. Fakat THY o kadar hızlı bir şekilde büyüdü, hem iç pazar hem dış pazarda öyle başarılı oldu ki olumsuz eleştiriler ister istemez hız kesti. Bugün şirket Türkiye'de en akılcı yönetilen, en verimli kamu kurumlarından biri gibi görünüyor.

Ama değineceğim mesele bu değil, zaten bu mesele pek önemli de değil. Artık kimsenin, şirket verimliliğinin ayaktaki terlikle ilişkisi olmadığını anlamamakta ısrar edip işi angut-show'a dönüştüreceğini sanmıyorum.

Röportajda beni benden alan, kelimenin tam anlamıyla büyüleyen şey Kotil'in retorigi ve daha da çok bu retorigin şehvetiydi. Yaptıkları işleri anlatırken, işlerin sonunda nasıl "çok güzel paralar" kazandıklarını kıkırdayarak anlatıyor, üç cümleden birinde sanki kutsal bir makamdan söz edercesine "biz yöneticiler" diyor, büyüme rakamlarından, katlanan cirodan gözleri parım parım parlayarak bahsediyor, kısacası devrin iktisadi kâr-kazanç dilinin şahane bir resitalini veriyordu. Şirketi benliğiyle özdeşleştirmiş bir başarı canavarıyla, bir neo-liberal Faust'la diz dizeydik ve üniversitede yurttan hatırladığım nurcu abileri hatırlatan ince bıyığı bu retoriğin içinde kaybolup gidiyordu.

Röportaj sırasında, AKP'nin 2002'de iktidara gelmesinden hemen sonra Ali Babacan'la yapılan bir TV programını hatırladım. Uzun bir ekonomi sohbetinden sonra, sunucu bıyıkları yenı terlemiş bir ergeni hatırlatan güler yüzlü bakana, biraz da özel hayatından bahsetmek istediğini söylemiş, "peki mesela haftasonlarında tatillerde naparsınız?" diye abuk bir soru sormuştu. Babacan, "işte biz de herkes napıyorsa onları yapıyoruz" dedikten sonra sunucu ısrar etmiş, Babacan da yaptığı olağan aktiviteler olarak şunları saymıştı: "golf oynarım, suşi severim".

(Retorik tabii ki içerikten bağımsız değildir ve halkımızın bir kısmının sandığının aksine (eğer varsa) takiyye icra edilirken icra eden özneyi de dönüştürür. Çünkü söz, gerçek olan her neyse ondan cııırt diye çekip ayırabıleceğiniz bir değersiz gayrılık değildir. Söz arzunun, şeytanînin, yeraltına itilmişin gücünü taşır ve kendisine hâkim olduğunu sanan insanoğlunu hiç fark ettirmeden başka bir şeye çevirir.)

Babacan'dan Kotil'e, Kotil'den sahil şeridindeki beş yıldızlı türban otellerine, otellerden taşrada yeni kurulan ve neoliberal reklam teknikleri ile zenginleşme-gelişme retoriğinde kaybolmuş nurcu üniversitelere, üniversitelerden Tüsiad-Müsiad barışmasına upuzun bir çizgi çekilebilir. Yeni Türkiye Müslümanlığı da büyük ölçüde bu çizgiyle anlaşılabilir.

Açık ki hayat değişmekte, ülkemiz her açıdan liberalleşmekte, kapitalizmin yeni araçları dinselliğin her türünü ehlileştirmekte (Kemalist ulusçu dinsellik de dahil buna) ve neticede ülke yeni bir arzu ekonomisinde uzlaşmaya gitmekte... Söz etmeye bile gerek yok, uzlaşmanın diğer yüzünde taşeronlaşmak, gelir çizgisinin asgari ücrete çekilmesi, çalışan altsınıfların ve yeni yoksulların safları sıklaştırması var.

Görünen o ki Türkiye bir yandan uzlaşırken bir yandan çatır çatır ayrışıyor, yepyeni bir mücadele dönemine giriyor.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Gencölmek.

Ay mıdır kar mıdır pencerede
Boğulmuş çocukları martılara taşıyan
Kara köpek karşı kıyıda uluyor
Bence o çocuk öyle gülmemeli

Atları çayıra saldım diş kamaştıran erik ağaçları altına

Nisan toprağı kalbimde ağrıyor
Bence o çocuk öyle gülmemeli
Şimdi bir kadın çay demlese

Bahçedeki korkuluk nar ağacıdır
Erken ölmüş, iyi giydirilmiş
Sular soğuyor ovada duran ince gölgesinde
Büyük ateşler, kuytu köyler gibi

Alınlarına vişne çiçekleri yağan
O kızlar, delikanlılar ve lohusalar
Oyulmuş bir bebektirler ıhlamurdan
Kestane mangalları, masallar, talikalar

Ölüm alışsın artık bize
Bir dans bahçemize gelsin
Gelsin otursun ılık minderimize

Bence o çocuk öyle gülmemeli
Ay kar gibidir pencerede


Ergin Günçe

6 Temmuz 2010 Salı

Oktay.

Oktay'ı bana unutturmayanlar 3'tür.

1) Red Kit'inkine benzeyen kocaman ve kemersiz burnu.

2) Hepimiz daha el kadar çocukken hiç durmadan Dostoyevski okuyuşu.

3) Sınır tanımayan çay aşkına su bardakları bile yetişemediği için çayı kavanoza doldurup içmesi.

Ama bunların hepsinden fazla olandır Oktay. Kötü hafızada silinmez bir yeri olması da bu fazla olmasındandır.

Kocaman olmuş, liseye varmışızdır. Can sıkıntısıyla şehrin ana caddesinde volta atılan günlerden birinde Oktay'a rastlanır. Yüzü yara bere içindedir.

Ne bu hal abi?
Yaa bir şey yok.
Nasıl yok ya?
Ama sorma işte.
Kavga mı ettin?
Ya yok mahallenin piçleri her mahalleye girişte üzerime saldırıyor, artık Allah ne verdiyse...
Niye be?
Yok sebebi, tipimi beğenmiyorlarmış.
Allah Allah.
Vallahi yok sebebi. Tipim komikmiş.

Oktay'ı tanırsanız inanırsınız. Öküz İngilizce hocamızın kızdığında ilk tokatladığıdır Oktay. Niye mi? Çünkü hem sınıfın hem en miniği hem en Red Kit burunlusudur. Anasıyla ve küçük kardeşiyle yaşar. Garibanlık hikâyeleri arkadaş arasında fısıldanır. Kış günlerinin yarısında sınıfa ceketini unutarak gelir. Olur olmaz yerde gülümser. Kızmaz, saldırmaz, hırs yapmaz.

Bizim Oktay her daim ince her daim sessizdir. Büyük ezikliğin bitimsiz gülümsemesidir o.

Oktay'ı düşününce "ezik" sözcüğünü bu kadar patavatsızca kullanan güruhtan nefret ederim.

Ezik sizi siksin.

27 Haziran 2010 Pazar

Eslen, Pamukoğlu derken memlekete dönmek budur.

Akşam emekli asker Nejat Eslen'i, twitter güzeli Ahmet Hakan'ın programında seyrettim. Gayri nizami harp tekniklerini emekliliğe taşımış olan paşa, karşısındakinin psikolojisini bozmak için her taktiği uyguladı. Pis sırıtmalar, ani ses yükseltmeler, karşısındakinin sinirini bozunca "sakin olmayı öğrenmelisiniz"ler falan filan derken yine dönüp dolanıp aynı söz bulutuna vardık: Kürt sorunun ekonomik olduğu, terör bitmeden hiçbir halt olmayacağı, askerlerin Kürtleri pek çok sevdiği, dağa çıkan Kürtlerin kandırılmış beyni yıkanmış çocuklar olduğu, paşanın evine gündeliğe gelen Kürt kadının bile PKK'nın bitirilmesini paşadan talep ettiği...

Programdan sonra ekşi sözlüğe baktım kimdir bu adam diye. Çok bir şey yoktu, ama başka bir kahraman sözlük semalarından yükselmişti: Osman Pamukoğlu. Entari'ci arkadaşların ciddi bir kısmı, siyasete soyunan paşanın son günlerdeki televizyon performanslarından etkilenmişti. "Oylar Pamukoğlu'na" idi. Terörü bir tek o bitirebilirdi. Ne yanlış ne hayal ne şaka; sözlüğün havalı okumuş çocukları çözümü bulmuşlardı.

Böylece memlekete dönüşün ilk günü gerçekten memlekete döndüğümü, bu dönüşün pek hakiki olduğunu anladım.

Çimdiğe falan gerek yoktu, paşalar yeter de artardı.

18 Mayıs 2010 Salı

Paris değişir, değişmez bendeki acılar.


Ve dalgın Carrousel semtinden geçerken,
Baktım, eski Paris yok (yazık! Bir kentin şekli
Daha çabuk değişiyor ölümün kalbinden);
Canlanıyor zihnimde eski kent: barakalar,
Sirkler, sirk çadırları, ağaçlar ve bataklıklar
Sularıyla yeşermiş o küme küme otlar,
Eski eşyalar, bitpazarı karmakarışık...
(...)
Paris değişir! değişmez bendeki acılar,
Ve her şey, her zaman o eski haliyle kalır:
Yeni saraylar, eski mahalleler, yapılar...
Sevgili anılarım kayalardan da ağır.


(Baudelaire, Kötülük Çiçekleri'nden. Çev. Erdoğan Alkan)

16 Mayıs 2010 Pazar

Tanzimatçı tipi.

Neden soluk benizli, neden eğilerek yürüyor, neden sakalı seyrek? Neden zayıf, kuvvetsiz bir adamdır demiyor da dolaylı olarak fiziksel görüntüye serpiştiriyor söylemek istediğini? Hele kumrallığa, gözlere kadar sinmiş kumrallığa ne demeli? Buralı değil, yerli değil diye düşünmemizi istiyorsa niye açıkça söylemiyor da renkten çıkarmamızı istiyor bunu?

"Mehmed beyin ismi, eşkâli başta yazılı idi. Nahif, soluk benizli, az ve seyrek sakallı, önüne mâil yürür, gözleri ve saçı ile sakalı kumral. Ekseriya setre giyer. Ağır ağır yürür. Takriben yirmi beş yaşlarında. Beyoğlunda dört-yol ağzında kitapçı dükkânınan sık sık girip çıkar. Daima elinde bir Fransızca kitap bulunur."

Tiplerle algılamak pek anlaşılır kılıyor dünyayı. O tipi her şeyiyle, özellikle de fiziksel özellikleriyle yekpare düşünmek ise ayrıca şahane.


(Pasajı, Cevdet Perin, Tanzimat Edebiyatında Fransız Tesiri kitabında Ebüzziya Tevfik'in bir yazısından alıntılamış.)

14 Mayıs 2010 Cuma

İçimin ekonomisi ve finans piyasaları.

Finans teorisinin körlüklerle, metafizikle dolu olduğunu söyledi eski bir arkadaşım o gün. Doktorasını bitirmesinin eli kulağındaydı kendisinin ama çekinmedi, bak dedi, biz finansçılar kendimiz çalıp kendimiz oynuyoruz. Sonra pis pis sırıttı. Akademisyen olmak istemediğini, önceliğinin çabucak iyi para kazanmak olduğunu söylüyordu hep, böylece nedenin sadece para kazanma isteği olmadığı anlaşıldı.

Aynı gün Radikal'de Ahmet İnsel finans alanının doğmaları ve modern iktisat eğitiminin körlükleri üzerine bir yazı yazdı. Hep olduğu gibi çok ekonomik bir yazıydı, tek kelime fazlası olmadan temel iktisadın doğmalarını bir bir tertemiz ortaya koyuyordu Ahmet baba. Ah ulan dedim, bunları hocaların yüzüne zamanında söylemeyedik ki böyle derli toplu. Onca yıl ne desek, hayıflanmaktan öteye geçmedi.

Sonra Braudel aklıma geldi. Sorun piyasa değil demişti; sorun piyasayı aşan, anti-piyasa bir kapitalizmin içinde yaşamamız. Kapitalizmin doğası gereği, piyasanın hep anti-piyasa olacağını, eğilip büküleceğini, hiçbir zaman Smith'in hayal ettiği gibi zaaflardan arınmış bir şekilde işlemeceğini söylemişti. Kapitalizmin piyasası buydu. Zaten biz de hiç öyle tam rekabet falan görmemiştik. Demek ki önce ekmekler değil piyasalar bozulmuştu.

Ertesi gün başka bir arkadaşım arayıp heyecanla kahve içmeye çağırdı. Kendisi çok sıkı bir okulda matematik doktorasını bitirmek üzere ve çok fena zeki bir insan. Heyecanının sebebini ben kafeye girer girmez coşkuyla söyledi. Büyük bir finans şirketinin beyninde çalışmak için teklif almıştı, kabul edecekti, şimdi bana müjde veriyordu. Yahu sen solcusun, yani en azından geçen hafta solcuydun dedim. Kikirdedik. Sonra ciddileşti. Üç sene içinde yıllık kazancım milyon doları bulabilir dedi. Aslında sen de haklısın dedim.

İşte sonra yine borsa çıktı borsa düştü. Hayat biraz daha işten ve ekonomiden ibaret oldu. Sonra yine kredi kartı ekstresi geldi, holdingler gururla cirolarını açıkladı, birileri MBA yapmak için büyük paralar ödedi, birileri bozuk para dilendi. Salak salak nehre bakıyordum ki babam aradı. Ne diyorsun euro düşmeye devam eder mi diye sordu. Baba dedim, iki aydır ilk defa arıyorsun, ayıp yahu, beni merak edeceğine euro'yu merak ediyorsun. Güldü. Düşer dedim baba düşer. TL'ye geç. Yok yok sepet yap en iyisi. Riski dağıt. Durdu iki saniye, sepet ne lan dedi?

Sonra borsa çıktı borsa düştü. Babam riski dağıttı, arkadaşlarım doktoralarını bitirmeye biraz daha yaklaştı.

Ben göğe baktım, yere baktım. Karmaşık rakamlara cebimdeki paralara baktım. Yıldızlara, dolarlara, gazetelere, altın fiyatlarına, güzel kızlara, menülere...

Sonra dönüp kendi içime baktım.

Galiba içimin ekonomisi pek çalkantılıydı. Acilen devlet müdahalesi gerekiyordu.

Bu piyasalar da kendi başlarına bırakılmaya hiç gelmiyordu.

11 Mayıs 2010 Salı

Babaya şükran.

George Steiner'in Trajedinin Ölümü öyle güzel bir kitap ki, insan akademisyenlerin de heyecan verici olduğuna bir an olsun inanabiliyor! Ama başta atlanılan "Teşekkürler" kısmı kitap bittikten sonra yeniden okununca, sır ifşa oluyor.

"Fakat, bu kitap esas olarak babamın eseridir. Burada tartışıklarım ilk olarak onun bana okuduğu ve beni seyretmeye götürdüğü oyunlardır. Eğer edebiyatla birden fazla dil dahilinde uğraşabiliyorsam, bu, babamın baştan beri zihinsel işlerde kapanmayı, darbölgeye hapsolmayı reddetmesinin sonucudur. Ama her şeyden öte yüksek sanatın uzmana ya da akademisyene parsellenmediğini; aksine sanatı en iyi bilecek ve en çok sevecek olanların onu en yoğun yaşayanlar olduğunu bana babam öğretmiştir."

(Böyle güzel teşekkür edilen baba olmak var şu alemde)

(George Steiner, The Death of Tragedy, 1996. s. viii)

9 Mayıs 2010 Pazar

Oğlan oğlan kalk gidelim.

-I-
Hayatta çok zaman trajedinin izleri silinmez. Ama biz çok zaman izlerin silinmesini, silikleşen hatırlatıcıları unutmayı, velhasılı acıyı gömmeyi tercih ederiz. Bazen bunu adaletsizlik pahasına yaparız; görmezden gelerek rahatlamayı adaletin kurban edilmesine tercih ederiz. Üstüne orada durmayız; kaba neşeyi, inceltilmemiş mizahı, gürültülü eğlenceyi unutmanın aracı olarak kullanırız. Acıyla alay ederiz, başkasının yarasına kahkaha atarız.

Bu davranış biçimi bana hep çocukların ilişkilerini hatırlatır. Çocuklar yere düşen canı yanan arkadaşlarına kahkahayla gülerler, gülerken arkadaşlarının yarasını deştiklerini düşünmezler. Zayıfın zayıflığını kaba mizahın nesnesi yaptıklarında çok zaman toplu bir sarhoşluk içinde, şölen havasındadırlar. Zor bir dünyadır o, küçük adamlarla kadınların alemi bebek bezi reklamlarına benzemez; serttir ve şiddet doludur.

Gelgelelim mantık ve tarih bize yetişkinliğin çocukluğa benzememesi gerektiğini söyler. Sağlıklı büyümek ve toplumsallaşmak biraz da çocukluğun şiddettinden arınmak olsa gerekir.

Ama biliriz ki olmaz. Yetişkinliğin dört bir yanı kurban etme, toplanarak ezme, şölen tertip ederek cezalandırma törenlerinin işgali altındadır. Kaba alay, ezerek iktidar kurma, başkasını yıkarak kendini var etme ve benzerleri gündelik hayatın her noktasında çıkar karşımıza.

Her şeye rağmen yetişkinlik ceza anında çocukluğun rahatlığını taşıyamaz. Zira, tarih, sınırlarını kimsenin bilmediği hukuk diye bir şey tesis etmiştir ve hukuk'un sözü anneden papara yiyip iki zırlayıp kaldığın yerden devam etmeye benzemez. Onun için canı yanmış yetişkin çocuktan farklı olarak adalet umar, kimi zaman hiçbir umut olmasa da inamaya devam eder, dengenin yeniden kurulacağı günü bekler.

Muktedir kulağını kapasa da, sesini duymasa da, umursamasa da o bekler...

Çünkü trajedinin işaretleri yeryüzüne saçılmıştır ve gün gelecek bunlar teker teker muktedirin yüreğine saplanacaktır.


-II-
Büyük udî Richard Hagopian, 1937 Fowler-California doğumlu. Ud çalmaya 12 yaşında başlamış. Padişahlar için çalmış Garbis Bakirgian'ın ve meşhur kör udî Hrant'ın öğrencisi olmuş. Grubu Kef'le birlikte yayınladığı albümlerle Amerikalı Ermenilerin gözünde özel bir yer edinmiş.

Müzisyen bir arkadaşım beni kendisinden haberdar ettiğinde Richard Bey'in rahmetli anneannemin favori şarkılarının müzisyeni olacağını tahmin etmemiştim. Kendisi Ermenice söylediği kadar Türkçe de söylüyor. Üstüne Youtube sağolsun, Richard Bey'in birbirinden güzel şarkılar çaldığı pek çok meşk ortamının da kaydına ulaşabiliyoruz, yani sadece anneannemin şarkıları değil, ortamının da aynısı var. Şarkılar, turkuler, meşk, muhabbet gani.

Kaç gün defalarca bu videoyu seyrettim. Richard Bey, tatlı ve mahir saz arkadaşlarıyla beraber anneannemin ince sesiyle söylemekten bıkmadığı söylerken gerdan kırmaya doymadığı oğlan oğlan söylüyor. Orada bizim memleket var, rakı var, memleketten abiler var, özünü bildiğim muhabbet, tadına doymadığım toprak var. Orada ben, çocukluğum, rahmetli anneannem var. Orada ben evimdeyim, hiçbir yerde olmadığım kadar evimdeyim. Seyrederken içim içime sığmıyor, başımdan aşağı bir güzellik yağmuru dökülüyor.

Ta ki videonun başlarında, tam 1.20'de azcık görünen bayrağı fark eden dek. O an güzelliğin içindeki kocaman yara patlıyor.

Dedim ya trajedinin işaretleri yeryüzüne saçılmış ve işte biri gelip yüreğimin tam ortasına saplanıyor.

http://www.youtube.com/watch?v=yhm8tCmyRs0

4 Mayıs 2010 Salı

Peçorin.

Dünyanın en güzel romanlarından birinin kahramanı Peçorin konuşuyor:

Düşünmeden edemiyorum, ben ne için yaşadım bugüne kadar, hangi amaçla bu dünyaya geldim. Bir amacı olmalıydı varlığımın, hayatta yüksek bir hedefim olmalıydı; zira içimde hiçbir yere bağlı olmayan o kuvvetin varlığını hissediyordum. Ama bu kuvvete hiçbir zaman ulaşamadım. Boş ve asla gerçek tatmin sağlamayacak arzunun binbir albenisi beni sürükleyip götürdü. Bu binbir albeninin alevleri içinde piştim ve onların içinden çelik kadar soğuk ve sert biri olarak çıktım. Fakat artık asil bir amaca bağlanarak çalışmanın ateşini sonsuza kadar kaybetmiştim, ki o ateş hayatın en nadide çiçeğidir.


(Lermontov'un Zamanımızın Bir Kahramanı'ndan. İngilizcesinden ben çevirdim.)

2 Mayıs 2010 Pazar

Biz dil gibi bir turfa muammada nihanız.

Şevkız ki dem-î bülbül-i şeydâda nihânız
Hûnuz ki dil-î gonce-i hamrâda nihânız
Biz cism-i nizâr üzre döküp dâne-i eşki
Çün rişte-i can-gevher-i mânâda nihânız
Olsak n'ola bi nâm u nişan şöhre-i âlem
Biz dil gibi bir turfa muammâda nihânız
Mahrem yine her hâlimizê bâd-ı sabâdır
Daim şiken-î zülf-î dil-ârâda nihânız
Hem gül gibi rengîni-i manâ ile zahir
Hem neş'e gibi hâlet-i sahbâda nihânız
Ettik o kadar ref'-i taayyün ki Neşâtî
Âyîne-i pür-tâb-ı mücellâda nihânız

"Bu gazelde her beytin, tek başına alındığı takdirde matla mısralarından itibaren mâna ve şekil bakımından erişilmez güzellikler olduğu muhakkaktır. Bir bakıma göre Şark kelimeciliği hiçbir zaman bu kadar güzel olmamıştır. Kelimeler ayrı renklerde kıymetli taşlar gibi her beytin arabeskinden ve her istikamette, düz veya diyagonal, kendi parıltılarını gönderirler.

Öyle ki insan bu gazeli XVI. asırdan kalmış lâke bir kitap cildi veya kendi asrının bir yazı levhası gibi hayranlıkla seyredebilir. Bununla beraber en ufak dikkatte, son beyite kadar bütün gazelin tıpkı ayrı ayrı makamlardan -manâ iklimlerinden- geçerek hep aynı noktaya gelen eski musikimizdeki karar'lar gibi hep ilk mısranın buluşunu tekrar ettiği görülür. Ancak son beyitte Neşatî'nin ilhamı birdenbire silkinir, o kadar dikkat ve zevkle ördüğü arebeski kendi fanî varlığıyla beraber tek bir kanat çarpışında siler ve bizi birlik aynasının kamaştırıcı aydınlığıyle başbaşa bırakır:

Ettik o kadar ref'-i taayyün ki Neşâtî
Âyîne-i pür-tâb-ı mücellâda nihânız

(Ahmet Hamdi Tanpınar'ın XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi'nden)

1 Mayıs 2010 Cumartesi

En favori pek favori yazarım benim.

J.M. Coetzee, 70 yaşına vardı ama aldırmadan yazmaya devam ediyor.

Hem de kendinin üzerine yürüyerek, zayıflıklarıyla ve kaygılarıyla, yeteneğiyle ve kazandıklarıyla hiç durmadan hesaplaşarak yapıyor bunu. Coetzee okuyucusu hissediyor, bu, Güney Afrikalı yazarın nihai amacıdır: Kendini kesip biçmeye, daha çok anlamaya, ifade etmeye ve neticede en çok kendini şeffaf kılmaya adanmış bir yazı hayatı.

Esasında yaşlı yazarlardan korkulur. Aklıma Alberto Moravia geliyor mesela. O da 1990'da, 83 yaşında ölene kadar durmaksızın yazmış. Son on beş yılında, edebiyatının giderek bir gençlik arzusuna dönüştüğüne şahit oluyoruz. Son beş yılında yazdığı iki etkileyici roman, L'umo che guarda (Seyreden Adam - Röntgenci, 1985) ve Il viaggio a Roma (Roma'ya Yolculuk, 1988) saf erotik yapıtlar. Yaşlı adam giderek, edebiyatında hep bulunan, yoğun tensel arzunun mahkûmu oluyor. Hiç fena romanlar değil bunlar esasında, ama Moravia'nın 1950 ve 1960'larda yazdığı metinlerin zenginliğini fazlasıyla uzağındalar. Moravia giderek karanlık'ı ve kötülük'ü sorgulamaktan uzaklaşıyor.

Ama Coetzee ölüme giderken çok daha uyanık kalmaya çalışıyor ve bunu yazdıklarında hissettiriyor. Sona yaklaşırken, Moravia gibi gençliği fetişleştirerek hayali bir sığınak yaratmıyor kendine. Tam tersine kendisine karşı, geçmişine karşı, yalnızlığına karşı, zaaflarına karşı daha soğukkanlı bakan bir adama dönüşüyor.

Son yazdığı iki kitabın otobiyografik dozunun yüksekliği bu soğukkanlılığının ifadesi. 2007'de yayınladığı The Diary of a Bad Year (Kötü Bir Yıl Güncesi) yalnız yazar J.M. Coetzee'nin (bir roman kahramanı olarak) uzakdoğulu genç kadın komşusuyla erotizmle dostluk arasında kararsız bir hisle kurmaya çalıştığı ilişki anlatılıyor. Coetzee, bizi, dünyayı anlamaya çalışan, seçkinlerin kulak kesildiği, eşsiz Nobelli büyük yazarın sonsuz zavallılığını izlemeye çağırıyor. Daha iki gün evvel okuduğum son romanı Summertime'da (Yaz Zamanı, 2009) ise okuyucuyu 70'lerin başına götürüp otuzunu aşmış, işsiz, başarısız, tuhaf ve babasıyla yaşamak zorunda olan "zavallı" Coetzee ile yüzleştiriyor.

İşin güzeli bu kitaplarda Coetzee'de her zaman ancak derinlerde sezilen mizah tonunun arttığını, metinlerin yer yer nefis bir alaycılıkla dolduğunu görüyoruz. Böylece, John Coetzee bey hiç yapmadığı kadar çok ironinin elinden tutarak kendini şeffaflaştırma projesinde yeni bir merhaleye ulaşıyor.

Bu kuvvete şaşmamak elde değil. Yaşayanlar arasında daha büyük bir yazar olduğunu hiç sanmıyorum.

29 Nisan 2010 Perşembe

Dünyanın en güzel dili.

Farsça.

Sadık Hidayet'in dili olduğu için. Diri gömülmenin sızısı başka dilde bu kadar güzel anlatılamaz.

Büyük İran şiirine o eşi bulunmaz müziği verdiği için.

Tahran'da sadece roman satan bir kitapçı olduğu için.

Çok güzel pek güzel khoreştler yapan insanların dili olduğu için.

Kiyarostami için.

Ankara'daki İran Kültür Merkezi'ndeki kursların fiyatı diğer kültür merkezleriyle karşılaştırılmayacak kadar düşük olduğu için.

Osmanlıca'ya zerafet kattığı için.

Ve tabii dünyanın en güzel gözlü kadınlarının konuştuğu dil olduğu için.


28 Nisan 2010 Çarşamba

Dünyanın en güzel yüzü.

Isabelle Huppert

Piyano Öğretmeni
’ni seyrettiğimden beri Isabelle Huppert’in yüzü gördüğüm en güzel kadın yüzü.

Zaman zaman aklıma düşen, düşüncemin akışını kesen bir yüz bu. Aniden, ortada hatırlamak için hiçbir sebep yokken.

Filmi seyredenler belki anımsar. Birkaç kere kamera Huppert’in yüzüne odaklanır ve bir dakika kadar bekler. Yüz sanki eylemsizdir ama bir şekilde filmin biriktirdiği gerilimi taşır, katmerler, çoğaltır, renklendirir. Filmin akışını yoğunlaştırır, hikâyeyi yeniden ayrıntılandırarak anlatır.

Hipnoz olmuş gibiyizdir ama filme dair en büyük keşfin ortasındayızdır.

Bu hissi verebilmek büyük oyunculuk olsa gerek.

Filmi seyrettiğimiz akşam arkadaşımla Taksim’den eve kadar upuzun yürüyüp Huppert’i konuşmuştuk.

Komik tabii ama o bizim Isabelle’imizdi artık.

Bugün yeniden aklıma düşünce Isabelle, iş arasında kaçamak yapıp fotolarını yokladım internette. İlk gördüğüm fotolardan biri yukarıdaki şahane şey oldu.

Allahım nasıl da güzel. Göz bebeklerinin asimetrisi, dudaklarının inceliği, burnunun sertliği ne kadar güzel; bütün bunlar saçlarının gençliğine ne hoş yakışmış.

Baktıkça, Isabelle’in bakışına daha çok tutuluyor insan. Anlatılmaz bir düzensizliği var bu bakışın. Ve tedirgin edici bir dikliği. Namussuz sigara da bakışın hedefine odaklanmış, ona güç katmış. Güzelliğin içinde ürkütücü bir hal seçiliyor.

Neyse.

Saçlardaki ışığa dalıp dinlenmek de var.

27 Nisan 2010 Salı

Çok üşümek.

(Uzun çalışmaların, bel eğen uykusuzlukların ardından aynı Turgut Bey'in aynı şiiri takılıyor dilime hep. Bu bir gelenek.)


Bir Kalır uzun resimlerde anısı sakallarımızın
Urban içinde Üşüyüp Üşüyüp kaldığımızın

Bir Kalır yanık yağlar kokusu şehirlerde
Uzun nehirlere binip uzaklaşmadıkça

Bir Kalır yabancı yataklarda o oteller
Meydanlar heykeller sizin olmadığınız o her yer

O çok yalınç gerçekli gelip gitmeler

Bir Kalır uzun duvarlar ve onların dipleri
Bir Kalır Yılgın Adamların hep "Evet" dedikleri

Çok üşürdük hep üşürdük üşümekti bütün yaşadığımız
Üşürdü ellerimiz aşkımız sonsuz uzun sakallarımız

Tükenir dağınık diriliği kaşıntımızın bir gün
Bir Kalır uzun kitaplarda anısı çok Üşüdüğümüzün


26 Nisan 2010 Pazartesi

Sen, küçük ve sessiz Amalia.

Gece nehir kenarında yürürken bir anda aklıma düştü Amalia. Yataktaki hasta hali, ölümü çağırması, durmadan sayıklaması, küçücük yüzü canlandı bir anda gözlerimin önünde. Hayırdır inşallah.

Büyük romanlar içinde Amalia'nın romanından, yani Italo Svevo'nun Senilità'sından (Yaşlılık-Güçsüzlük, 1898) daha içlisi daha yürek burkanı var mıdır bilmiyorum.

Hayatta başka kimseleri olmayan iki kardeşin, Emilio ile Amalia'nın "arzuları ile kuvvetleri" arasındaki kapanmaz uçurumun trajedisini anlatır Svevo Senilita'da.

Emilio Brentani, 35 yaşında küçük burjuva bir yazar adayıdır. Zamanında bir roman yazmış ama başarısız olmuştur. Devrin romantizmine pek uygun büyük umutları olsa da içine kapalı ve sessiz kızkardeşi Amalia'yla birlikte dışardaki hayatın patırtısının karışmadığı küçük bir hayat sürmektedir. Ta ki "koca mavi gözleriyle güzel sarışın" Angiolina sahneye çıkana kadar.

Svevo'nun tastamam bir femme fatale rolü giydirdiği Angiolina kısa sürede Emilio'nun aklını başından alır ve "erkekleşememiş" bu orta yaşlı çocukta saplantılı bir aşkın doğmasına sebep olur. Roman boyunca bu saplantının tezahürlerini izler, Emilio'nun zayıflığını ve korumasızlığını keşfederiz.

"Ezeli mağlup"um, Emilio'm benim.


Ama nehir kenarında şaşkın aklımı başıma getiren, yüreğimi sızlatan Emilio değil Amalia'dır. Genç kadın abisinin bütün saplantılı aşk gürültüsü patırtısı arasında, Emilio'nun arkadaşı yakışıklı Balli'ye tutulmuş ve içinde yavaş yavaş ümitsiz bir aşk biriktirmiştir. Ama o da abisi gibi yetişkin bir çocuktur. Arzulananın Angiolina olduğu yerde, arzu uyandırmayacak bedeni ve yüzüyle yenilgiye dünden mahkûm bir çocuk.

Svevo, böyle özetlendiğinde fena bir melodram kokan hikâyeyi öyle güzel anlatır ki gençken yaşlı olanların, yetişkinlerin arasında hep çocuk kalanların ve böylelikle yenilmek'ten başka gidecek diyar bulamayan çirkin ama güzel Amalia'ların acısı zihnimize kazınır.

(Not1: Tezer Özlü'nün, Svevo ve Pavese okumak için İtalyanca öğrendiğini hatırladım şimdi.)

(Not2: İtalya'da yaşarken, Svevo'nun şehri ve Senilita'nın mekânı olan Trieste'ye iki kere gittim, sırf Svevo'dan artakalan bir şeyler bulmak için. (Biliyorum, fazlasıyla romantik ve belki biraz da artiz bir davranış, ama insan anlamak ve değer vermek adına pek çok komiklik yapıyor işte.) Ama Emilio'nun sürekli dolandığı Trieste sokaklarında aynı hüzün aynı ağırlık aynı incelik yoktu. Emilio'nun volta attığını tahmin ettiğim sokaklarda habire dolandım, olmuyordu, Trieste başka bir Trieste'ydi. Fakat nasıl bir güzellik işte, bambaşka nehir kenarlarında, bambaşka memleketlerde geliyor aklıma şimdi ve Svevo'nun yarattığı his ölmüyor, benimle birlikte taşınıyor. Varsa büyük yazarlığın kriterleri, biri de bu olsa gerek.)

24 Nisan 2010 Cumartesi

Ağlamayı öğrenmelisin Fyodor!

"Sen oğlu öldürülen adamsın, değil mi? Başın sağolsun. Anlıyorum nasıl hissettiğini. Belki tamamen değil ama yine de anlıyorum. Ben iki çocuğumu kaybettim. Yokluğa karışıp gittiler. Menenjitten, tıbbi adı bu. Karım bu darbenin etkisinden bir türlü kurtulamadı. İyi doktorlara ödeyecek paramız olsa kurtarılabilirlerdi. Trajedi işte, ama kim takar? Trajedi her yerde şimdilerde. Trajedi, dünyanın olağan hali oldu." Ayağa kalkıyor. "Eğer benim tavsiyemi sorarsan Fyodor Mikhayloviç (sana böyle seslenmemde sakınca yok değil mi?) hani tabiri caizse, feleğin çemberinden geçmiş bu zavallıdan gelecek nasihati kabul edersen derim ki, kendini ıstırabın ellerine bırak. Bir kadın gibi ağla. Bu, kadın cinsinin büyük sırrıdır, onların bizden üstün olmasını sağlayan şeydir. Onlar ne zaman gideceklerini ve ağlayacaklarını bilirler. Biz, sen ve ben, bilmeyiz. Biz olanı içimizde saklarız ta ki bu şey büyüyüp şeytanın ta kendisine dönüşünceye kadar. O zaman gider saçma sapan bir şey yaparız, sırf bir iki saatliğine bu şeytandan kurtulmak için. Evet, sonrasında hep pişman olacağımız saçma sapan bir şey yaparız. Kadınlar böyle değildir çünkü onlar gözyaşlarının sırrına vakıftır. Karşı cinsten öğrenmeliyiz Fyodor Mikhayloviç, ağlamayı öğrenmeliyiz! Görüyorsun, ben ağlamaktan utanmıyorum: Trajedi evimi yıkalı önümüzdeki ay üç yıl olacak ve ben ağlamaktan utanmıyorum!"

Ve gerçekten yanaklarından gözyaşları süzülüyor. Koluyla siliyor ama daha çok akıyor. Ağlarken konuşmakta hiçbir zorluk çekmiyor gibi. Hatta oldukça şen görünüyor. "Sanırım ömrümün kalanında kaybettiğim bebeklerim için ıstırap çekmeye devam edeceğim" diyor.


(J.M. Coetzee'nin The Master of Petersburg'undan (Petersburglu Usta). Penguin Books, 1995, s. 87))

14 Nisan 2010 Çarşamba

O lanet AMA.

Ahmet Türk'e yapılan saldırıdan sonra Feysbuk'ta bir arkadaş "Türk şovenizmine hayır!" yazmış. Bunu gören bir başka arkadaş "Türk şovenizmine hayır AMA Kürt şovenizmine de hayır!" diye nazire yapmış.

Bir başkası eklemiş: "Tamam yumruk hoş değil AMA o da terör örgütüne destek veriyo".

Bu AMA'lar her yerde, her rezillikte karşımıza çıkıyor. AMA adlı büyük bir meşrulaştırma makinesi var sanki. Nerde bir kötülük bir fenalık olsa hop pörtlüyor, kötülüğü bir güzel günlük hayata yamıyor. "Tamam Irak'ta çok kan aktı AMA terörist yuvasıydı". Amerikalı arkadaşım bunu diyor ardından güle oynaya hayatına devam ediyor.

Ulan ne AMA'sı işte yaşlı bir adamın herkesin gözü önünde ağzı gözü dağıtılmış. Adamın politikasını beğenmezsin, partisini sevmezsin anladık da bu rezilliğin nesine AMA dersin?

Sezgisel bir yargı olduğundan güvenilmez lakin ben bizim toprağın hasletlerinden birinin utanmayı bilmek olduğunu düşündüm hep. Tanıdıklarımdan okuduklarımdan böyle gördüm diye herhalde. Fakat şu bütün yetişkin olma maceramda anladığım bu utanma kabiliyetinin eşeğin sırtına binip gittiği. Onun yerine hep devlete hep yukarıya atfettiğimiz şiddeti kabullenme şiddeti meşrulaştırma yetisi ince ince toprağa sızmış, hepimizin damarlarına yerleşmiş.

AMA Anadolu diye bir şey vardı değil mi?

12 Nisan 2010 Pazartesi

Dahil olan olmayan.

Çevreye dahil olmak, cemaatin içinde olmak, bilmem ne grubunun parçası olmak falan filan... Hepimizin bildiği şey işte, hayat tükenmez bir şekilde aidiyete bağlı kimlikler üzerine kuruluyor ve yürüyor. Çok zaman güven veren, ayakta tutan, destek olan o aidiyet hissine sahip olmak için çırpınıyoruz.

Lakin bu hissin ne kadar tehlikeli olduğunu söylemeye bile gerek yok.

"Her şeyin zıttıyla kaim olduğu" bu alemde her içermenin bir dışlamayla varlık bulduğu gerçeği, sızısını unutamadığımız uyuşturamadığımız bir yara gibi kalmalı. Var mı "katı olan her şeyin buharlaştığı" şu zamanda ahlak kurmanın, en azından kurmaya çalışmanın başka yolu?

Ağır oldu sabah sabah şimdi. Oysa meseleyi aklıma getiren gayet eğlenceli bir anekdot.

19. yüzyılın başında, Fransa karmaşadan düzene düzenden karmaşaya savrulup dururken yükseliyor Victor Hugo efsanesi. E devrin şamatası bu ya, neredeyse sahnelenecek her oyunu hem büyük heyecan hem de ölçüsüz bir öfkeyle karşılanıyor.

Hugo, daha çok genç, yıl 1830. Sonradan bizim memlekette dahi çok meşhur olacak Hernani sahneye hazırlanıyor. Tiyatronun müdürü başta, herkes tepkilerden korkuyor. En büyük mesele, profesyonel alkışçıların (ya işte böyle bir müessese var) Hugo'nun düşmanları tarafından satın alınması ihtimali! İşte bunu önlemek için alkışçıları tamamen Hugo'nun arkadaşları arasından, yakınındaki sanatçılardan seçmeyi akıl ediyorlar. Üzerinde "hierro" (demir) yazan kırmızı küçük kartlar bastırıp veriyorlar bunlara bilet yerine. Karta sahip olanlar alkışçı sıralarında oturacak, düşmanların taşkınlığı engellenecek.

İşte kısa zamanda o küçük kartlar Paris'in genç sanatçıları arasında romantiklerin dar çevresine dahil olduğunun gurur duyulan kanıtı haline geliyor. Kırmızı kartın varsa tamam...

Napıyorlardı acaba, "senin bu şiir romantik olmamış lan, klasik kaçmış" dendiğinde gururlu genç çıkarıp kartını mı gösteriyordu?

"Bunu görüyon mu bunu? Görüyon mu kırmızı kartı? Noldu, konuşmuyon sesin kesildi."

E kesecek tabii, koca Hugo, boru değil.

(Meraklısına. The French Stage in the Nineteenth Century. Marvin Carlson yazmış. S. 63-65)

6 Nisan 2010 Salı

Bir gün bir paşa bir tarihçiye...

Büyük tiyatro tarihçisi Metin And, 19. yüzyıl Osmanlısının en ilginç ve en akıllı adamlarından Ahmet Vefik Paşa hakkında şu neşeli satırları yazıyor:

"Ahmet Vefik Paşanın azli gazetelerde de yer almıştı. Bu haberlere göre, Paşaya yöneltilen suçlamalar arasında, halkı zorla tiyatroya gönderdiği, kendisi el çırptığında halkın da alkışlamasına izin verdiği, kendisi alkışlamamış da halktan biri oyunu veya sanatçıyı alkışlamışsa o kişiyi uluorta azarladığı yer alıyordu."

Okuduğumda öyle çok güldüm ki, yediğim elma burnumdan geldi. Rezillik.

Ama daha komiği devamında geliyor:

"Ahmet Vefik Paşa böyle zorlu davranışlarının yanısıra aslında sanat bakımından halkı iyiye, güzele alıştırıyordu."

Metin Bey diyor, terbiye diyor, alıştırma diyor. Önce "insan" ol sonra, Ahmet Vefik'e kız diyor.

Eh tabii ki çok tanıdık.

Şimdi alkışlayabilirsiniz.

4 Nisan 2010 Pazar

Karanlıktakiler.

Çağan Irmak'ın böyle zor bir meseleye yaklaşma, anlama, anlatma çabası çok hoşuma gitti. Bilmiyorum, belki gereksiz bir his ama çok popüler olmuş, kitlenin damak tadını yakalamış bir adamın hiçbir zaman çok ilgi çekmeyecek, ruh karartacak, bahar günlerine gitmeyecek bir hikâyeyi üstlenmesi benim için mutluluk sebebi.

Yehuda Amihay'ın meşhur mısrası değil miydi, "Aydınlıkta olanlar karanlıktakileri göremezler". Nesnel olgunun, doğanın değer içermeyen gerçeğinin ağrılı yüreğe bu kadar mesafesiz değmesi nadirdir.

İşte en ortodoks yanlarımı ortaya saçıp diyeyim, sanatçı da biraz bunun için var, karanlıkta kalanı görünür kılmak için. Hikâye etmenin en güç verir tarafı bu, dışarıda kalanı söze dahil ederek içeri'ye atmak, böylece içeride olanı bozmak, yeniden kurmak, bir tür geri çekilip kendine yeniden bakma tavrını, kritik'i süreklileştirmek ve olağanlaştırmak.

Çağan Irmak'ın filmini bu hasletle muhabbet halinde bulmak güzel.

Filmde anlatılan ana-oğul'un hikayelendirilmesinde esasında sorunlu pek çok şey var. En önemlisi, annenin nefes aldırmaz deliliğinin filmin sonların doğru sebeplendirilmesi; bir anda hikayeye dahil kılınması, anlatılması, çözümlenmesi.

İlkel benliğimiz, trajik arzumuz hep çözüm ister; zira çözüm hikayeyle ve kahramanla özdeşleşmenin en basit araçlarındandır. Ama özdeşleşmek ahlaki sorunla beraber gelir. Zira mesele, kahramana acımak değil, onun gerçekliğini anlamak için tükenmeyecek bir kritik enerjiyle dolmaktır. Zor olan uyanık kalmak değil mi her zaman?

İşte bunu feda ediyor annenin hikâyesini çözerek Çağan Bey. Üstüne anlatı dili aniden değişiyor; dramatikleştiriyor, normalleştiriyor hikâyeyi.

Ama olsun. Özellikle filmin son sahnesi pek güzel. Hem ferah hem acıtıcı olmayı başarmış. Böylelikle beyinden atılamayacak silik imajlar aleminde kendine yer buluyor Karanlıktakiler.

30 Mart 2010 Salı

Kosmos bir dua gibiydi.

Filmi bu kadar beğenmemde ciddi bir etkenin uykusuzluğum olduğunu düşünüyorum. Hakikaten sarhoş gibiydim seyrederken. Bedenim aşırı yorgundu, lakin zihnim saçma bir enerjiyle oradan oraya uçup kaçıyordu. Vecd halinin kıyısındaydım zaten, Kosmos dua gibi geldi.

Reha Erdem'in neredeyse bütün filmleri belli görüntü ve seslerin tekrarı üzerine kuruluyor. Beş Vakit'te çocukların çimlere uzanması, Hayat Var'da küçük kızın kazı tekmelemesi aklıma geliyor şimdi hemen. Defalarca yinelenen benzer sahneler. Sahnelerle eşleşen yoğun bir ses kombinasyonu (müzik demiyorum) görüntüyü kuvvetlendiriyor. Neticede Reha bey imgelerden bir ritim örüyor önce, sonra imgelerin aralarına hikâyeyi serpiştiriyor.

Aynı şeyi Kosmos'ta da yapıyor. Ama sanırım en çok bu filme uymuş söz konusu yapı. Zira Kosmos düzen demek, yapı demek, poetika demek. Erdem'in ördüğü ritim kosmos'a cisim veriyor, onu somutluyor, görünür kılıyor. Dokunacağımızı sanıyoruz.

Ama işte en güzeli araya serpiştirilmiş hikâyeye kulak verdiğimizde yapı tuz buz oluyor. Ritimde bulduğumuz düzen anlama yansımıyor. İyiyle kötü şeytanla melek ölümle yaşam arasında kayboluyoruz. Erdem bizi masumiyetin şeytanlıkla karıştığı yere götürüyor. Titreyip kalıyoruz. İşte söz ettiğim ritim o an tastamam bir duaya dönüşüyor. Metafizik çıkmazda bu ritme tutunuyoruz.

Ve o an tüm alem şatafatıyla bir körlük içinden çıkıp bize geliyor. Hayvanların nefes alış verişini, yaşayıp ölüşünü, gözlerindeki masumiyeti ve bilmezliği ciğerimize sokuyor Reha Bey. Ölüme giden hayvanların gözlerine bakıyoruz.

İşte o an dua trajediye dönüşüyor.

26 Mart 2010 Cuma

Duman'ı, Mor ve Ötesi'ne tercih etmek.

Çok iyi bir müzik dinleyicisi olduğumu iddia edemem. Bu bir.

Ama benim de müzikal tercihlerim var. Bu iki.

Mesela Duman'ı Mor ve Ötesi'ne tercih ediyorum. Bu üç.

Saçma bir giriş oldu, bu tercihin müzikal temelleri hakkında konuşmayacağım ki. Bu on.

Evet evet kesinlikle Duman'daki cool, çok konuşmayan, keş gözlü arkadaşları Mor ve Ötesi'ndeki aktivist, çok ama güzel konuşan, politik tavırlı arkadaşlardan çok daha fazla seviyorum. Oysa ikinci gruptaki arkadaşların hem yaptıkları müzik gayet güzel hem politik görüşlerine kendimi yakın hissediyorum. Ama yok işte.

Gerçek değiller sanki. Sanki az çok kibir var üzerlerinde. Sanki "ben buyum" demenin con con artizliği yapışmış tenlerine. Amaaan ne bileyim işte.

Oysa Duman'daki arkadaşlar öyle mi? Pek güzel yakışıyor politik olmamaları torbalı göz altlarına, suskunluklarının saygı uyandıran bir samimiliği var. Hem tınılarındaki arabesk de bizim toprağın güzelliği. Daha evde hissettiriyor insana.

Perihan Mağden miydi röportaj yapmıştı yıllar önce Radikal'de, ya bu çocuklar hoş da keşke biraz politik bir şeyler söyleseler, bir şeylere sahip çıksalar gibisinden yazıklanmıştı. Aman Perihan Abla bırak dağınık kalsın.

Bazen böyle daha güzel.

23 Mart 2010 Salı

Charles'ın Sarah'ya meyledişi var ya...

John Fowles'ın French Lieutenant's Woman (Fransız Teğmenin Kadını)nı okuyorum. Çok sıkı bir roman. Fowles'ın romancılığı, gerçekçiliği, sanat-hakikat ilişkisini binbir anlatı oyunu çekmeden roman içinde sorunsallaştırması harika. Ama bugun okurken tuylerimi diken diken eden bu değildi, Charles'ın Sarah'ya meyledişiydi.

Romanda 19. yüzyılın ikinci yarısındayız. Yıl 1867. Esas oğlan, 32 yaşında yakışıklı bilim adamı Charles, Ernestina ile evlenmek üzere. Her şey ayarlanmış. 23 yaşında şirin güzel eğitimli bir kız Ernestina. Hafif şımarık belki ama tatlı. Çok derin ve çok ilginç değil. Sıkıcı romantik şiirleri okurken Charles'ı uyutabilir ama uyuduğunu fark edince ellerini beline koyup kızarken pek sevimli olabilir. (Aman Allahım ne kadar tanıdık!).Charles senelerce gezip tozmuş. Artık evlenmeye razı. Ernestina'dan iyisi Şam'da kayısı!

Fransız Teğmenin kadını Sarah ise belki hafif meczup. Gidip deniz kenarlarına gemileri seyretmesi var, ormanlarda tek başına dolaşması, diğer kadınlar tarafından ayıplanması. Bırakıp gitmiş Fransız teğmen. Döneceğini söylemiş dönmemiş. Deli divane onu beklediğini söylüyor millet. E ağzı torba değil ki büzesin.

İşte Charles, Sarah'la henüz ikinci karşılaşmasında belki de kendini karşılaşmaya zorladığında, çılgın kalabalıklardan uzakteyken; fark ediyor herkesin meczup kabul ettiği Sarah'nın "yüzünün kadınsılığını", "gözlerinin yoğunluğunu", "ağzının kösnüllüğünü". Sonra biraz daha yakınına varınca keşfediyor kadının göründüğünden çok daha "zeki ve bağımsız" olduğunu. Böyledir işte içeride bir şeylerin sessizce kırılması.

Böyle değişir insan işte. Aniden. Ernestina nerdedir şimdi, hayatın ne tarafına düşer? Hemen sonraki bölümde Charles'ın aklından geçenlere bakın:

"Ernestina çok güzel ve sevimliydi... fakat yüzü çelişkili bir alçakgönüllük ve kurulukla beraber biraz karaktersiz, biraz sıkıcı değil miydi? Bu iki özelliği de alsanız ne kalırdı geriye? Sönük bir bencillik."

Acımasızlık mı bu şimdi? Kötülük mü? Nankörlük mü?

Yoksa hayatla dolmak mı?

21 Mart 2010 Pazar

Eluard'ın Hugo için söylediği.

Aragon'la Eluard'ın, Fransız avangardının, Hugo'yu coşkuyla sahiplenmesi bana İkinci Dünya Savaşı ertesi bizim solcuların Namık Kemal'i sahiplenmesini hatırlatıyor. Bana konuşmayı öğretti diyor Eluard, çatık kaşlı atası için. Biz de 13 yaşında kimse Namık Kemal falan okumaz, fakat onun memleket münevveri için konuşma yolu açanlardan olduğu kesin. Bir başka fark ise Hugo'nun alt sınıflara ses veren toplumsal adalet talebinin Namık Kemal'de olmaması herhalde.

Neyse Eluard'ın sözleri etkileyici: (Çevirmeden koyduğum için kusura bakılmasın. Zamansızlık)

I read, understood, and loved Victor Hugo at 13 ... Hugo was for me at 13,
the illumination of poetry and I might say of the world ... La Fontaine taught
me to read, as it were, but Hugo taught me to speak ...

What will best preserve Hugo's works from time's assaults is the
vulgarity with which the 'enlightened' have reproached him. Is Victor Hugo
vulgar? Yes, if to be vulgar is to reveal his emotion without doubting that of
others. Yes, if it is to assert boldly the exclusive inportance of Good (over
Evil). Yes, if it means not fearing any single world, be it the rares or most
banal ... How also could one excuse the bad taste he showed in celebrating the
poor, better and more highly than anyone else, in words sparkling with truth
and generosity.

(Aktaran: Albert W. Halsall. Victor Hugo and the Romantic Drama. s. 151)

18 Mart 2010 Perşembe

Amerika VIII - Meksikalı davulcu.

Havaalanında oturduk beraber. İkimiz de fena halde uykusuzduk. Ama muhabbet baldan tatlıydı.

Çok yorulmuşsun dedim, gözlerinin etrafı halka halka. Yorgunluktan değil dedi, yaşlılıktan o halkalar. Boşver daha yakışıklı yapıyor seni dedim, kadınlar sever olgun adamları. Bir tanesi sevse yeter dedi, çoğula gerek yok.

Etrafa baktık. İnsanları seyrettik. Kahve içtik. Daha üç saat vardı uçağa. Kader bizi o küçük masada pek yorgun pek ölgün kıstırmıştı. Eee dedim Türkler benziyor Latin Amerikalılara di mi?

Doğrudur dedi, ama biz hep kaybetmişiz, hep tutsakmışız, siz hep bağımsız kalmışsınız. Vay be dedim, çılgın Türkler pek gururlanırlardı seni duysalar. Hakları dedi. Ses etmedim.

Octavia Paz dedim, büyük şair büyük entelektüel. Öyledir, dedi, ama hep kazananların yanında oldu, hep iktidarın peşindeydi. Emin misin dedim, Yalnızlık Dolambacı'nı yazan adamdan bahsediyoruz. Eminim, dedi, büyük entelektüel olmak düzgün adam olmayı gerektirmez.

Hugo Chavez'i seviyorum, dedi. En çok neyini seviyorsun dedim. En çok Obama'ya Eduardo Galeano'nun kitabını vermesini seviyorum, dedi.

Bak dedi. Üç sene evvel memleketimde seçim oldu. Seçim baştan aşağı hileydi. Mexico City günlerce gösterilerle inledi. Bizzat ben ordaydım, gözlerimle gördüm, her gün yüzbinlerce insan vardı. Ama bu namussuz televizyonlar bir an bile göstermediler.

İşte dedi, Latin Amerika'nın damarları hep açıktır, hep kanar, hep aynı şekilde. Ama artık bitecek, istediklerini alamayacaklar.

Anlıyorum dedim. Heyecanından içim titredi.

Okudun mu diye sordu?

Okumadım dedim. Ama en kısa zamanda okuyacağım.

Şimdi işte sözümü tutuyorum. Amerika'nın ortasında, yapılması en gerekli şeyi yapıyorum. Latin Amerika'nın Kesik Damarları'nı okuyorum.

8 Mart 2010 Pazartesi

Sabahçı Kahvesi'nde Ozan Orhon.

Benim için Haydarpaşa Garı, 1) kız arkadaşın memleketine uğurlandığı yerdir. Az valiz sırtlamadım, yalan yok! Gençlik işte, doyulmayan eşeklik.

2) Dünyanın en güzel rakı içilen en güzel gar lokantasının evsahibidir. Ne zaman Haydarpaşa'dan bana yol görünse, trenin hareket saatinden birkaç saat önce giderim. En güzelinden bir meyhane karakteri vardır çünkü bu lokantanın. Rakısıyla, geleni gideniyle, garsonuyla insanın tenine işleyen hüznü ve lezzeti vardır.

3) Sabahçı kahvesinde yıkık bir suratla çay içen yalnız Ozan Orhon'dur.

Sabahçı kahvesi gar lokantasından başka bir yer değil, şaşırmaya gerek yok. 3. şıkta isim değiştirmesinin sebebi vaktin sabahın pek erken saatleri olması. 5-6 sene önce... Ankara'ya gidilecek, arkadaşla sabahın köründe Haydarpaşa'ya varılmış, lokantaya girilmiş, kahve içip uyanılacak. Hava buruk, gar sessiz.

Kahveden ilk yudumu aldığımda fark ediyorum. Bomboş lokantanın bizden başka tek müşterisi pek yorgun gözlerini masadan kaldırmayan Ozan Orhon. Kalınca montunu çıkarmamış, sessizce çayını içiyor. Ya pek bedbaht görünüyor, ya biz yakıştırıyoruz ona bu bedbahtlığı.

(O an akla geliyor, ortaokul yıllarında kızların pop yıldızlarını nasıl paylaştığı. Özlem, Tarkan'ı alınca, Sibel, "yaşasın Ozan benim" demişti. İstiklâl Marşı'nı okumuştuk, evlere dağılıyorduk.)

O zaman Haydarpaşa'daki bu yalnız, bıkkın, yorgun eski şöhret görüntüsünün bizim canımızı acıtması, hafızamıza kazınması belki de hep bu şarkıların yüzünden. Lakin "biz" diye bir şey varsa da bu şarkılardaki hüzünden başka bir şey değil.

(Ferdi Tayfur söylüyor, Sabahçı Kahvesi)

5 Mart 2010 Cuma

Tolstoy ve Bulgakov.

The Last Station'ın başlarında şahane bir sahne var. Genç ve yetenekli entelektüel Valentin Bulgakov asistanlığını yapacağı yarı-peygamber Tolstoy'la tanışmak için büyük yazarın çalışma odasında bekliyor. Masa Tolstoy'un defterleriyle dolu. Bir gözüyle bu defterleri incelerken içeri kocaman bir gülüş ve muhabbetle Tolstoy giriyor.

Valentin'in beklentileriyle uyuşmayan bir rahatlık ve babacanlıkta Tolstoy. Genç adamı sarıyor, sarmalıyor, yanına oturtuyor. Yazdığı makaleleri okuduğunu ve çok beğendiğini, şimdi yaptığı çalışmanın nasıl gittiğini soruyor. Valentin cevap veremiyor, yavaşça gözleri doluyor, ağladı ağlayacak.

Ne oldu diyor koca yazar. Valentin, siz koca Tolstoy'sunuz ve benim çalışmamın nasıl gittiğini soruyorsunuz diye cevaplıyor.

Yok, hayır bu asla az şey değil. Bilen bilir, çoktur hocalarımız, yanına gidersiniz, sizi sormak yerine mütemadiyen kendisini yaptığını yazdığını anlatır. Varırsınız koca yazarın yanına, hele yaşlılar arasında çoktur, sanki onca kitap onca konuşma yetmezmiş gibi monologa devam eder. Doğuluyuzdur, saygı duyar dinleriz lakin açıktır: Dinlemeyi bilmeyen sevmeyen, sormaya gönül indirmeyen bir akademimiz ve entelektüel camiamız vardır. İstisnalar dışında tabii.

Onun için biz arkadaşlarla oturduğumuzda, gerçekten öğrencisinin yaptığıyla ilgilenen, sormaya gönül indiren, monologculuk oynamaktan kaçınan ince hocalarımızı ayrı bir yere koyar ayrı bir sevgiyle anarız. Bundan değerli az şey vardır bu alemde.

(Not olarak belirteyim de, siz de benim gibi ilk seferde Valentin Bulgakov'u, meşhur yazar Bulgakov sanmayın. O Mikhail Bulgakov.)

3 Mart 2010 Çarşamba

The Last Station.

Bugün Jay Parini'nin romanından uyarlanan Tolstoy filmini gördüm. Eskiden seyretsem kızacağım, şimdiyse "şeker" bulduğum bir film. Eskiden olsa kızardım, zira Tolstoy'u basitleştirdiğini düşünürdüm. Şimdi şeker buluyorum, çünkü tam anlamadığım şeyleri "derin" bulup kolay söz söyleyenlere kızmanın faydasızlığından bıktım. Rimbaud "kutsal buldum usumun düzensizliğini" diyordu. Bu kutsallığın yıkıcı tehlikesini heyecan veren sihrinden fazla önemsiyorum artık.

Aklımda seneler önce okuduğum, Romain Rolland'ın yazdığı Tolstoy biyografisi var. Katı ahlakçılığından hem etkilendiğim hem korkutuğum bir Tolstoy imgesi var bu kitaptan aklımda. Bu ahlakçılığın yarattığı karanlık bir yüz. (Tolstoy, Dostoyevski gibi değil, romanları çok fikir vermiyor sanki nasıl bir adam olduğuna dair.) Filmde ise "şeker" bir yaşlı adam var. Babacan, komik, olgun ve biraz da safdil. Hani nerdeyse bir Hulusi Kentmen tadı geliyor ağza.

Neyse şu kızmak meselesine döneyim. Malum Jay Parini, Türkçede "Dar Geçitteki Aydın" adıyla yayınlanan Walter Benjamin romanının da yazarı. Yıllarca Benjamin okuması gerektiğine inanmış, elinden geldiğince okumuş, ne kadar anladığını bilememiş bendeniz için tıpkı The Last Station'da hissettiğim şey oldu. Bir tarafım yahu amma basitleştirmiş bu adam koca Benjamin'i hissiyle dolup taşarken, öte yanım Walter'ı yanına yaklaşılabilir kılan, mesela büyük memeli kadınlara tutkunluğunu anlatan, aşklarındaki çocuksu vazgeçmezliğini gösteren bu romanı şeker buldu.

Sorular gani tabii. Bu koca adamlardan neşeli, çılgın, sürprizlerle dolu hikâyeler yaratmak gerekli mi? Yoksa Parini ve benzerleri bunların etrafında oluşmuş haleyi sömürüyorlar mı? Hatta, hikâyeleştirmenin içindeki her şeyi çekilir kılan şeytan bu adamların fikri birikimini gölgede bırakarak bunları poplaştırıyor mu?

16 Şubat 2010 Salı

Amerika VII - Şiddet ve Düzen.

Bu ülke hakkında anlatılan pek çok basma kalıp şey var. Herkesin bildiği, sık sık kullandığı, özellikle eleştirirken çok zaman sakınmadan kullandığı. Öyle değil mi, Amerika kimsenin kimseyi gerçekten iplemediği yerdir, mülkün kutsallığına dokunan ayvayı yer, herkes delicesine bireycidir, kimse kendine başkasını düşünmez falan filan.

Bu basmakalıp yargılara karşı mesafeli durmaya çalışıyorum burada. Kolay karar vermemek, tanıma macerasını derinleştirmek istiyorum. Ama bazen öyle şeyler oluyor ki insana Allen Ginsberg'in Amerika'sından başka bir Amerika kalmıyor. (Şiir şurda, çevirisi şurda)

Çalıştığım yerin hemen karşısında geniş ve ferah bir kafe var. Büyük kafe zincirlerinden birinin şubesi. Şehrin tam merkezinde olmasına rağmen evsizlerin ve başka garibanların uğrak mekânı olan bir yer. Genelde iç tarafta bir köşede oturuyorlar ve gördüğüm kadarıyla kimse kendilerini rahatsız etmiyor. Onların da kimseye bir zararı olmadığından kafe her türden insanla dolup taşıyor. Yani, "ay gitmeyelim oraya, homeless dolu orası kız" canavarlığı hissedilmiyor.

Birkaç gün evvel yine aynı mekâna gittim. Akşam beş gibiydi. Kahve içeyim, kurabiyemi kemireyim, kitabımı okuyayım dedim. Zaten dışarısı fena soğuk.

Kahve güzeldi, kurabiye güzeldi, kitap güzeldi. Eşref saati tam.

Aniden karşı köşede bir garibanın yere yığıldığını gördüm. Yanındaki arkadaşı kaldırmak için eğildi, sarstı falan ama kaldıramadı. Derken yerdeki adam sara krizine girmiş gibi şiddetle titremeye, kasılmaya başladı. Acayip bir görüntüydü nasıl anlatılır bilmiyorum, sanki adam kocaman bir kalp olmuş atıyordu (kötü edebiyat için özür). Bir anda herkesin kafalar o tarafa döndü. Bazıları ne olduğu anlamak için ayağa kalktı. Hemen önümdeki çocuk durumun vehametini anladı ve koşarak adamın yanına gitti. Ben napacağımı şaşırdım, çocuktan başka kimse gitmiyordu, durum garipti, baktım olmayacak çocuğun arkasından seyirttim, yanlarına vardım.

Adam belki uyuşturucu krizindeydi bilmiyorum. Tek bildiğim adamın ölüyor olduğunu düşündüğüm. Neyse çocuk hemen telefonla acil servisi aradı. Uzun uzun birileriyle konuştu. Sonra telefonu kriz geçiren adamın arkadaşına verdi, o da bir şeyler anlattı. Bu arada adamın kasılması giderek azaldı.

O an kafede çalışan siyahi bir kız aheste aheste yanıma geldi ve yüzüme bakıp "died?" (öldü mü?) dedi. Ne diyor anlamadım başta, ne diyorsun bacım şeklinde yüzüne bakınca sorusunu tekrarladı "died?". Cevap veremedim. Bacım bu ne soğukkanlılık, bu nasıl bir genişlik bile diyemedim. O da alıklığıma dudak büküp geri gitti.

Kız giderken arkamı dönüp kafeye baktım. Herkes iki dakika önceki muhabbetine, kitabına devam ediyordu. Fark ettim ki içerde olan ben diyeyim 40 siz diyin 50 kişiden biri bile adamın krizi sırasında yanımıza gelmemişti. Fark ettim ki bunlar olurken insanlar kahve ve kurabiye almaya devam etmiş, kafe olağan hayatına hiçbir şey olmamış gibi devam etmişti. Kapıdan içeri yeni girenler (adam tam giriş kapısının yanında yatıyordu) garibanın kasılmasına baka baka sipariş vermeye yönelmişlerdi. Adam herkesin gözü önünde can çekişiyordu ama Amerika'nın en zengin şehrinin en iyi üniversitelerinin tam ortasındaki mekânda kahve keyfini hiçbir şey bozamamıştı.

Lakin şaşkınlık bundan ibaret kalmadı. Beş dakika içinde art arda önce üç polis arabası, iki ambülans ve iki itfaiye aracı geldi! Havaya on milyon siren sesi karıştı. Gören şehrin yarısı yanıyor sanır! Bir anda içeri onlarca resmi kıyafetli adam doluştu. Büyük bir kararlılıkla ve hızla kriz geçiren garibanı sedyeye yatırıp götürdüler.

Olayın ne tarafına şaşıracağımı bilemeden orada öylece kalakaldım. İlk kısımdaki vicdansız ilgisizliğe mi şaşmalı, ikinci kısımdaki abartılı tantanalı ilgiye mi? Kurumların manyakça titizliğini insanların başkalarına büyük ilgisizliğine mi bağlamalı yoksa nedenselliği tam tersinden mi kurmalı? Acaba orada kriz geçiren bir gariban değil de beyaz Amerikalı olsaydı insanlar daha insan olurlar mıydı sorusuna nasıl cevap vermeli?

Amerika, ey büyük mekanik.

11 Şubat 2010 Perşembe

Amerika VI - Dating.

Amerikalıların Avrupalılardan pek farklı olduğu aşikâr. Bu farklılığın en ilginç tezahürü hep söylendiği gibi politikada değil, gündelik hayatta galiba. Amerikalıların (en azından orta ve üst sınıfların) dehşete düşürecek şekilde mekanik bir beden-kişisel ilişki-sosyal hayat algısı var. Programlama, takvim oluşturma, bütçe tutma gibi gündelik hayatı disipline eden pratikler burada almış başını gitmiş, sıradan hayatın en derinine işlemiş. Böyle olunca bir şeylerin sürpriz olması, doğaçlama gerçekleşmesi ihtimali olabildiğince azalmış. Her şeyin "management"ının kral olduğu bir ülkeden söz ediyoruz işte.

Bunun en komik yansımalarından biri sevgililik ilişkilerinde galiba. İnsanların birbirini tanıma, takılma, sevgili olma süreçleri akla durgunluk verecek biçimde kontrollü yürüyor Amerika'da. Mesafeler, süreç içinde sırasıyla yapılacaklar, aşamalar vs bir şirkette işe alım sürecini andırır şekilde belirli ve tanımlı.

Diyelim ben burada bir hatun kişiyle tanıştım ve kendisiyle date edebileceğimi düşündüm. Ondan da aynı sinyali aldım. İlk buluşmada kendisiyle bir şeyler içmeye gidiyoruz ya da yemeğe. Bu aşama olumlu geçerse birkaç gün sonra tekrar görüşüyoruz, her şey olumluysa üçüncü buluşmanın habercisi öpüşme gerçekleşiyor. Üçüncü buluşmanın mekânı ya da sonu iki tarafın evlerinden biri oluyor, yani tenler test ediliyor. (Bu ilk üç aşamayı beş buluşmaya kadar çıkarmak mümkün ama fazlası ı ıh. İmkânsız.)

Tabii ki sürecin ertesinde iki taraf da birbirinin belli ölçütler dahilinde az çok tanımış olduğu için karar veriliyor. "Biraz daha takılabiliriz", "yok kardeşim bu iş olmaz", "bir daha yatsak mı acaba" artık seçme seçilme süreci sizi hangi duyguya götürürse.

Elbette sürecin aşırı mekanikliği karşıdaki insanın tanımlanmasını da ciddi bir mesele haline getirmiş. "Girlfriend" ya da "boyfriend" olmak hiç de kolay değil. Belki de birkaç ay sürecek "dating" sürecinin sonucunu bekleyip görmek gerekiyor. Dolayısıyla "sevgilim" demek ya da denmek ciddi bir meşakkat gerektiriyor, o noktaya kadar "date ettiğim kız" gibi nesnelliği su götürmez bir kavramla idare ediyorsunuz.

İşin bir başka ilginç tarafı da "dating"in pek çok başka eylemle gayet eş düzeyde bir faaliyet gibi görülmesi. Yani koşmak, sinemaya gitmek, dinlenmek, parti yapmak, çalışmak vs ile neredeyse tamamen eş düzeyli bir gündelik hayat aktivitesi bu. Programlamada neredeyse hiçbir önceliği yok. Dolayısıyla da belki büyüden ve romantizmden olabildiğince arındırılmış bir faaliyet. (E kötü bir şey mi bu? Çok da değil galiba :))

Tabii dünyanın her yerinde eş seçme süreçleri bir mekaniğe sahip. Ama sanıyorum Amerika dışındakiler çok daha sürprize açık, aniden yön değiştirebilir, anarşiye daha yatkın yani dolayısıyla daha şiirli imkânlar taşıyorlar.

9 Şubat 2010 Salı

Latin kadınlarda var bir müzik.

Gencecik yaşta toprak olan Lhasa de Sala'ya mı aşık olmalı dünyanın en güzel gözleri Lila Downs'a mı?

Susana Baca'ya mı, Amalia Rodrigues'e mi yoksa?

Nasıl kadınlar bunlar yarab?

Evi barkı bırakıp peşlerinden gidesim geliyor dinledikçe.

1 Şubat 2010 Pazartesi

Kuş toplayan adam.

Rishi Reddi'nin "Karma" adlı hikâyesinde çarpıcı bir görüntü var. Boston'ın merkezindeki gökdelenlerin ışıkları yüzünden yolunu kaybeden, binalara çarparak yaralanan ve sonuçta şehre dökülen, koşuşturmanın içinde kimsenin fark etmediği, ölmeyi bekleyen kuşlar.

Hikâyenin kahramanı Hintli adam okumuş etmiş biri. Çok başarılı olmuş ve iyi para kazanan kardeşinin de desteğiyle çıkıp Amerika'ya gelmiş. Bir yıl olmuş. Hâlâ kardeşinin evinde, hem de ailesiyle beraber. Daha yeni, ilk bulduğu işten atılmış. Şimdi kardeşi ailesini toplayıp evinden gitsin diye baskı yapıyor. Yapacak başka bir şey yok, gururu kırılmış adam kalkacak, ailesine iki göz ev tutacak, bir şekilde yaşamanın yolunu bulacak.

Güzel anlatıyor adamın kırgınlığını Reddi. Kalkıp büyük bir evden tam takır küçücük bir evciğe sığınmasını, umutsuzlukla ve acı çekerek iş bulmaya gidişini, bu sancı içinde şehrin koşuşturmasını dinleyişini ve sonunda kuşları fark etmesini gerçekten güzel anlatıyor.

(Yaralı kuşlara ancak yaralı bir adam dokunabilir. Böyledir işte lafı cimi yok.)

Sonra adam kuşları toplamaya başlıyor. Her geçen gün daha çok kuş topluyor. Toplayıp bir kliniğe götürüyor. Herkesin koştuğu, yarıştığı yerde, kentin tam merkezinde ona kuş toplatan incelik ve kırgınlık karışımını kenti yırtan, durduran, anlamsızlaştıran bir güzellik tezahürü olarak alıp koynumuza sokuyoruz.

(Yıllar önce ezilen bir kediyi kucaklayıp hastaneye götüren o kara saçlı kız geliyor aklıma.)

Başkasının yaralarını iyileştirmek tabii ki kendimizdeki yaraları da iyileştirmektir. Reddi de adama ödülünü veriyor. Kuşların yaralarını saran adamın da yaraları bir ölçüde sarılıyor.

(Lakin tersten bir küçük hikâye daha hatırlıyorum. Güvercinlerin uçuşuna sevdalı, eve uğramayan, dağda bayırda güvercin uçurup da seyreden adamın minik oğlu babasının arkasından dağa çıkıyor. "Bak" diyor, "baba ben de uçabiliyorum" ve kendini uçurumdan aşağı bırakıyor. (Bunu Selim Temo'nun yazılarından birinde okumuştum. Lakin şimdi baktım hangisi bulamadım. Selim Temo'nun yazıları şurda))

Rishi Reddi'nin kitabı hakkında yazmıştım. Şurda.

28 Ocak 2010 Perşembe

Demirören ve genel grev.

Dün gece kısacık şapşal bir rüya gördüm.

Beşiktaş'ın tombul tüpçü başkanı, ahlâk abidesi Demirören oğlu Yıldırım Bey açlık grevi yapan Tekel işçilerine o pis yarım gülüşüyle bakıyor, yanındakilere ne olduğunu duymadığım bir şeyler söylüyordu. Az sonra adamlarıyla beraber işçilerin üstüne yürümeye başladılar.

Aklımda kalan bu. Ağzımda kalansa pis bir tat. Bilmiyorum belki işçileri statta dayak yiyen taraftarla özdeşleştirdim ya da Demirören şirret bir iktidar tezahürü olarak belirdi. İtiraz edecek bir şey yok bunlara.

Ama neticede rüya çok anlamlı göründü gözüme.

Evet, bu ülkede Demirören varsa ve kalıyorsa genel grev olamaz. Genel greve gitmek Demirören'i alaşağı etmek demektir. 4-C yasası bir Demirören işidir. Demirören esas suçunun işçilere hak ettiklerinden fazla merhamet etmek olduğunu düşünüyor. Hatta kentsel dönüşüm yasasının mimarı Demirören'dir, evsizler Demirören'in evlerinden sokağa atıldılar, köprü altlarında bebeler tiner çekiyorsa Demirören yüzünden...

Teşbihte hata olmaz derler. Esasında bu her teşbihin az buçuk hatalı olduğunun itirafıdır. Lakin bu rüyalı teşbihte son tahlilde olan şu: Nihayet dayanışabilen, ses çıkarabilen, ayağa kalkan memleketimin yenik insanlarının verdiği umut; içinde yaşadığımız hayatın nasıl terörle, bel altından vurmayla, ders almamayla, kadir bilmemeyle dolu olduğunu gösteren mutlak bir kötülük simgesi ile vicdanda ister istemez karşı karşıya geliyor.

Şair olsam, Demirören'le genel grev ihtimalinin bitmez mücadelesinin şiirini yazardım.

26 Ocak 2010 Salı

Mücadeleyi bırakmış insanların güzelliği.

Kızgın Damdaki Kedi'ye yazarının acayip ama çok hoş müdahaleleri var. Daha oyunun başında oyunun erkek kahramanı Brick'i anlatırken şöyle diyor Tennessee Williams: "Onda, mücadeleyi bırakmış insanlardaki bağsızlığın serin havasından gelen ek bir cazibe vardır".

Böyle algılamamazı istiyor Brick'i. Kopmuş, ayrılmış, bırakmış, ama bunlarla, olduğundan daha güzel daha cazibeli. Oyunun sonunda kızgın kedi Margaret'in, Brick'e söyledikleri ise yenilgiyle güzellik arasında kurulan ilişkinin oyunda nasıl önemli olduğunu gösteriyor: "Ah siz zayıf insanlar. Mücadeleyi bırakmış, zayıf, güzel insanlar!"

Kadında fiziksel ya da ruhsal zayıflığın, solgunluğun, kırılacak gibi olmaklığın estetik bulunduğu edebiyat tarihinin aşikârı. Ölüme yatkınlıkla güzel bulunmak arasındaki o ilişki işte (solan bir gül olmak). Aklıma hemen Poe'nun Annabel Lee'si ve bu şiirin estetik alımlanışı üzerine yazdığı makale geliyor (That the wind came out of the cloud by night /Chilling and killing my Annabel Lee).

Ama erkek için aynı şeyi söylemek zor. Erkeğin zayıflığının, solgunluğunun güzel bulunduğu bir dünya bence pek güzel olurdu ama maalesef...

Peki Brick'in "zayıf ve güzel" olmasına ne demeli? İşte burada tastamam kötü kedi Margaret'in bizi yanlış yönlendirdiği kanaatindeyim. Zira Brick'in vazgeçmişliği, mücadeleyi bırakmışlığı bir zayıflık göstergesi değil, tam tersine bir kuvvet göstergesi. Bırakıp gidebilmenin, vazgeçebilmenin çok zaman daha zor olduğunu daha çok olgunluk istediğini hangimiz bilmeyiz?

Tabii akla mücadeleyi bırakmış erkek karakterler değil de mücadeleden bırakılmış olanlar geliyor burada. Sevgili Prens Mişkin ve değerli Selim Işık mesela. Onlar da güzel tabi ama Brick'ten farklı onların güzelliği.

(Kızgın Damdaki Kedi'ye değinmiştim birkaç yazı önce. Şurda)

25 Ocak 2010 Pazartesi

Karma.

Esasında kitabın başlığı bu olunca insanın okuyası gelmiyor. Boku çıkmış üç kelimeden biri bu karma. Öyle değil mi ama?

Lakin kitapla tanışmam ilginç oldu. Orhan Pamuk'un konuşmasında yanıma pek zarif Hindu bir kadın oturdu. Orhan Beyciğimizin sahneye gelmesini beklerken konuşmaya başladık ve neticede kendisinin yakınlarda bir hikâye kitabı yayınladığını, ilk romanını da bitirmek üzere olduğunu öğrendim. Bana kitabın ismini ve kendisinin mail adresini yazdı; sözde okuyup düşündüklerimi yazacaktım. Fekat her zamanki tembelliğim kendini gösterdi, ancak aylar sonra kitabı aldım ve aldıktan ancak aylar sonra okuyabildim.

Kitabın adı Karma and Other Stories (Karma ve Başka Hikâyeler) yazarı Rishi Reddi.

Kitapta Boston çevresinde yaşayan Hint asıllıların hayatlarından kesitler anlatılıyor (Ne de bayat ifadedir bu yahu. Hem kesit anlatılır mı ki? Türkçem iyice bozuldu). Reddi kaçınılmaz kimlik bölünmesinin ve kültürel çatışmanın çeşitli tezahürlerine odaklanıyor. Sessiz bir üslubu var ve gürültüsüz hikâyeler anlatıyor. Kısa ve yumuşak cümlelerle küçük acıları ve zaruri kabullenmeleri dillendiriyor. Üslubunun patırtısızlığı ile anlattığı şeyin büyük trajediler değil de sessizce çekilen acılar olması pek güzel uyuşuyor.

Öykülerde benim için en ilgi çekici şeyler, Hindu göçmenlerin vakarı, direnişlerinin sessizliği, teslim olmak zorunda olduklarında ise acıyı abartmamaları oldu. Bilmiyorum, alışılageldik Hint fikrine uygun görünümler bunlar herhalde. Ama Reddi bu alçakgönüllü güzel hali metin üzerinde yeniden yaratmayı başarmış. Kitabın en kuvvetli tarafı bu herhalde.

Benim Pazar günümü güzelleştiren bir kitap oldu Karma. Daha çok yazmaya çalışağım hakkında.

19 Ocak 2010 Salı

Bizim büyük çaresizliğimiz.

Barış Bıçakçı'nın romanının ismi hakkında ne diyeceğimi bilemiyorum. Bir yandan hoşuma gidiyor, bir yandan fazla romantik buluyorum. Bir yandan bu toprakların duygusunu taşıyan bir isim, öte yandan sanki Tuna Kiremitçi'nin roman isimleri gibi tribünlere oynuyor.

Esasında romanın kendisi hakkında da ne diyeceğimi çok bilemiyorum. Kolayca okunan, duygusunu okuyucuya geçirebilen, keyifli dil oyunlarıyla donatılmış renkli bir roman var bir yanda, öte yanda derinleşemeyen, kısa olmasına rağmen kendini tekrarlayan, kolay başlayıp kolay biten bir roman.

(Tabii ki kolaylıklara gıcık olmak haktır!)

Bir dostluk romanı Bizim Büyük Çaresizliğimiz. 30'lu yaşlarının sonuna gelmiş ama çoluk çocuğa karışamamış, taaa küçüklük yıllarından kanka ve şimdi de aynı evi paylaşan iki arkadaşın hikâyesi.

(Bu noktada benim gibi 30 yaşına varıp hâlâ ev arkadaşıyla yaşayanları yakın gelecek hakkında derin düşüncelere gark eden bir eserden bahsettiğimi ve dolayısıyla pek nesnel olamayacağımı itiraf ederim :))

Romanın anlattığı bu iki dostun Nihal eve üçüncü ortak olarak geldiğinde yaşadıkları. Bu taze üniversite öğrencisi kızcağız annesi babası öldüğünde, iki kafadarın yakın bir arkadaşının da kardeşi olması hasebiyle piyango kimliğinde eve giriyor; ince endamı ve çıplak ayakları ile evin içinde salındığında bizimkilerin uykuya yatmış inceliklerini harekete geçiriyor. Ama bu harekete geçen incelikler arzulanana ulaşmanın imkânsızlığını daha fena hissettiriyor, can acıtıyor. Tabii ki en başta bedenler arasındaki kocaman uçurum var. Şöyle ki:

"Nihal sahiden güzel kızdı, onun yanında sen göbeğinin üzerinde hareket eden bir fok, bense kel kafasını kaşıyan bir maymun olabilirdim." (104)

Ve Nihal olanca inceliğiyle evi meleklendirmeye devam ettikçe kaybedilmiş çocukluğun ya da bitmiş gençliğin acısı gelip iki adamın hislerinin tam ortasına çöküyor:

"Bizim büyük çaresizliğimiz Nihal'e aşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki çocuk seslerinin arasında olmayışıydı. Asıl çaresizlik buydu". (102)

Fakat işin bu yönüne kanmamak lazım. Başta da söylediğim gibi kitabın esas meselesi iki kahraman arasındaki dostluk. İki koca adam arasındaki bağlılık öyle kuvvetli öyle sarıcı ki herhangi bir çaresizliğin acımtıraklığını kolayca alıyor. Nihal'e yönelik arzu arkadaşlığın kuvvetinde eriyor, hatta sevimli bir şey haline geliyor, trajik hal kolayca tatlı küçük bir hüzünle yer değiştiriyor. Böylece Nihal kolayca sevimli bir hatıraya dönüşebiliyor, yolun bir noktasında karşılaşılan bir sürprize, keyifle hatırlanan farklı bir tada.

Burdaki duyguyu ben sevdim, internetten anladığım kadarıyla romanın diğer okurları da sevmiş. İki koca adamın birbirlerinin ağrılarını sonsuz sarma kabiliyeti kalbe sıcaklık veriyor. Ama romanın zayıf noktası da tam bu işte. Bizi bu sıcaklıkla saran roman bu adamların karmaşasının derinine inemiyor. Kötülüğün ve karmaşanın hiç olmadığı bir beyaz metin olarak kalıyor.

Eh işte kitabın adı da Bizim Büyük Dostluğumuz falan olmalıydı, bu tatlı çaresizlik "büyük" sıfatını hak etmiyor zira.

Son bir not olarak da kitapta en beğendiğim şeyin "beden"in işlenişi (!) olduğunu belirteyim. İki adam sürekli bedenlerinden konuşarak, bedenlerini şakaya vurarak, herkesin "pis" saydığı kılsal ve sümüksel naneleri oyunlaştırarak kuruyorlar biraz da dostluklarını. Tabii bu, "Nihal ağrısı"nı kolay atlatmalarını sağlayan şeylerden biri aynı zamanda.

Neyse, umarım haksızlık etmemişimdir.

11 Ocak 2010 Pazartesi

Istırap.

Marcel Proust, büyük eserinde dönüp dönüp ıstırap'tan bahseder. Dehanın olmadığı yerde, yani kendisi gibi adamlarda, ıstırabın "anlamak kavgası"nda tek yol açıcı şey olduğunu düşünür. Anlama çabasının büyük motivasyonunu sağlayan, insanı gündelik akışa kapılıp gitmekten kurtaran şeydir ıstırap. Hatta son ciltte, "Istırapsız geçen zaman boşa geçen zamandı" demekten çekinmez.

Istırabın başka bir büyük işçisi de Cesare Pavese'dir. Günlüğünü, romanlarını, öykülerini ve şiirlerini okuyan karabahtlı okuyucu kolayca anlar Pavese'nin nasıl büyük bir ıstırap işçisi olduğunu. Susan Sontag'ın büyük gözlüklü-ebedi çocuk Torinolu Cesare'yi "çilekeş" olarak nitelemesi boşuna değildir.

Ne olursa olsun ıstırap kaçınılmaz olduğunda anlamlıdır ancak. Istırabı bir deney olarak düşünenleri anlamakta zorlanıyorum ben. Bunun da bir açıklaması vardır elbette. Günlük akış "acıdan kaçan hazza sığınan" ademoğlunun elindeyse hep söylendiği gibi, acı bir strateji olarak sunulabilir. Ama bu sürdürülebilir bir durum olmadığından hep kayalıklara çarpıp dağılmaya teşnedir.

Neyse sadede geleyim. Yıllar öncesinden bir anı geliyor aklıma bu meseleyi düşündüğümde. Küçüğüm pekâla ve kız arkadaşım bırakıp gitmiş. Fena halde içim yanıyor. Kafamı duvarlara duvarlara vurasım var. Lakin her şey çok katlanılmaz değil, bedbaht günlerin çok güzel arkadaşı gelip yoldaşlık ediyor bana. Her akşam uzun uzun yürüyoruz, pek güzel filmler seyrediyoruz, romanlardan ve siyasetten bahsediyoruz. Bir yandan içim ısınıyor bir yandan da topluyorum yavaş yavaş kırılmışları. Pek az uykulu pek yoğun geceler. Çok şey keşfediyor, pek yeni anlamlar buluyoruz sanki. İnanıyoruz buna.

Ama bir süre sonra kaçıp giden sevgili gözyaşları içinde geri geliyor. Çok özlemişiz birbirimizi. Ama nasıl çok. Istırap arkasına bakmadan kaçıp gidiyor.

Mutluluğun geri gelişinin tam ertesi günü. Arkadaşımla hep oturduğumuz kahvede oturuyoruz. Yeni okuduklarından, keşfettiklerinden, karanlıklarından söz ediyor. Esnememe engel olamadığımı hatırlıyorum; anlattıklarını anlayamadığımı, sözlerinin kulağıma bir homurtu gibi geldiğini. O an aramızda çok değerli bir şey kırılıyor.

Hiç unutmuyorum o anı. Normalleşmenin sıkı bir göstergesi olarak zihnime kazınmış. İşte şen hayatıma dönüp eski düzende devam ediyorum. Istıraplı günlerin yoğun güzelliğini, sıcak sevgilinin hazlı muhabbetine tercih etmek aklımdan bile geçmiyor.

Uyum sağlamak ıstırabın salvolarını geçiştirmeyi öğrenmek demek biraz da. Unutabilmek demek, düşünmemeyi, kafaya takmamayı öğrenmek demek. Bunun için aferin diyorlar insana, bunun için terbiye ediyorlar insanı.

Ümitsizliğe kapılmadan hazla beraber devam edebilecek bir siyasetin imkânını düşünmeye gayret etmekten başka çare yok lakin.

9 Ocak 2010 Cumartesi

Kızgın damın kedisi.

Tennessee Williams'ın çok ilgi çekmiş Kızgın Damdaki Kedi'sini, özellikle Margaret'ı (başkadın karakteri) çok sık düşünüyorum.

KDK dipte açık bir yara, çözülememiş köklü bir sorun varsa düzeltme çabasının içinde bulunulan krizi ancak daha dramatik kılacağını hissettiren bir oyun.

Her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği.

Margaret, güzel ve canlı Margaret, onca fakirliğin içinden gelip yakışıklı ve zengin Brick'e kadın olmuş. Futbolcu, herkesin gözdesi, koca Brick.

Evlenmişler ve Brick'in pek pek zengin babasının evinde yaşıyorlar. Büyük bir imparatorluğun şatosunda, zenginliğin ortasında.

Oyuna bağlandığımız anda Brick'in bunalımının ortasındayız. Sarhoşken bir okulun bahçesinde engellerin üstünden atlamak isterken düşüp bacağını kırmış. Artık yaşayacağına değer veren bir adam değil. İçiyor ve bekliyor. Ne babasının malında gözü var, ne Margaret'ten bir şey umuyor.

Evet oyunu belirleyen tastamam Brick'in bunalımı. Söz geçmez, etkilenmez, son kararını vermiş, tükenmez bunalımı.

Bunalımın ortasında ise Kedi'nin ele avuca sığmaz varlığı duruyor. Margaret, Brick'in en yakın dostu, dostan öte dostu Skipper'la yatmış. Sonra da Skipper intihar etmiş. O günden bu yana Brick bu tarafta değil, başka bir alemde dolanıyor. Anlam alemi Skipper'ın sırtına binip gitmiş onun için.

Burada hep, Brick'la Skipper arasında dostluktan öte bir şeyler olduğu iddiası var. Margaret, "vazgeç artık Brick'ten!" diye bağırmış Skipper'a, hatta belki de Skipper böyle bir şey olmadığını ispat etmek için yatmış Margaret'la.

Of karışık hikâye. Ama ne zaman Skipper'ın ismini duysa Brick, hayattan vazgeçmiş "alkolden bir İsa" olmuş bu koca adam, bir anda gerçekliğe dönüyor, öfkeyle doluyor, diğer insanların bunun hakkında konuşmasına dayanamıyor. Aralarındaki dostluğun her şeyin yalan olduğu şu dünyada tek sahici şey olduğunu bağırıyor. Tek sahici şey.

Skipper'dan sonrası tufan.

Ama ben Brick'i değil, Margaret'ı düşünüyorum. Onun büyük gücünü. Büyük anarşizmini. Büyük ama kızılmaz yıkıcılığını, güzelliğini, aşk oluşunu.

Her şeyin yalan, her şeyin yıkılmış, her şeyin sonsuza kadar eksik olduğunu bilmesine rağmen oyuna tüm kediliğiyle devam edebilmesini. Yeniden kurabilmesini, başlayabilmesini. Yıkmayı bilmesini ve yıkmanın suçunu unutabilmesini.

Ondaki güzelliğin kaynağını arıyorum. Kötücüllük atfedemiyorum kediciğe. Onu neden her şeye rağmen çok güzel bulduğumu soruyorum. Bir cevap bulacağımı sanmıyorum.

Zira, Brick haklı,
Mendacity is a system that we live in.

4 Ocak 2010 Pazartesi

Amerika V - Aşk.

Amerika, eski arkadaşın eski sevgilisine aşık olmak mı?