29 Nisan 2010 Perşembe

Dünyanın en güzel dili.

Farsça.

Sadık Hidayet'in dili olduğu için. Diri gömülmenin sızısı başka dilde bu kadar güzel anlatılamaz.

Büyük İran şiirine o eşi bulunmaz müziği verdiği için.

Tahran'da sadece roman satan bir kitapçı olduğu için.

Çok güzel pek güzel khoreştler yapan insanların dili olduğu için.

Kiyarostami için.

Ankara'daki İran Kültür Merkezi'ndeki kursların fiyatı diğer kültür merkezleriyle karşılaştırılmayacak kadar düşük olduğu için.

Osmanlıca'ya zerafet kattığı için.

Ve tabii dünyanın en güzel gözlü kadınlarının konuştuğu dil olduğu için.


28 Nisan 2010 Çarşamba

Dünyanın en güzel yüzü.

Isabelle Huppert

Piyano Öğretmeni
’ni seyrettiğimden beri Isabelle Huppert’in yüzü gördüğüm en güzel kadın yüzü.

Zaman zaman aklıma düşen, düşüncemin akışını kesen bir yüz bu. Aniden, ortada hatırlamak için hiçbir sebep yokken.

Filmi seyredenler belki anımsar. Birkaç kere kamera Huppert’in yüzüne odaklanır ve bir dakika kadar bekler. Yüz sanki eylemsizdir ama bir şekilde filmin biriktirdiği gerilimi taşır, katmerler, çoğaltır, renklendirir. Filmin akışını yoğunlaştırır, hikâyeyi yeniden ayrıntılandırarak anlatır.

Hipnoz olmuş gibiyizdir ama filme dair en büyük keşfin ortasındayızdır.

Bu hissi verebilmek büyük oyunculuk olsa gerek.

Filmi seyrettiğimiz akşam arkadaşımla Taksim’den eve kadar upuzun yürüyüp Huppert’i konuşmuştuk.

Komik tabii ama o bizim Isabelle’imizdi artık.

Bugün yeniden aklıma düşünce Isabelle, iş arasında kaçamak yapıp fotolarını yokladım internette. İlk gördüğüm fotolardan biri yukarıdaki şahane şey oldu.

Allahım nasıl da güzel. Göz bebeklerinin asimetrisi, dudaklarının inceliği, burnunun sertliği ne kadar güzel; bütün bunlar saçlarının gençliğine ne hoş yakışmış.

Baktıkça, Isabelle’in bakışına daha çok tutuluyor insan. Anlatılmaz bir düzensizliği var bu bakışın. Ve tedirgin edici bir dikliği. Namussuz sigara da bakışın hedefine odaklanmış, ona güç katmış. Güzelliğin içinde ürkütücü bir hal seçiliyor.

Neyse.

Saçlardaki ışığa dalıp dinlenmek de var.

27 Nisan 2010 Salı

Çok üşümek.

(Uzun çalışmaların, bel eğen uykusuzlukların ardından aynı Turgut Bey'in aynı şiiri takılıyor dilime hep. Bu bir gelenek.)


Bir Kalır uzun resimlerde anısı sakallarımızın
Urban içinde Üşüyüp Üşüyüp kaldığımızın

Bir Kalır yanık yağlar kokusu şehirlerde
Uzun nehirlere binip uzaklaşmadıkça

Bir Kalır yabancı yataklarda o oteller
Meydanlar heykeller sizin olmadığınız o her yer

O çok yalınç gerçekli gelip gitmeler

Bir Kalır uzun duvarlar ve onların dipleri
Bir Kalır Yılgın Adamların hep "Evet" dedikleri

Çok üşürdük hep üşürdük üşümekti bütün yaşadığımız
Üşürdü ellerimiz aşkımız sonsuz uzun sakallarımız

Tükenir dağınık diriliği kaşıntımızın bir gün
Bir Kalır uzun kitaplarda anısı çok Üşüdüğümüzün


26 Nisan 2010 Pazartesi

Sen, küçük ve sessiz Amalia.

Gece nehir kenarında yürürken bir anda aklıma düştü Amalia. Yataktaki hasta hali, ölümü çağırması, durmadan sayıklaması, küçücük yüzü canlandı bir anda gözlerimin önünde. Hayırdır inşallah.

Büyük romanlar içinde Amalia'nın romanından, yani Italo Svevo'nun Senilità'sından (Yaşlılık-Güçsüzlük, 1898) daha içlisi daha yürek burkanı var mıdır bilmiyorum.

Hayatta başka kimseleri olmayan iki kardeşin, Emilio ile Amalia'nın "arzuları ile kuvvetleri" arasındaki kapanmaz uçurumun trajedisini anlatır Svevo Senilita'da.

Emilio Brentani, 35 yaşında küçük burjuva bir yazar adayıdır. Zamanında bir roman yazmış ama başarısız olmuştur. Devrin romantizmine pek uygun büyük umutları olsa da içine kapalı ve sessiz kızkardeşi Amalia'yla birlikte dışardaki hayatın patırtısının karışmadığı küçük bir hayat sürmektedir. Ta ki "koca mavi gözleriyle güzel sarışın" Angiolina sahneye çıkana kadar.

Svevo'nun tastamam bir femme fatale rolü giydirdiği Angiolina kısa sürede Emilio'nun aklını başından alır ve "erkekleşememiş" bu orta yaşlı çocukta saplantılı bir aşkın doğmasına sebep olur. Roman boyunca bu saplantının tezahürlerini izler, Emilio'nun zayıflığını ve korumasızlığını keşfederiz.

"Ezeli mağlup"um, Emilio'm benim.


Ama nehir kenarında şaşkın aklımı başıma getiren, yüreğimi sızlatan Emilio değil Amalia'dır. Genç kadın abisinin bütün saplantılı aşk gürültüsü patırtısı arasında, Emilio'nun arkadaşı yakışıklı Balli'ye tutulmuş ve içinde yavaş yavaş ümitsiz bir aşk biriktirmiştir. Ama o da abisi gibi yetişkin bir çocuktur. Arzulananın Angiolina olduğu yerde, arzu uyandırmayacak bedeni ve yüzüyle yenilgiye dünden mahkûm bir çocuk.

Svevo, böyle özetlendiğinde fena bir melodram kokan hikâyeyi öyle güzel anlatır ki gençken yaşlı olanların, yetişkinlerin arasında hep çocuk kalanların ve böylelikle yenilmek'ten başka gidecek diyar bulamayan çirkin ama güzel Amalia'ların acısı zihnimize kazınır.

(Not1: Tezer Özlü'nün, Svevo ve Pavese okumak için İtalyanca öğrendiğini hatırladım şimdi.)

(Not2: İtalya'da yaşarken, Svevo'nun şehri ve Senilita'nın mekânı olan Trieste'ye iki kere gittim, sırf Svevo'dan artakalan bir şeyler bulmak için. (Biliyorum, fazlasıyla romantik ve belki biraz da artiz bir davranış, ama insan anlamak ve değer vermek adına pek çok komiklik yapıyor işte.) Ama Emilio'nun sürekli dolandığı Trieste sokaklarında aynı hüzün aynı ağırlık aynı incelik yoktu. Emilio'nun volta attığını tahmin ettiğim sokaklarda habire dolandım, olmuyordu, Trieste başka bir Trieste'ydi. Fakat nasıl bir güzellik işte, bambaşka nehir kenarlarında, bambaşka memleketlerde geliyor aklıma şimdi ve Svevo'nun yarattığı his ölmüyor, benimle birlikte taşınıyor. Varsa büyük yazarlığın kriterleri, biri de bu olsa gerek.)

24 Nisan 2010 Cumartesi

Ağlamayı öğrenmelisin Fyodor!

"Sen oğlu öldürülen adamsın, değil mi? Başın sağolsun. Anlıyorum nasıl hissettiğini. Belki tamamen değil ama yine de anlıyorum. Ben iki çocuğumu kaybettim. Yokluğa karışıp gittiler. Menenjitten, tıbbi adı bu. Karım bu darbenin etkisinden bir türlü kurtulamadı. İyi doktorlara ödeyecek paramız olsa kurtarılabilirlerdi. Trajedi işte, ama kim takar? Trajedi her yerde şimdilerde. Trajedi, dünyanın olağan hali oldu." Ayağa kalkıyor. "Eğer benim tavsiyemi sorarsan Fyodor Mikhayloviç (sana böyle seslenmemde sakınca yok değil mi?) hani tabiri caizse, feleğin çemberinden geçmiş bu zavallıdan gelecek nasihati kabul edersen derim ki, kendini ıstırabın ellerine bırak. Bir kadın gibi ağla. Bu, kadın cinsinin büyük sırrıdır, onların bizden üstün olmasını sağlayan şeydir. Onlar ne zaman gideceklerini ve ağlayacaklarını bilirler. Biz, sen ve ben, bilmeyiz. Biz olanı içimizde saklarız ta ki bu şey büyüyüp şeytanın ta kendisine dönüşünceye kadar. O zaman gider saçma sapan bir şey yaparız, sırf bir iki saatliğine bu şeytandan kurtulmak için. Evet, sonrasında hep pişman olacağımız saçma sapan bir şey yaparız. Kadınlar böyle değildir çünkü onlar gözyaşlarının sırrına vakıftır. Karşı cinsten öğrenmeliyiz Fyodor Mikhayloviç, ağlamayı öğrenmeliyiz! Görüyorsun, ben ağlamaktan utanmıyorum: Trajedi evimi yıkalı önümüzdeki ay üç yıl olacak ve ben ağlamaktan utanmıyorum!"

Ve gerçekten yanaklarından gözyaşları süzülüyor. Koluyla siliyor ama daha çok akıyor. Ağlarken konuşmakta hiçbir zorluk çekmiyor gibi. Hatta oldukça şen görünüyor. "Sanırım ömrümün kalanında kaybettiğim bebeklerim için ıstırap çekmeye devam edeceğim" diyor.


(J.M. Coetzee'nin The Master of Petersburg'undan (Petersburglu Usta). Penguin Books, 1995, s. 87))

14 Nisan 2010 Çarşamba

O lanet AMA.

Ahmet Türk'e yapılan saldırıdan sonra Feysbuk'ta bir arkadaş "Türk şovenizmine hayır!" yazmış. Bunu gören bir başka arkadaş "Türk şovenizmine hayır AMA Kürt şovenizmine de hayır!" diye nazire yapmış.

Bir başkası eklemiş: "Tamam yumruk hoş değil AMA o da terör örgütüne destek veriyo".

Bu AMA'lar her yerde, her rezillikte karşımıza çıkıyor. AMA adlı büyük bir meşrulaştırma makinesi var sanki. Nerde bir kötülük bir fenalık olsa hop pörtlüyor, kötülüğü bir güzel günlük hayata yamıyor. "Tamam Irak'ta çok kan aktı AMA terörist yuvasıydı". Amerikalı arkadaşım bunu diyor ardından güle oynaya hayatına devam ediyor.

Ulan ne AMA'sı işte yaşlı bir adamın herkesin gözü önünde ağzı gözü dağıtılmış. Adamın politikasını beğenmezsin, partisini sevmezsin anladık da bu rezilliğin nesine AMA dersin?

Sezgisel bir yargı olduğundan güvenilmez lakin ben bizim toprağın hasletlerinden birinin utanmayı bilmek olduğunu düşündüm hep. Tanıdıklarımdan okuduklarımdan böyle gördüm diye herhalde. Fakat şu bütün yetişkin olma maceramda anladığım bu utanma kabiliyetinin eşeğin sırtına binip gittiği. Onun yerine hep devlete hep yukarıya atfettiğimiz şiddeti kabullenme şiddeti meşrulaştırma yetisi ince ince toprağa sızmış, hepimizin damarlarına yerleşmiş.

AMA Anadolu diye bir şey vardı değil mi?

12 Nisan 2010 Pazartesi

Dahil olan olmayan.

Çevreye dahil olmak, cemaatin içinde olmak, bilmem ne grubunun parçası olmak falan filan... Hepimizin bildiği şey işte, hayat tükenmez bir şekilde aidiyete bağlı kimlikler üzerine kuruluyor ve yürüyor. Çok zaman güven veren, ayakta tutan, destek olan o aidiyet hissine sahip olmak için çırpınıyoruz.

Lakin bu hissin ne kadar tehlikeli olduğunu söylemeye bile gerek yok.

"Her şeyin zıttıyla kaim olduğu" bu alemde her içermenin bir dışlamayla varlık bulduğu gerçeği, sızısını unutamadığımız uyuşturamadığımız bir yara gibi kalmalı. Var mı "katı olan her şeyin buharlaştığı" şu zamanda ahlak kurmanın, en azından kurmaya çalışmanın başka yolu?

Ağır oldu sabah sabah şimdi. Oysa meseleyi aklıma getiren gayet eğlenceli bir anekdot.

19. yüzyılın başında, Fransa karmaşadan düzene düzenden karmaşaya savrulup dururken yükseliyor Victor Hugo efsanesi. E devrin şamatası bu ya, neredeyse sahnelenecek her oyunu hem büyük heyecan hem de ölçüsüz bir öfkeyle karşılanıyor.

Hugo, daha çok genç, yıl 1830. Sonradan bizim memlekette dahi çok meşhur olacak Hernani sahneye hazırlanıyor. Tiyatronun müdürü başta, herkes tepkilerden korkuyor. En büyük mesele, profesyonel alkışçıların (ya işte böyle bir müessese var) Hugo'nun düşmanları tarafından satın alınması ihtimali! İşte bunu önlemek için alkışçıları tamamen Hugo'nun arkadaşları arasından, yakınındaki sanatçılardan seçmeyi akıl ediyorlar. Üzerinde "hierro" (demir) yazan kırmızı küçük kartlar bastırıp veriyorlar bunlara bilet yerine. Karta sahip olanlar alkışçı sıralarında oturacak, düşmanların taşkınlığı engellenecek.

İşte kısa zamanda o küçük kartlar Paris'in genç sanatçıları arasında romantiklerin dar çevresine dahil olduğunun gurur duyulan kanıtı haline geliyor. Kırmızı kartın varsa tamam...

Napıyorlardı acaba, "senin bu şiir romantik olmamış lan, klasik kaçmış" dendiğinde gururlu genç çıkarıp kartını mı gösteriyordu?

"Bunu görüyon mu bunu? Görüyon mu kırmızı kartı? Noldu, konuşmuyon sesin kesildi."

E kesecek tabii, koca Hugo, boru değil.

(Meraklısına. The French Stage in the Nineteenth Century. Marvin Carlson yazmış. S. 63-65)

6 Nisan 2010 Salı

Bir gün bir paşa bir tarihçiye...

Büyük tiyatro tarihçisi Metin And, 19. yüzyıl Osmanlısının en ilginç ve en akıllı adamlarından Ahmet Vefik Paşa hakkında şu neşeli satırları yazıyor:

"Ahmet Vefik Paşanın azli gazetelerde de yer almıştı. Bu haberlere göre, Paşaya yöneltilen suçlamalar arasında, halkı zorla tiyatroya gönderdiği, kendisi el çırptığında halkın da alkışlamasına izin verdiği, kendisi alkışlamamış da halktan biri oyunu veya sanatçıyı alkışlamışsa o kişiyi uluorta azarladığı yer alıyordu."

Okuduğumda öyle çok güldüm ki, yediğim elma burnumdan geldi. Rezillik.

Ama daha komiği devamında geliyor:

"Ahmet Vefik Paşa böyle zorlu davranışlarının yanısıra aslında sanat bakımından halkı iyiye, güzele alıştırıyordu."

Metin Bey diyor, terbiye diyor, alıştırma diyor. Önce "insan" ol sonra, Ahmet Vefik'e kız diyor.

Eh tabii ki çok tanıdık.

Şimdi alkışlayabilirsiniz.

4 Nisan 2010 Pazar

Karanlıktakiler.

Çağan Irmak'ın böyle zor bir meseleye yaklaşma, anlama, anlatma çabası çok hoşuma gitti. Bilmiyorum, belki gereksiz bir his ama çok popüler olmuş, kitlenin damak tadını yakalamış bir adamın hiçbir zaman çok ilgi çekmeyecek, ruh karartacak, bahar günlerine gitmeyecek bir hikâyeyi üstlenmesi benim için mutluluk sebebi.

Yehuda Amihay'ın meşhur mısrası değil miydi, "Aydınlıkta olanlar karanlıktakileri göremezler". Nesnel olgunun, doğanın değer içermeyen gerçeğinin ağrılı yüreğe bu kadar mesafesiz değmesi nadirdir.

İşte en ortodoks yanlarımı ortaya saçıp diyeyim, sanatçı da biraz bunun için var, karanlıkta kalanı görünür kılmak için. Hikâye etmenin en güç verir tarafı bu, dışarıda kalanı söze dahil ederek içeri'ye atmak, böylece içeride olanı bozmak, yeniden kurmak, bir tür geri çekilip kendine yeniden bakma tavrını, kritik'i süreklileştirmek ve olağanlaştırmak.

Çağan Irmak'ın filmini bu hasletle muhabbet halinde bulmak güzel.

Filmde anlatılan ana-oğul'un hikayelendirilmesinde esasında sorunlu pek çok şey var. En önemlisi, annenin nefes aldırmaz deliliğinin filmin sonların doğru sebeplendirilmesi; bir anda hikayeye dahil kılınması, anlatılması, çözümlenmesi.

İlkel benliğimiz, trajik arzumuz hep çözüm ister; zira çözüm hikayeyle ve kahramanla özdeşleşmenin en basit araçlarındandır. Ama özdeşleşmek ahlaki sorunla beraber gelir. Zira mesele, kahramana acımak değil, onun gerçekliğini anlamak için tükenmeyecek bir kritik enerjiyle dolmaktır. Zor olan uyanık kalmak değil mi her zaman?

İşte bunu feda ediyor annenin hikâyesini çözerek Çağan Bey. Üstüne anlatı dili aniden değişiyor; dramatikleştiriyor, normalleştiriyor hikâyeyi.

Ama olsun. Özellikle filmin son sahnesi pek güzel. Hem ferah hem acıtıcı olmayı başarmış. Böylelikle beyinden atılamayacak silik imajlar aleminde kendine yer buluyor Karanlıktakiler.