24 Ağustos 2010 Salı

Beyaz Türklerin korkuları 2 - Müjdat Gezen

Bu akşam Cüneyt Özdemir'in programı korkunçtu. Sanatçılar referandumu tartıştılar! Allah beterinden saklasın.

Yetmez Ama Evet'çileri temsilen sahne almış Zeynep Tanbay berbattı, iki lafı bir araya getiremedi, söylediklerini savunamadı ve Mustafa Altıoklar'la Müjdat Gezen'in yüzeysel-vahşi bindirmelerine cevap veremedi. O kadar böndü ki, annem bile program sonrası ülkeyi referandum sonrası karanlıklar basacağına inanıp, "yok canım baksana, kesin hayır vermeli" dedi.

Fakat geceyi korkunç kılan bu bönlük değil, Müjdat Gezen'in algı dünyasının karanlığıydı. Beyefendi memleketinin halinin korkunç olduğuna bayağı bayağı iman etmişti. Birkaç kere üstüne basa basa yineledi: "Şimdi 12 Eylül'ün iki katı faşizm var". İçim daraldı. Herif samimiyetle ciddi bir faşizm içinde yaşadığımıza inanıyordu. O kadar inanıyordu ki, neredeyse ben bile bir an inanacak gibi oldum. (Annemin durumu malum)

Kalktım, çıktım, bir saat kadar yürüdüm. Sakinleşip Müjdat Bey'in bu bulaşması pek kolay ruh hali üzerine düşünmek istedim. Garipti, beyfendi ulusal bir kanalın en çok izlenen saatinde iktidar hakkında aklına gelen her şeyi yarı da hakaretamiz biçimde söylüyor, bağırıyor, yeri gelince dalgasını geçiyor ama aynı anda memlekette faşizm olduğunu iddia ediyordu. Hem de 12 Eylül'ün en az iki katı sertlikte.

Peki acaba Müjdat Bey'in hissetttiği faşizmin kaynakları nelerdi? Yani baskıyı nerelerde hissediyordu? Yapmak istemediği oyunları filmleri yaptırmamışlar mıydı, yazmak istediklerini yazdırmamışlar mıydı, sansürlenmiş miydi, önceden sahip olduğu haklar elinden mi alınmıştı, nerdeydi bu faşizm, hayatının neresindeydi? Acaba sorsak ne derdi? Neydi faşizm tecrübesi kendisinin?

Evet, Ergenekon sürecindeki tutuklamalar. İlhan Selçuk'un apar topar evinden alınması, Türkan Saylan'a yöneltilen suçlamalar, Balbay'la Doğan'ın hâlâ içeride olması. Başka? Dinlemeler ve devletteki cemaat örgütlenmesi yönündeki dedikodular.

Peki Müjdat Bey, bunların neresindeydi? Tam karşısında. Tıpkı benim gibi. Televizyondan seyretmiş, gazeteden okumuştu. Ne kimse oyununu yasaklamıştı, ne birileri muhteşem eleştirel yapıtlarına kış demişti. Ama karanlık güçler geliyordu işte. Hayat çok korkunçtu. Son mevziler de düşmek üzereydi. Cumhuriyet tarihinin en faşist günleriydi bunlar.

Pis bir tedirginlikti bu. Sadece kendi götünü düşünen bir tedirginlikti. Hem bencildi hem kördü. Midem bulandı. daha dün, sanki bu ülkede görmediğimiz rezillik kalmamış gibi; faili meçhuller-gözaltında kayıplar, köy boşaltmalar, siyasi cinayetler, susurluk, çeteler, postmodern darbeler, cezaevi baskınları, andıçlar-fişlemeler, velhasıl ayrımcılığın en kral örnekleri bu ülkede 1980'den 2000'e yaşanmamış gibi şimdi 12 Eylül'ün iki katı faşist bir dönemde yaşadığımıza inanacaktık.

Tabii ya, ele geçirilecek diye tir tir titrenen yargı tüm faili meçhulleri aydınlatmış, köyleri yakanları dava etmiş, çeteleri çökertmiş, her tür ayrımcılığın üzerine gitmiş, saçma sapan uydurma sebeplerden parti kapatmamış, her zaman bireysel hakları gözetmiş falan bir yargıydı. Şimdi gelip faşistler bu cennet yargıyı ele geçireceklerdi.

Biraz daha yürüdüm, mide bulantım geçti.

Daha dün karar vermiştim, oylamaya gitmeyecektim ama sağolsun Müjdat Bey çok yardımcı oldu, kalktım biletimi değiştirdim, bir gün erkene aldım.

Gelsin bakalım memlekete faşizm.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Beyaz Türklerin korkuları ve Ergün Poyraz vakası.

Bir haftadır Ankara'da kitapçıları geziyorum. Satış listelerinin bir numarasında, en çok satan raflarının en önünde hep o kitap var: Ergün Poyraz'ın başbakan hakkında yazdığı Takunyalı Führer... Daha çıkalı doğru düzgün zaman geçmeden üçüncü 30.000'lik baskıyı yapmış.

Kitabı biraz karıştırınca korkunç bir saçmalıkla karşı karşıya olduğunuzu kolayca anlıyorsunuz. Bir bok atma kitabı Poyraz'ınki. Erdoğan'ın ne kadar korkunç bir canavar olduğunu anlatmak için aklına geleni, ordan burdan duyduğunu, muhtemelen uydurduğunu, velhasıl bulabildiği her şeyi sıkıştırmış kitabın içine. Keşke en çok dikkat çeken yanı bu toplama hali olsaydı kitabın, ama değil, Poyraz'ın her satıra sinmiş ırkçılığı çok daha fazla mide bulandırıyor. Yazarımız, Erdoğan'ın Türk olmadığını göstermek için kırk bin takla atıyor, tüm belaları buraya bağlıyor.

(Elbette bu tavır içinde bir yazarın Erdoğan'ı tarihin emsal ırkçısı Hitler'le özdeşleştirmesi de kör göze parmak bir ironi olarak ortalıkta salınıyor.)

Yalçın Küçük'le tavana vuran bu vatansever soy-avcılığı bayağı bayağı meslek haline gelmiş. Ankara kitapçılarının çok satan listeleri bunun kanıtı. Yine Poyraz'ın Takunyalı Führer'den önce Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan hakkında yazdığı Musa'nın Çocukları serisi var mesela. Ve bunlara eşlik eden ırkçılıkla komplo teorilerini iç içe ören bir yığın başka kitap. Bunlar çok çok çok satıyor.

Memleketin okur yazar orta sınıfının politik bilgisini bu sapık literatürden devşirdiğini gösteren söz konusu bolluk fena halde içimi karartıyor. Demek ki Türkiye'de olan her şeyi, birilerinin gizlice Rum ya da Ermeni olduğuna ya da başka devletlerin sinsi oyunlarına bağlayan bir OKUR-YAZAR orta sınıf var. Beyaz Türkler temelleri sarsılan algı dünyalarında açılan yaralara ırkçı hezeyanlardan merhem yaratmaya çalışıyor. Sonra Ergün Poyraz gibiler gazeteci-yazar-düşünür sınıfından söz sahibi karakter hale geliyor, birilerinin fikir alemine yön verecek kuvvete erişiyor.

Tabii, bu damar içi gören DNA avcısı ırk-ölçerlerin şerrinden korkmak için daha başka sebepler de var. Tayyip Bey'in "boya değil soya bak"ından daha dün Cemil Çiçek'in yaptığı "sünnetsiz teröristler" açıklamasına düz ırkçılık her yerde; boğazımıza kadar içindeyiz bu bokun.

Sonra gelsin Asiye nasıl kurtulur umutsuzluğu...