12 Şubat 2011 Cumartesi

Çilekeşlik efsanesine yüz vermemek.

Chomsky Entelektüellerin Sorumluluğu'nda "orta yolda bir sürü seçenek" olduğundan bahsediyor:

"Ve hepimiz belli seçimlerde bulunduk. Hiçbirimiz Tanrı değiliz, en azından ben değilim. Evimi ve arabamı vermedim, bir kulübede yaşamıyorum. Günde 24 saatimi insan ırkı için çalışarak ya da bunun gibi bir şey için geçirmiyorum. [...] Enerji ve etkinliğimin büyük bir bölümünü bilimsel çalışma gibi yalnızca hoşlandığım şeylere harcıyorum. Bunu seviyorum. Zevk için yapıyorum. [...] Çünkü eğer tatminkar bir hayatınız yoksa politik bir aktivist olamazsınız. Gerçekten Tanrı olan insanlar da vardır belki. Ancak varsa bile ben duymadım" (35-36)

Bir zamanlar arkadaşlarımı kendilerine inandıkları şeye tamamen bırakmadıkları için suçladığımı hatırlıyorum. İkili hayatı, yani hem düzen içinde yol alıp hem onun karşıtı politik bir konum iddiasında olmayı samimiyetsizlik ve hatta "artizlik" olarak algılayıp bunu suratlarına haykırdığımı biliyorum.

Ama işte epik olmanın, peygamberlik talep etmenin, 1 ya da 0 ahlakının totaliterlik potansiyelini görmek lazım. Diğerlerinin hayatına hiç yüz vermeyen, kendine kapanan, arzulardan soyunan çilekeşin azizlik arayışındaki kibrin farkına varmak lazım.

Bırakalım adam hem bankada çalışsın hem sol partide politika yapsın. Bıkmadan usanmadan konuşmaya, müzakere etmeye devam edelim. Ara alanlara saygı duymayı öğrenelim.

(Bir önceki yazıdaki Chomsky alıntısıyla çelişki mi var burada? Sanmıyorum. Ara alan diyorum. Hem kravata teslimiyetin ve hem de epik körlüğün ötesini ve arasını aramalı.)


(Noam Chomsky. Entelektüllerin Sorumluluğu. Çev. Nuri Ersoy. bgst yayınları)

11 Şubat 2011 Cuma

Daha çok akılcılık daha çok özgürlük.

Chomsky'nin akılcılığını, düşüncesinin sadeliğini, hep daha çok açıklık peşinde koşmasını çok seviyorum.

Bu sabah bambaşka işler sıkıcı gözleriyle yolumu beklerken, kendisinin Michael Albert'la yaptığı uzun söyleşiye kapılıp gitmem bundan.

Kapılıp gitme'lere uyanmanın ahlaki ödev olmaklığına bir kez daha inanmam da:

"Size bir zamanlar Harvard Hukuk Fakültesi'ne gelen ve bir süre burada kalan bir siyahi hakları savunucusundan duyduğumu bir hikâyeyi anlatayım. Bir keresinde bir konuşma yapmış ve gençlerin uzun saçları, sırt çantaları, toplumsal idealleri, kamu hizmetleri ve adalet alanında çalışarak dünyayı değiştirmek yolundaki fikirleri ile Harvard Hukuk Fakültesi'ne geldiklerini söylemişti. Nisan ayında yaz stajları için Wall Street şirketlerinden personel alım memurları gelirmiş. Rahat bir yaz işi bul ve bir sürü para kazan. Dolayısı ile öğrenci şöyle düşünür: Ne olur ki? Bir günlüğüne traş olurum, bir ceket giyerim, bir de kravat takarım. Bu paraya ihtiyacım var, öyleyse neden almayayım? Bir günlüğüne bir ceket giyerler, bir de kravat takarlar ve yaz işine girerler. Yazın giderler, sonbaharda geldiklerinde ceket ve kravat kalmıştır, itaatkârlık gelişmiş ve ideolojide bir kayma olmuştur."
(Entelektüelin Sorumluluğu. bgst Yayınları, s. 13)

Öyle hakkaten, bir kravat takarlar, ne olacak dersin ama kravat kalır boynunda.