29 Eylül 2011 Perşembe

Muhafazakâr kurtarıcılar şaka mı yapıyor?

Dün gazetelerde vardı, yeni istatistikler açıklanmış, Türkiye'de aile çöküyormuş. Boşanma oranları hızla artıyor, evlilik süreleri kısalıyor, gençlerin evlilik eğilimi azalıyormuş. Hemen yeni önlemler alınmalıymış, canımız özümüz aile kurtarılmalıymış.

Bunu okuyunca aklıma Diyanet'in "Merhamet Eğitimi" bilboardları geldi. Merhametsiz bir dünyaya karşı merhameti ve Hz. Muhammed'in merhamet anlayışını anlatmak için hazırlanmış reklamlar, ilanlar, klipler vs..

Şimdi bu ruh halini anlamaya çalışıyorum. Yahu hiç dönüp demiyorlar mı, biz Amerikan tarzı piyasa ekonomisine bayılıyoruz, onun arzu sistemini tereddütsüz içimize çekiyoruz, onu burada yeniden var etmek için elimizden ne gelirse yapıyoruz; sonra insanlar bu yaşamın içinde tekil ekonomik aktörler oluyorlar (yani bireyselleşiyor, yalnızlaşıyorlar) ve en sonunda oturup ağlıyoruz "aile çöktü, merhamet kalmadı" diye. Bu işte bir yanlışlık olmalı di mi?

Görmek istenmiyor ki bu muhafazakâr yeniden düzenleme tepkileri-arayışları ve daha önemlisi bu tepkiler için hayatımızda hâlâ yer olması sistemin dönüşümünü kolaylaştırıyor, meşrulaştırıyor. Dünya merhametsiz mi eğitimini veririz, millet şakır şakır boşanıyor mu hemen Aile Bakanlığımız STK'ları toplar bidi bidi bidi vir vir vir.

Sonra gelsin mortgage'lar, Ağaoğlu siteleri, kredi borçları, kart batıkları.

A hey hey hey.

25 Eylül 2011 Pazar

Kültür satanlar kültür alanlar.

"Yazar ajanı" Barbaros Altuğ, Taraf'ta yazmaya başlamış.

Türkiye'de, bir yandan "hayatın eksiksiz piyasalaşması"na uyumla öte yandan genişleyen üst-orta sınıf kaymaklığının ilgisiyle Avrupai anlamda bir sanat piyasası oluşuyor. Herkes farkında bunun, öyle ki Avrupalı Amerikalı arkadaşlar gaza gelip Cihangir'e yerleşiyor, pastadan pay kapmanın yollarını arıyorlar.

Bu piyasa yine Batılı muadilleri gibi kendi komisyoncularını yaratıyor. Barbaros Altuğ edebiyat alanında söz konusu mesleğin  memleketteki öncülerinden. Bir yandan buralı yazarları öte alemlere pazarlamaya çalışıyor, öte yandan devletin ve vakıfların akıttığı kültür parasından pay kapmaya çalışıyor.

Altuğ daha  Taraf'ta yazdığı ikinci yazıda kendisinin aktörü olduğu neo-kültür aleminden şahane bir sahne anlatmış:

"Ağaçlar arasında büyük bir villa. Salon sadece mumlarla aydınlatılıyor. Bu özel gece için beyaz kıyafetlerini giymiş genç garsonlar ev sahibesinin bizzat seçtiği mönüyü konuklara servis ediyor. Birazdan bir sessizlik ve ev sahibesi mum ışığında evdeki yedi kişiye bir kitaptan İngilizce parçalar okumaya başlıyor. Virginia Woolf’un Bloomsbury günleri değil anlattığım. Kemerburgaz’da Elif Şafak ve Eyüp Can Sağlık çiftinin evi. Konuklar da “en yakın dostları”; Nil Karaibrahimgil, Sertab Erener, Serdar Erener, Sinan Çetin, Rebecca Çetin, Ergun Özen ve Demir Demirkan. Herkes huşu içinde Elif Şafak’ın son romanı İskender’in orijinalinden (Beyaz Dişler değil) yani İngilizcesi olan Honour’dan parçalar okumasını dinliyor. Yarım saat sonra Sinan Çetin alkışlamaya başlıyor; “Muhteşem bir şey bu” diyerek. Onu Serdar Erener izliyor. Nil Karaibrahimgil elindeki kadehi bırakıyor ve “Böyle olmaz hepimiz ayağa kalkacağız beğendiğimiz göstermek için, konserlerde böyle yapılır” diyor.."

Alemin kültür üreticilerinin hakikatsizliğini anlamak için ufuk açıcı bir sahne bu. Daha güzel alınıp satılmak için en sefilinden başlayarak böyle salonlara girmeye, Proust'un anlattıklarına benzeyen ritüel-yoğun mekanlarda rol kesmeye, ruhunuzu avlamaya ve avlanmaya hazır hale getirmeye ihtiyacınız var.

İşte Barbaros Altuğ gibiler (Elif Şafak'ın salonundan hafiften dalga geçerek bahsetse de) tam da bu işe yarıyorlar. Kültür üreticisini alışverişe hazır hale getirmek, piyasayı hızlandırmak; daha somut söylersem yazarı-çizeri o salonlara sokmak ve salonun ritüellerini öğretmek bu komisyoncuların işi.

Biz okuyucular da kendileri sayesinde bu alemin erotizmine daha çok kapılıyoruz, daha çok "ticari okur" oluyoruz.

Derken karanfil elden ele.

23 Eylül 2011 Cuma

En güzel yatak henüz yatılmamış olandır.

Evet en güzel konferans on dakkada bir içinin geçtiğidir.

En güzel sinema sana ninni söyleyen, en az yarım saat kestirme imkanı verendir.

En güzel yatağı henüz bulamadım.

17 Eylül 2011 Cumartesi

Çünkü genç kızlar hep aşktan konuşur.

Çok iş var. Proje Pazartesi'ye yetişmek zorunda. Kafeye geldim çalışıyorum. (Bizim işin en büyük lüksü bu. Kafede çalışabilirsiniz. Hahay.)

Derken yan masaya üç tane genç kız geliyor. Üniversiteye yeni başlamış falan olmalılar. Tam iki saat muazzam bir heyecanla oğlanlardan ve aşklarından ve hayalkırıklıklarından falan söz ediyorlar. Bidi bidi bidi vir vir vir.

Nasıl da büyük heyecandır bu! Yok hayır ben dinlemiyorum, onlar yüksek sesle konuşuyorlar. Bu coşku başka türlü sesi kaldırmaz zaten. Bir tanesi bir aydır her gece rüyasında erkek arkadaşının kendisini aldattığını gördüğünü, artık yorulduğunu, bittiğini, tükendiğini anlatıyor. Hiç değilse sen uyuyorsun demek istiyorum. Peh.

İki saat orada neden çakılıp kalıyorum peki? Neden başka sessiz bir yere gitmiyorum?

Projem benim, canım.

15 Eylül 2011 Perşembe

Macbeth uykuyu öldürdü uykusuzluk da beni.

Üniversite yurdunda uykusuzluğun şiirine kendimi inandırmıştım. Uyuyamıyordum ama uyuyamamak ortaokul-lise yıllarındaki kadar mutsuzluk vermiyordu. Güdümsüz şekilde oradan oraya sıçrayan bir zihin, en gizli yerlerden sebepsiz fışkıran anılar, o an kendi kendimi takdir ederek pek zekice bulduğum ama  sonra saçma olduğunu anlamaktan kaçamadığım karşılaştırmalar, saptamalar, suçlamalar...

Zira derse gitmeyebiliyordum. Uyumamanın cezası buydu. Ama ne ceza! Gerekirse kalırdım, finale de girmezdim, en çok elime güzel bir kitap alıp Boğaz'a bakmaya giderdim. Artizliğin affetme kabiliyeti vardı.

Yetişkinlik hem insanı bir bir artizliklerinden soyuyor hem de ne olacak canım finale de girmem imkanını elden alıyor. Böylece uykusuzluğun içindeki şiir harap edici bir sinire, sinir harbine dönüşüyor.

İşte bu sinir harbinde finale yaklaşırken şiiri doktorla, ilaçla falan öldürüyorsun. Sonra aferin, ne olgun adam diyorlar.

13 Eylül 2011 Salı

Matem zencidir!

"Evet, ölüm Hâmid'in nazarında iğrençti; bu yüzden hayatın her ânının tadını çıkara çıkara yaşamak gerekirdi. Hayat kadındı onun için. Karısı Fatma Hanım'ın ölümünden sonra, Hariciye tarafından kendini toplaması için bütün masrafları karşılanarak Paris'e gönderilince orada kendisine hemen bir sevgili bulmuştu. Sami Paşazâde Sezai, bir gün dostlarına, o tarihte başka bir Avrupa şehrinde görev yapmakta olduğunu, Hâmid'in Paris'e geldiğini duyar duymaz acısını paylaşmak için işini gücünü bırakıp Paris'e gittiğini, otelini ararken kendisiyle Şanzelize'de burun buruna geldiğini ve hayretten donakaldığını anlatmıştır. Hiç de karısını yeni kaybetmiş birine benzemeyen Şair-i Âzam her zamanki gibi şıktır ve endamlı bir siyahi dilberi koluna takmış, salına salına gezinmektedir. Bu tuhaf durumu nasıl açıkladığına gelince: Gayet pişkin bir tavırla der ki: 'Sezai, biliyorsun büyük bir teessür içindeyim. Matemde olduğumu herkese göstermek için bu zenci kızı buldum!' "


(Beşir Ayvazoğlu'nun pek güzel kitabı 1924: Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi'nden. Kapı Yayınları, 2010)

9 Eylül 2011 Cuma

Neden herkes güzel olmaz yaşamak bu kadar güzelken?

Bir önceki kısa yazıdan (hayıflanmadan) hemen sonra Varlık'ta Dağlarca'nın o meşhur şiiriyle karşılaşmak pek güzel oldu: 

Söyle sevda içinde türkümüzü,
Aç bembeyaz bir yelken
Neden herkes güzel olmaz,
Yaşamak bu kadar güzelken?

İnsan, dallarla, bulutlarla bir,
Hep o mavilikten geçmiştir.
İnsan nasıl ölebilir,
Yaşamak bu kadar güzelken?


(Bunu da okuyalım, insan hali diyip heyhat çekelim. Dağlarca'nın Halleri)

8 Eylül 2011 Perşembe

Büyük korkunçları arzulamak niyedir?

Son günlerde iki "bully" sürekli televizyonlarda twitterlarda oralarda buralarda arzı endam ediyor, ne kadar ilgilenmiyorum desem de fena halde dikkat celbediyor, nereye baksam her ölümlü onların ne dediğinden bahsediyor.

Ahmet Çakar ile Erol Köse işte, yok twitter'dan bombalamışlar, küfür etmişler, ayar vermişler falan da filan. Arkadaşım kim bunlarla ilgileniyor, kim bunları takip ediyor, kim bu adamların kuvvetine zemin veriyor, neden bu memlekette porselen dükkanına giren öküzler bu kadar ilgi nesnesi oluyor?

Ama daha acayibi Perihan Abla-Süper Baba-Leyla ile Mecnun halkı, incelikler ve naiflikler halkı, bu büyük kötülerin, oynak-fıkırdak aynı zamanda acımasız-saldırgan büyük kötülerin arzı endamlarına neden nanik yapamıyor, neden bu kötüyü izleme-arzulama-meşrulaştırma şeysiyle hesaplaşamıyor?

Büyük kötüler, büyük korkunçlar, büyük işadamları, büyük paralar. Bu büyük merakı bakalım seni daha ne hallere düşürecek sevgilioğuzatayhalkım?

4 Eylül 2011 Pazar

Dedemin buzdolabı.

("Dedemin buzdolabı" ibaresi fena halde Orhan Pamuk tınlasa da, öyle derin öyle hüzünlü öyle saudade haller yok bu dolapta.)

Dedem askerliğini yaparken, memleketlerine hasret okuma yazma bilmez erlere üç kuruşa içli mektuplar yazıp para biriktirmiş. Sonra memlekete dönüp biriktirdiği paralarla minik bir kitapçı açmış. Gel zaman git zaman kitapçıda işler tıkırına girmiş. Sonradan memleketin üniversitesinde profesör olacak zatı muhteremler entelektüel kariyerlerine dedemin kitapçısında çıraklık ederek başlamışlar. Heyhat.

Dedemin tıkır fıkır durumu büyüklerin dikkatinden kaçmayınca anneannem ortaya çıkmış. Plan program yapılmış.

Gelin görün ki masaların üzerinden inmeyen neşe küpü genç kız dedemi ilk defa düğünde görmüş. Hem suratsız bir adammış hem de çirkin. Vah kaderim demiş.

Ama dedem aslında iyi adammış. Kitapçıdan kazandıklarıyla anneanneme o devirde fena halde lüks sayılan kocaman bir buzdolabı almış. Şöyle kolu upuzun, kapısını açması kuyudan su çekiyorsun hissi verenlerden. Anneannem o zaman kaderine vah etmekten caymış.

Dört tane çocukları olmuş. Yaramaz mı yaramaz. Ama gün geçtikçe mutluluk büyümüş. Kitaplar gazeteler satılmış, buzdolabı dolmuş.

Seneler geçip çocuklar büyüdüğünde dedem Hürriyet gazetesine ilan vermiş. İlanda, "Sayın Arçelik buzdolabı, seni yıllardır kullanıyoruz, dört tane afacan çocuğumuz oldu, bir an durmadılar kapını aşındırıp durdular, habire açıp kapadılar, ama bir gün olsun bana mısın demedin, durup iki dakka dinlenmeye bile niyet etmedin. Sana canı gönülden teşekkür ederiz" mealinde şeyler söylüyormuş.

Şimdi ben bu hikâyeyi duyunca içim pır pır etti. Oradaki güzel aileyi bu ilanda gördüm, hem de çok ince gördüm.

Ne güzel mutluluğunu salt kendinden bilmeyip eşyaya yayanlara, ne mutlu şükrü-teşekkürü küçük eşyadan, varlığın en ruhsuz hallerinden sakınmayanlara.

1 Eylül 2011 Perşembe

El Bello Antonio işlemiyordu...

Marcello Mastroianni anlatıyor:

"Bir Perşembe günü Mauro Bolognini'den bir telefon geldi: 'Dinle, şu Fransız oyuncu artık gelmiyor, Il bell'Antonio'yu sen oynar mısın?' 'Elbette, evet,' diye yanıtladım. 'Romanı biliyorum, senaryoda Pasolini de var, onu da biliyorum.'

'Şu Fransız oyuncu' Carrier miydi, ya da Sarrier miydi -hatırlamıyorum, Brigitte Bardot'nun kocasıydı [Jacques Charrier]. Belki de iktidarsızlık rolünün gerçek sanılacağından korktu ve rolden vazgeçti. Bazen oyuncular biraz aptal olabiliyorlar. Benim şansıma rolü ben aldım, genç, iktidarsız Sicilyalı, Il bell'Antonio. Çok güzel bir film olduğuna inanıyorum. Hatta bu filmle ilgili sevimli bir anekdot var, bu da filmin başarısını gösteriyor, bu olağandışı kişiliğin uluslararası popülerliğinin kanıtlıyor.

Brezilya'da mı yoksa Arjantin'de mi hatırlamıyorum, filmin gösteriminden bir ya da iki yıl sonra, bu ülke, Amerika Birleşik Devletleri'nden kullanılmış bir savaş gemisi alıyor, gemi hiçbir şekilde çalışmıyor: Bunun üzerine çalışmayan savaş gemisine El bello Antonio adı uygun görülüyor"


(Marcello Mastroianni'nin Hatırlıyorum adlı kitabından. Çev. Ayça Gülsoy. Can Yayınları, 1999)