31 Ekim 2011 Pazartesi

Bir ahlaki kusur olarak mutsuzluk.

"Günümüz ideolojik ikliminde başımıza gelen bütün korkunç şeyleri son kertede olumlu bir şey olarak - mesela gelecekteki hayatımızda meyve verecek değerli bir deneyim olarak- algılamak bir mecburiyet olup çıkmıştır. Olumsuzluk, eksiklik, tatminsizlik, mutsuzluk daha fazla ahlaki kusurlar olarak, daha da beteri tam da varlığımız veya çıplak hayat düzeyindeki bir bozulma olarak görülmektedir. Biyo-ahlak olarak adlandırabileceğimiz şeyin (ve de duygu ve heyecanlara dayalı bir ahlakın) çarpıcı bir yükselişi söz konusudur ki bu da şu temel aksiyomu savunan bir ahlaktır: Kendini iyi hisseden (ve mutlu olan) kişi iyi bir kişidir; kendini kötü hisseden kişi de kötü bir kişi. Günümüzdeki ideolojik mutluluk retoriğine özgül rengini veren şey de dolaysız hisler / duyumlar ile ahlaki değer arasındaki bu kısa devredir."


On ikiden vurmamış mı? Yeni çevrildi daha, Alenka Zupancic'in kitabı kafa topluyor.

(Komedi: Sonsuzun Fiziği. Çev. Tuncay Birkan. Metis.)

26 Ekim 2011 Çarşamba

Patırtı seven yitik ülke.

Depremde yükselen faşizmi gördük mü? Gördük. Ruhsal kopuş denen şey maval değilmiş, daha iyi anladık mı? Anladık. Hani milliyetçilik falan değil düpedüz ırkçılıkmış sularda yüzen, emin olduk mu? Olduk.

Ama sorun bundan ibaret değil. Sorun çok daha derinde. Bir yargı bombardımanı altındayız, herkes konuşuyor, herkes her mecrada her ortamda  hiç durmadan depremden siyasi konum üretmeye çalışıyor. Ben çok bunaldım.

Feysbuk ağzına kadar doluydu, pek çok okumuş-okuyan Kürt arkadaş Türkiye'den şikâyet ettiler. Çoğu İgilizce yaptı bunu. Kürtlerin linçinden, Türklerin Ermenilerden boşalttıkları yerde şimdi Kürtleri katletmek istediklerinden falan bahsettiler. Sonra birileri yardım etmeye çalışan askere ateş açıldığını yazdı öfkeyle. Sonra polisler Kürt vatandaşlara saldırdı dediler, kimi yağmayı durdurmak için sahip çıktı buna kimi polise saydı sövdü.

Daha böyle binlercesi vardı, hâlâ da var. Herkes bir şeyler kusuyor, herkes laf çarpıyor, herkes birilerinden şikâyet ediyor, en beteri herkes kolayca genelliyor. Ne yorulmaz bir ülke burası, nasıl seviliyor patırtı, konuşmak ne kadar zor burada. Oysa pek çok insan gerçekten yardım etmek istiyor, gerçekten muhabbetle el uzatmak istiyor, gani gönüllü insan az değil hepsi yaraya merhem olmak istiyor.

Sessizlik lazım acıyı duymak için, vakar lazım. Yargıyı, siyaseti sonraya bırakmak lazım. Bilinç ya da bilinçaltı kendini söylemek için araç bulma derdinde tamam, anladım, ama bazı şeyleri araç kılmaktan kaçınmanın güzel olduğunu yeniden hissetmek lazım. Şu çok paylaşılan foto kalsın, diğerleri dağılsın artık.




23 Ekim 2011 Pazar

O garip miras.

Malraux'nun bir romanında deniyordu ve mealen şöyle bir şeydi:

"Ey sen, önce Tanrı'ya inandın, sonra İnsan'a. Ama birbiri ardısıra ikisini de kaybettin. Şimdi eski inançlı günlerden arta kalan o garip miras'la güvenecek bir şeyler arayıp duruyorsun."

Çok etkilenmiştim, çok doğru gelmişti.

(Lakin bu twitter çağında aforizmalardan etkilenmemeyi öğrenmenin birinci yapılması gereken şey olduğunu anladım. Hikmet yumurtlayanlardan kaç, kendin hikmet yumurtlandığında dön kıçınla gül kendine. Yeni sloganım bu. (Kaçışını itirazını sevdiğim; formüle et, slogan haline getir, haplaştır. Neticede hikmet yumurtlamaya devam et. Twitter hayata twitter'laşacak karşı çık. İmkânsız ironi lan.))

Neyse, her şeye rağmen Malraux'ya hâlâ inanıyorum, daha beteri hâlâ yaşıyorum. O garip miras her gün her düşünce anında, dünyaya her kafa tutuş denemesinde karşıma çıkıyor sanki, ben de bir kez daha kedili Fransız'ı yad ediyorum.

(Lan garip miras sen mi büyüksün ben mi diye bağırsam, yurt penceresinden boğaza bağıran o zonta arkadaşa hiç durmadan gülüşüm aklıma gelir diye korkarım.)

İşte tam da bu hal, devrin neden ironi devri olduğunu, en çiğ halinde lakayt bir sarkazmın neden her tarafı kapladığını açıklıyor. Zira garip miras içinde sürekli konum değiştirerek, sürekli yeni hakikatler bularak ve kaybederek, zemini sürekli daha da kayganlaştırarak varılan yer mekânı hiç durmayan hareket olan, yani mekânsız olan ironievi oluyor.

Kaykay lazım kaykay.

19 Ekim 2011 Çarşamba

Git, bir manastıra gir!

Hamlet'ten Ophelia'ya:

"Git, bir manastıra gir! Ne diye günah çocukları besleyeceksin? Ben doğru adamımdır az çok, yine de öyle şeylerle suçlayabilirim ki kendimi, anam hiç doğurmasa daha iyi ederdi beni. Çok gururluyum, hınçlıyım, tutkuluyum. Bir anda öyle kötülükler geçirebilirim ki kafamdan, ne düşüncem hepsini kavramaya yeter, ne hayal gücüm biçimlendirmeye, ne zamanım gerçekleştirmeye. Ne diye sürünüp durur benim gibiler yerle gök arasında? Aşağılık herifleriz hepimiz, inanma hiçbirimize, manastıra gir..."


Ne kadar ne kadar ne kadar güzel bir metin bu, doyulmuyor.

(W. Shakespeare. Hamlet. Çev. Sebahattin Eyüpoğlu)

8 Ekim 2011 Cumartesi

Altın Balık.

Le Clézio Altın Balık'ta bir yersiz-yurtsuz'un hikâyesini anlatıyor. Topraklarından ve ailesinden koparılmış Leyla'nın ordan oraya sürüklenişini, başta zorlandığı için sığınmak zorunda kaldığı kaçma fiilinin çocukluktan kadınlığa geçen Leyla'nın hayatını belirleyen temel güdü oluşunu anlatıyor.

Ama ben sadece aksiyonla ilerleyen, durmayan, nefes almayan metinlere gıcık oluyorum. Hele bu tip romanlarda bu nefessiz akışın çok zaman anlatılanla gerçek ve derinlikli bir ilişki kurulamamasının ifadesi olduğunu düşünüyorum. Aynı ölçüde olmamakla beraber Naipaul'de de var mesela bu.

Bu okuduğum ilk Le Clézio romanı benim için tam bir hayal kırıklığı.


(J.M.G. Le Clézio. Altın Balık. Çev. Bahadır Gülmez. İletişim, 2008)

2 Ekim 2011 Pazar

Tv'de uçanlar.

Muhafazakâr kanallarda Cumartesi geceleri geç saatlerde entelektüel muhabbet programları var. Bu talk-show işinin beri yana çevirisinin böyle olması pek güzel. Şikâyet yok, fırsat buldukça seyrediyoruz.

Dün akşam Sadık Yalsızuçanlar'ın yaptığı Açık Deniz programında Semih Kaplanoğlu ve Leyla İpekçi vardı. Kaplanoğlu ve İpekçi ilginç bir çift. Görünür sıfatlarını saysam kolayca ortaklaşırız: Elit, başarılı, sanatçı, vicdanlı, liberal, tasavvufa muhabbetli vs.

Ama beni boğan bir tarafları var. Öncelikle Kaplanoğlu'nun filmlerinden hiç hoşlanmıyorum. Son yıllarda Türkiye sinemasının güzel yükselişinde Demirkubuz'un, Ceylan'ın, Erdem'in yanına Kaplanoğlu'nu yakıştıramıyorum. Sinema dili klişe, zorlama ve en beteri "artiz" geliyor bana.

Tam paralelinde Leyla İpekçi'nin "hikmetli" halinden de yoruluyorum. Bilmiyorum belki de benim geri kafalılığım ama kendisinin her sözüne her davranışına sinmiş çilekeşlik iması gazetelerde televizyonlarda seslenince bana hiç hakiki gelmiyor. Hemen Kral Tv'ye dönmek istiyorum, Serdar Ortaç daha gerçek görünüyor gözüme.

Programda Sadık Yalsızuçanlar da beklenileceği üzere ikiliye katılınca bir hikmet bombardımanına tutulduk. Zaten bilenler bilir, Sadık abimizin "üstad Heidegger" diyeceği noktayı beklemek programı seyrettikçe bir fetiş haline geliyor. O da sağolsun her hafta, Heidegger'den bir şeyler söyleyip, coşkumuzu eksik etmiyor.

Sonuçta hikmet dünyası tanıklıklara ihtiyaç duyuyor, onun için de Doğulu ve Batılı bilgeler kapı önünde zikredilmeyi bekliyor.

Yok, ben seviyorum bu muhabbet programlarını. Ama bir gün, hikmetli söz etmenin ve itirafta bulunmanın gerçek sohbeti öldüren samimiyet görünümlü büyük hainler olduğunu hepimiz anlayacağız ve "o belirli nesne"ye yöneleceğiz. Kurtuluş oradadır.

Al sana bir hikmet de benden.