12 Temmuz 2012 Perşembe

Ulan, çüşş, ayı derken gelişir sevgiler.

"Tarık Buğra, Cumhuriyet gazetesinin öykü yarışmasında ikinci olmuş ve "Oğlumuz" adlı öykü kitabı yayımlanmış genç bir yazar olarak Akşehir'den İstanbul'a gelmiştir. 1949 yılının sonunda Sait Faik'le tanıştığında aralarında 12-13 yaş farkı olmasına rağmen hemen kaynaşmışlar, ikisinin de dilinde ayrı bir lezzet kazanan 'ulan', 'çüşş', 'ayı' sözcükleri her konuşmanın içinde kahkahalar arasında etrafa saçılmaya başlamıştır.

Bir akşamüstü Beyoğlu'nda karşılaştıklarında, Sait Faik 'Akşamın bu saatini, ışıkların ilk yandığı saati çok seviyorum' demiş. Tarık Buğra, 'Ulan ne zevksizsin nesi var bu caddenin sevilecek?' diyerek lafı ağzına tıkamış. Biraz kızan Sait Faik işi şakaya vurarak 'Ulan bozkır ayısı, sen ne anlarsın büyükşehir havasından?' deyince çok sinirlenen Tarık Buğra: 'Sen anlıyorsun da ne oluyor?' diye bağırmış. Bu yanıt Sait Faik'i deyim yerindeyse altüst etmiş, uzun bir sessizlikten ve hareketsizlikten sonra 'Öyle ya benimkiler de hikâye mi?' deyip çekip gitmiş.

Sait Faik'in Lüzumsuz Adam kitabındaki 'Kameriyeli Mezar' öyküsünü çok beğendiği ve etrafındaki herkese 'Okudun mu?' diye sorduğu günlerde geçen bu tartışmadan kısa bir süre sonra Tarık Buğra Beyoğlu'nda Sait Faik'e ve bir arkadaşına rastlamış. Sait Faik yine 'Kameriyeli Mezar'ı ezberden okumaktaymış. Tarık Buğra yanlarına yaklaşıp Sait'in kaldığı yerden öyküyü devam ettirmiş. Sait Faik, yarı kızgın yarı şaşkın dönüp bakmış ve 'Ezberleyecek başka bir bok bulamadın mı?' diye bağırmaya başlamış. Üzüntüsünden, mahcubiyetinden gözyaşlarını tutamayan Tarık Buğra, 'Sadece bu hikâyeyi yazmak bile yeter be!' deyip Sait Faik'e sarılmış. Sıktıkça sıkmış, barışmışlar. Sait Faik yüzünde tanıdık gülümsemesiyle dönüp Tarık Buğra'ya 'Bizim gibi heriflere bu kadar saadet yeter' demiş.

Tarık Buğra, Burgazadası'na Sait Faik'e gönderdiği kartta da şöyle yazmıştır: 'Millet günlerdir postacıları terletiyor. İhtimal ki yüz tane kart gönderen vardır. Ne iyi insanlar. Benim ise senden başka sevdiğim yok.'


(S. Sönmez'in hazırladığı A'dan Z'ye Sait Faik adlı kitaptan. s. 53-54.)

10 Temmuz 2012 Salı

Babaya artık rakı verme.

İnce Sait abi oturmuş, bir babayla oğlu bulmuş almış karşısına rakı içiyor. Alıp bizi bir Türk film sahnesine, hayırlı evlat tartışmalarına falan bırakıyor. Ama hikâye nakışı öyle kendisine has ki, bu klişelerin içindeki klişe duygudan Cortazar'ın dediği nakavt çıkıyor. Ama bu nakavt hüzünlü cinsinden.  Hani var ya Orhan Pamuk'un çok söz ettiği ama giderek daha çok anlamını yitirttiği o his halinden.


"İhtiyar adam rakı kadehine daldı. Sesi daha yavaşlamıştı:
-- İki tane idiler, dedi. Şuralar yıkılmadan evvel küçük sehpa gibi bir şeyim vardı. Yirmi sene oluyor. Orada gazete satardım. Bunlar da mektepe giderlerdi. Benim gözüm ötekini tutuyordu. Ah bu başımın belası olacak, diyordum. Dokuz on yaşında idi o zaman. Cıgara içerdi. Üstü başı pisti. Kunduralarını çıkarır, satar, yalınayak gezerdi. Ne tokat para ederdi, ne nasihat ama öteki. Öteki tertemizdi. Bir defterler tutardı. Bayılırdık. Hocası beni görünce onun yüzünden tebrik ederdi. Bundan dört yaş büyüktür. Sonra doktor mektebine verdik, okudu. Avrupa'ya gitti geldi. Senin anlayacağın adamakıllı doktor oldu.

Kadehini almak üzere ihtiyar büyük yumruğunu uzattı.
-- Doktor oldu ama adam olmadı, dedi. Ölsem ondan bir şey istemem. Şimdi bizi tanımıyor. Hocasının kızı ile evlendiler daha geçenlerde. Yarım ağızla çağırdılar da. İhsan gitti, ben gitmedim. Onun da bir tek temiz elbisesi var. Kardeşim diye tanıtmamış. Akrabalardan demiş. Yediği naneye bak.

Bunu da bahriye mektebine verdim. Durup oturur mu? Şimdi düşünüyorum, o da bir büyük adam olurdu. Gazete müvezzii babasını hatırlamazdı belki. Yahut hatırlardı da ondan utanırdı. Yani, beyefendi, insanın bazen abuk subuk düşündüğü oluyor. İyi ki bu adam olmadı diyorum.

-- Adam olan bu, beybaba, dedim.

Yüzüme gözlerini, hata, kenarları buruşuk gözlerini kaldırdı. Tertemiz yuvarlak gözleriyle bana baktı. Sonra oğluna döndü. Bakışlarıyla kocaman delikanlıyı uzun uzun kucakladı. İftiharla yükseldi. Boynundaki gazete kayışını tuttu. Çekip bıraktı. Müvezzi döndü:
-- Ne o, baba, dedi.

Aynı gözlerle bakıştılar. Adamın gözü yaş içinde idi. Müvezzi meyhaneciye döndü:
-- Babaya artık rakı verme, dedi. Efkârlanıyor.


(Sait Faik'in "Baba-Oğul" adlı hikâyesinden, Mahalle Kahvesi kitabından)

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Kahramanlar bazen iyidir evet.

Yıllar önce çok sevdiğim hocam diyivermişti, ben şaşırmıştım: "Deniz Gezmiş üniversitede kalsaydı, gençlik ateşinde kendini yakmasaydı, çok daha hayırlı olurdu".

Şaşırmıştım az oldu, daha çok kızmıştım. Kızgınlığımı saklamaya çalışarak "Ne yani kahramanlara ihtiyacımız yok mu?" gibisinden bir şey sormuştum. "Yok," demişti hocamız, "kahramanlara ihtiyacımız falan yok".

Bu sahne senelerce gözümün önünden gitmedi, binbir meselede aklıma geldi. Lakin giderek kahramanlara ve kahramanlığa inancım azaldı; kızdığım hocama hak verir oldum.

Ama bugün farklı.

Bugün Ahmet Şık'ın Pusu'sunu okuyunca aynı kızgınlık içimde yeniden korlandı. Evet Ahmet Şık bir kahraman, belki biraz zoraki bir kahraman ama iyi ki saklanmıyor, iyi ki barışmıyor, iyi ki öfkesinden korkmuyor, neticede iyi ki kahramanlık yapıyor. Hepimizin tanıklık ettiği, kendininse içine atıldığı Kafkaesk saçmalığa tüm tehditlere rağmen sadece saçmalığı göstererek değil, efelenerek de karşı duruyor.

Kahramanlık ona helal hoş olsun.