18 Nisan 2013 Perşembe

Sabah flörtü.

Sabahın 9'u simitçi.

Arka tarafımdaki masada oturan adam kalkıyor, yan masadaki kadın "çantanızı unuttunuz" diyor adama.

Adam, "yok unutmadım, çay alıp geleceğim" diyor. Gülümseyip gidiyor.

Birkaç dakika sonra adamın sesini duyuyorum. "Öğrenci misiniz?" diyor genç kadına. "Yok, öğretim görevlisiyim" diyor kadın.

"Masanıza oturabilir miyim?" diyor adam. Aman bu ne hız, şaşkınlıkla kafamı kaldırıyorum. Kadın yumuşak, "buyrun isterseniz ama ben kalkacağım şimdi" diyor.

Adam kadının masasına geçiyor, soru sormaya devam ediyor. Okuduğu yer, çalıştığı okul, hatta hobileri. Kadın kısa ve kibar cevaplar veriyor, bir yandan da çantasını topluyor.

En son ismini soruyor. Kadın söylüyor. Soyismini de sorunca duruyor, ne diyeceğini bilemiyor.

Kadın masadan ayrılırken adam kendisine ismiyle seslenip "telefon numaranızı da alayım o zaman" diyor ve telefonu çıkarıp yazmaya başlıyor "0.., evet devamı ne?"

Hıza bakın hizaya gelin.

Kadın hiç kaybetmediği kibarlığıyla "yok artık onu vermeyeyim" diyor. Adam ısrar ediyor, "evet bakın yazıyorum, hadi söyleyin" diyor. "Lütfen ısrar etmeyin" diyor kadın, sesi inceliyor.

Çantasını kapatıp kaçarcasına uzaklaşıyor kadın. Adam arkasından bir şeyler söylemeye devam ediyor, sözleri havada kalıyor.

Adam geldiği masaya dönüyor.

Adama çantasını unuttuğunu söylemenin bile flört işareti kabul edildiği bir memleket bu.

Sabahın 9'unda, karga bokunu yemeden, kendisine çantasını unuttuğunu söyleyen kadınlara sonsuz asılma özgürlüğüne, özgüvenine sahip adamların memleketi bu.

Adama bakıyorum gider ayak. Şahane bir pişkinlikle bulmacasına dönmüş durumda. Ne düşünüyor acaba? Şipşaklığıyla gurur duyuyor mu? Kadının yollu olduğunu, biraz daha zaman olsa işi bitireceğini mi söylüyor kendi kendisine?

Akşam ne anlatacak arkadaşlarına?

Sabah sabah kendisine iş atan güzel kadını herhalde.




30 Ekim 2012 Salı

Çok insan.

Çok kitabı, çok bilgiyi, çok kanalı, çok sesi kaldıramadığım gibi çok insanı da kaldıramadığımı düşündüm.

Başa çıkamadığım bütün çoklukları tekrar eden, tekrar ettikçe katılaşan, katılaştıkça delikli hafızama direnen nenlere dönüştürmeye çalıştığım gibi; çok insanları da azaltmaya, aralarından bazılarını tutup tekrar eden katılıklara dönüştürmeye çalıştığımı düşündüm. Bunun fena halde ihtiyacında olduğumu düşündüm.

Ne çok isim unuttuğumu değil sadece, hatıraları aklımda tutamadığımı ve böylelikle hatıra olmaklıktan çıkardığımı düşündüm.

Çalışmak zorundaydım ama onun yerine kendi halime üzüldüm.

Benim Senilita'm.



16 Ekim 2012 Salı

Ölüm hiçbir şeye yanıt değildir.


ılgar giden

Bugün atım ılgar gidiyor
Dört ayak vuruşu kalbimle bir
Sorudur bilincin kamçısı ya
Ölüm hiçbir şeye yanıt değildir


(Mahmut Temizyürek'in Yalangezen'inin açılış dörtlüğü)

4 Eylül 2012 Salı

Akademisyenlerin çoğu.

''Ve onlar hiçbir zaman kendilerini düzeltmek için en küçük bir gereksinim bile duymadılar, tümü de onlarca yıl öncesinde kaldı ve bununla yetindiler. Ben kendimi düzeltmek için her şeyi alıp özümserken onlar bu yönde en ufak bir çaba göstermediler. Akademisyenlerin çoğunun akademik eğitimlerini bitirdiklerinde varoluşları için yeterli şeyi yaptıklarına inanmaları, bilgi ve deneyimlerini, karakterlerini geliştirmek için bir şey yapma zorunluluğunu duymamaları gibi, çünkü varoluşlarının doruk noktasına ulaştıklarına inanırlar, tıpkı tanıdığım doktorların büyük çoğunluğu gibi.''


(Thomas Bernhard'ın Yok Etme'sinden. Çev. Sezer Duru.)

Bilgi Üniversitesi'nde işten çıkarmalar ve bir çığlık.

DEĞERLİ HOCALARIMIZ, SAYIN BİLGİ ÇALIŞANLARI

Hepinizin bildiği gibi Bilgi Üniversitesi el değiştirdiği günden itibaren Bilgi'nin tüm çalışanları için sıkıntılı günler başlamış oldu. Taşeronlaştırmayla başlayan bu sıkıntılı süreçte başta destek personel olmak üzere herkes huzursuz oldu. Herkes ne yapacağını düşünürken akademik personel bir imza kampanyası ile taşeronlaştırmayı durdurdu. Taşeron olayı belki durdu ama tüm Bilgi çalışanlarına dönük haksızlık-hukuksuzluk ve adaletsizlik sürdü. Öğrenci sayısı sürekli arttığı halde birçok arkadaşlarımızı işten çıkarttılar. Müdürler ve amirler arkadaşlarımızı odalara çekip susturmaya, örgütlenme hakkımızı engellemeye çalıştılar. Özellikle temizlik işçilerinin iş yükünü çok ağırlaştırdılar. Eskiden 50 kişinin yaptığı için 30 kişiye yaptırtmaya başladılar. Yol parasından kesinti yaptılar. 2009'da 730 lira olan ücret 2012'de ancak 780 liraya çıktı. 5-10-20 liralık zammı da performans diye birşey çıkarttılar, keyfi olarak zam yaptılar.


Hepinizin bildiği gibi Ağustos'un ilk haftasında Dolapdere'nin taşınmasına başlandı. Bizim görevimizle

hiçbir ilgisi olmayan bu ağır eşyalar riski alarak kan-ter içinde taşırken aslında kendi sonumuzu
hazırladığımızı bilmiyorduk. İş biterken neredeyse bize ödül olarak kapıyı gösterdiler. Biz de, uğradığımız haksızlığa karşı direnmeyekarar verdik. Biz kazandığımız 750-800 lira ile mesaimiz dışında ek işte de çalışarak çoluk-çocuğumuzu geçindirmeye çalışıyoruz. Bizden kazanacakları parayla Bilgi borçlarından kurtulacaksa biz de bu işten vaz geçeriz. Ama hocalarımızın ve idari çalışanlarımızın da böyle bir inancı ve düşüncesi olduğunu sanmıyoruz. Bizim de bu kurumun bugünlere gelmesinde emeğimiz geçti. Yeri geldiğinde hamallık yaptık, yeri geldiğinde inşaatta çalıştık. Biz de düne kadar kendimizi bu kurumun parçası görürken, "metrekare başına şu kadar destek personel" diye sayıdan ibaret olduğumuzu anladık. Biz hep Bilgi Üniversitesi'nde çalışıyoruz diye etrafımıza övünerek anlatırdık. Aylarca bina taşınınca bizim ne olacağımızı sorduk, onlar ise bize net bir bilgi vermekten hep kaçındılar, bizi son güne kadar oyaladılar, eşyaları taşıtıp sonra attılar. Bilgi eğer borçlarından ve sıkıntılarından bizim alın terimizle kazandığımız üç kuruş parayla kurtulacaksa tamam, ama öyle değilse o zaman öğrencilere doğruların, adaletin, insanlığın anlatıldığı Bilgi'den geriye ne kalmış olacak? Bilgi'yi Bilgi eden, var eden değerli hocalarımız ve bütün Bilgi çalışanlarıdır. Bilgi'de hizmet kalitesi ancak işleyecek gerçek bir demokrasiyle ve tüm çalışanlarıyla Bilgi'nin geleceğine sahip çıkarak artar. Biz bugün şunu da net olarak gördük ki eğer hep birlikte durabilseydik ve toplu sözleşme yapsaydık hem Bilgi'yi korumuş olurduk hem de bu kadar çok hak ihlali yapamazlardı.

Biz işten çıkartılan destek, ses-görüntü işçileri, şoför, idari çalışanlar olarak hakkımızı sonuna kadar

aramakta kararlıyız. 4 Eylül 2012 saat 12:30'da Santral kampüsünde olacağız. Değerli hocalarımız
ve tüm çalışanlarımızdan, yeni başlayan öğretim yılında başarılardiliyor ve bizi desteklemelerini bekliyoruz.

İşten Çıkartılanlar adına Destek Personelden Memet Işık

12 Temmuz 2012 Perşembe

Ulan, çüşş, ayı derken gelişir sevgiler.

"Tarık Buğra, Cumhuriyet gazetesinin öykü yarışmasında ikinci olmuş ve "Oğlumuz" adlı öykü kitabı yayımlanmış genç bir yazar olarak Akşehir'den İstanbul'a gelmiştir. 1949 yılının sonunda Sait Faik'le tanıştığında aralarında 12-13 yaş farkı olmasına rağmen hemen kaynaşmışlar, ikisinin de dilinde ayrı bir lezzet kazanan 'ulan', 'çüşş', 'ayı' sözcükleri her konuşmanın içinde kahkahalar arasında etrafa saçılmaya başlamıştır.

Bir akşamüstü Beyoğlu'nda karşılaştıklarında, Sait Faik 'Akşamın bu saatini, ışıkların ilk yandığı saati çok seviyorum' demiş. Tarık Buğra, 'Ulan ne zevksizsin nesi var bu caddenin sevilecek?' diyerek lafı ağzına tıkamış. Biraz kızan Sait Faik işi şakaya vurarak 'Ulan bozkır ayısı, sen ne anlarsın büyükşehir havasından?' deyince çok sinirlenen Tarık Buğra: 'Sen anlıyorsun da ne oluyor?' diye bağırmış. Bu yanıt Sait Faik'i deyim yerindeyse altüst etmiş, uzun bir sessizlikten ve hareketsizlikten sonra 'Öyle ya benimkiler de hikâye mi?' deyip çekip gitmiş.

Sait Faik'in Lüzumsuz Adam kitabındaki 'Kameriyeli Mezar' öyküsünü çok beğendiği ve etrafındaki herkese 'Okudun mu?' diye sorduğu günlerde geçen bu tartışmadan kısa bir süre sonra Tarık Buğra Beyoğlu'nda Sait Faik'e ve bir arkadaşına rastlamış. Sait Faik yine 'Kameriyeli Mezar'ı ezberden okumaktaymış. Tarık Buğra yanlarına yaklaşıp Sait'in kaldığı yerden öyküyü devam ettirmiş. Sait Faik, yarı kızgın yarı şaşkın dönüp bakmış ve 'Ezberleyecek başka bir bok bulamadın mı?' diye bağırmaya başlamış. Üzüntüsünden, mahcubiyetinden gözyaşlarını tutamayan Tarık Buğra, 'Sadece bu hikâyeyi yazmak bile yeter be!' deyip Sait Faik'e sarılmış. Sıktıkça sıkmış, barışmışlar. Sait Faik yüzünde tanıdık gülümsemesiyle dönüp Tarık Buğra'ya 'Bizim gibi heriflere bu kadar saadet yeter' demiş.

Tarık Buğra, Burgazadası'na Sait Faik'e gönderdiği kartta da şöyle yazmıştır: 'Millet günlerdir postacıları terletiyor. İhtimal ki yüz tane kart gönderen vardır. Ne iyi insanlar. Benim ise senden başka sevdiğim yok.'


(S. Sönmez'in hazırladığı A'dan Z'ye Sait Faik adlı kitaptan. s. 53-54.)

10 Temmuz 2012 Salı

Babaya artık rakı verme.

İnce Sait abi oturmuş, bir babayla oğlu bulmuş almış karşısına rakı içiyor. Alıp bizi bir Türk film sahnesine, hayırlı evlat tartışmalarına falan bırakıyor. Ama hikâye nakışı öyle kendisine has ki, bu klişelerin içindeki klişe duygudan Cortazar'ın dediği nakavt çıkıyor. Ama bu nakavt hüzünlü cinsinden.  Hani var ya Orhan Pamuk'un çok söz ettiği ama giderek daha çok anlamını yitirttiği o his halinden.


"İhtiyar adam rakı kadehine daldı. Sesi daha yavaşlamıştı:
-- İki tane idiler, dedi. Şuralar yıkılmadan evvel küçük sehpa gibi bir şeyim vardı. Yirmi sene oluyor. Orada gazete satardım. Bunlar da mektepe giderlerdi. Benim gözüm ötekini tutuyordu. Ah bu başımın belası olacak, diyordum. Dokuz on yaşında idi o zaman. Cıgara içerdi. Üstü başı pisti. Kunduralarını çıkarır, satar, yalınayak gezerdi. Ne tokat para ederdi, ne nasihat ama öteki. Öteki tertemizdi. Bir defterler tutardı. Bayılırdık. Hocası beni görünce onun yüzünden tebrik ederdi. Bundan dört yaş büyüktür. Sonra doktor mektebine verdik, okudu. Avrupa'ya gitti geldi. Senin anlayacağın adamakıllı doktor oldu.

Kadehini almak üzere ihtiyar büyük yumruğunu uzattı.
-- Doktor oldu ama adam olmadı, dedi. Ölsem ondan bir şey istemem. Şimdi bizi tanımıyor. Hocasının kızı ile evlendiler daha geçenlerde. Yarım ağızla çağırdılar da. İhsan gitti, ben gitmedim. Onun da bir tek temiz elbisesi var. Kardeşim diye tanıtmamış. Akrabalardan demiş. Yediği naneye bak.

Bunu da bahriye mektebine verdim. Durup oturur mu? Şimdi düşünüyorum, o da bir büyük adam olurdu. Gazete müvezzii babasını hatırlamazdı belki. Yahut hatırlardı da ondan utanırdı. Yani, beyefendi, insanın bazen abuk subuk düşündüğü oluyor. İyi ki bu adam olmadı diyorum.

-- Adam olan bu, beybaba, dedim.

Yüzüme gözlerini, hata, kenarları buruşuk gözlerini kaldırdı. Tertemiz yuvarlak gözleriyle bana baktı. Sonra oğluna döndü. Bakışlarıyla kocaman delikanlıyı uzun uzun kucakladı. İftiharla yükseldi. Boynundaki gazete kayışını tuttu. Çekip bıraktı. Müvezzi döndü:
-- Ne o, baba, dedi.

Aynı gözlerle bakıştılar. Adamın gözü yaş içinde idi. Müvezzi meyhaneciye döndü:
-- Babaya artık rakı verme, dedi. Efkârlanıyor.


(Sait Faik'in "Baba-Oğul" adlı hikâyesinden, Mahalle Kahvesi kitabından)