18 Mayıs 2010 Salı

Paris değişir, değişmez bendeki acılar.


Ve dalgın Carrousel semtinden geçerken,
Baktım, eski Paris yok (yazık! Bir kentin şekli
Daha çabuk değişiyor ölümün kalbinden);
Canlanıyor zihnimde eski kent: barakalar,
Sirkler, sirk çadırları, ağaçlar ve bataklıklar
Sularıyla yeşermiş o küme küme otlar,
Eski eşyalar, bitpazarı karmakarışık...
(...)
Paris değişir! değişmez bendeki acılar,
Ve her şey, her zaman o eski haliyle kalır:
Yeni saraylar, eski mahalleler, yapılar...
Sevgili anılarım kayalardan da ağır.


(Baudelaire, Kötülük Çiçekleri'nden. Çev. Erdoğan Alkan)

16 Mayıs 2010 Pazar

Tanzimatçı tipi.

Neden soluk benizli, neden eğilerek yürüyor, neden sakalı seyrek? Neden zayıf, kuvvetsiz bir adamdır demiyor da dolaylı olarak fiziksel görüntüye serpiştiriyor söylemek istediğini? Hele kumrallığa, gözlere kadar sinmiş kumrallığa ne demeli? Buralı değil, yerli değil diye düşünmemizi istiyorsa niye açıkça söylemiyor da renkten çıkarmamızı istiyor bunu?

"Mehmed beyin ismi, eşkâli başta yazılı idi. Nahif, soluk benizli, az ve seyrek sakallı, önüne mâil yürür, gözleri ve saçı ile sakalı kumral. Ekseriya setre giyer. Ağır ağır yürür. Takriben yirmi beş yaşlarında. Beyoğlunda dört-yol ağzında kitapçı dükkânınan sık sık girip çıkar. Daima elinde bir Fransızca kitap bulunur."

Tiplerle algılamak pek anlaşılır kılıyor dünyayı. O tipi her şeyiyle, özellikle de fiziksel özellikleriyle yekpare düşünmek ise ayrıca şahane.


(Pasajı, Cevdet Perin, Tanzimat Edebiyatında Fransız Tesiri kitabında Ebüzziya Tevfik'in bir yazısından alıntılamış.)

14 Mayıs 2010 Cuma

İçimin ekonomisi ve finans piyasaları.

Finans teorisinin körlüklerle, metafizikle dolu olduğunu söyledi eski bir arkadaşım o gün. Doktorasını bitirmesinin eli kulağındaydı kendisinin ama çekinmedi, bak dedi, biz finansçılar kendimiz çalıp kendimiz oynuyoruz. Sonra pis pis sırıttı. Akademisyen olmak istemediğini, önceliğinin çabucak iyi para kazanmak olduğunu söylüyordu hep, böylece nedenin sadece para kazanma isteği olmadığı anlaşıldı.

Aynı gün Radikal'de Ahmet İnsel finans alanının doğmaları ve modern iktisat eğitiminin körlükleri üzerine bir yazı yazdı. Hep olduğu gibi çok ekonomik bir yazıydı, tek kelime fazlası olmadan temel iktisadın doğmalarını bir bir tertemiz ortaya koyuyordu Ahmet baba. Ah ulan dedim, bunları hocaların yüzüne zamanında söylemeyedik ki böyle derli toplu. Onca yıl ne desek, hayıflanmaktan öteye geçmedi.

Sonra Braudel aklıma geldi. Sorun piyasa değil demişti; sorun piyasayı aşan, anti-piyasa bir kapitalizmin içinde yaşamamız. Kapitalizmin doğası gereği, piyasanın hep anti-piyasa olacağını, eğilip büküleceğini, hiçbir zaman Smith'in hayal ettiği gibi zaaflardan arınmış bir şekilde işlemeceğini söylemişti. Kapitalizmin piyasası buydu. Zaten biz de hiç öyle tam rekabet falan görmemiştik. Demek ki önce ekmekler değil piyasalar bozulmuştu.

Ertesi gün başka bir arkadaşım arayıp heyecanla kahve içmeye çağırdı. Kendisi çok sıkı bir okulda matematik doktorasını bitirmek üzere ve çok fena zeki bir insan. Heyecanının sebebini ben kafeye girer girmez coşkuyla söyledi. Büyük bir finans şirketinin beyninde çalışmak için teklif almıştı, kabul edecekti, şimdi bana müjde veriyordu. Yahu sen solcusun, yani en azından geçen hafta solcuydun dedim. Kikirdedik. Sonra ciddileşti. Üç sene içinde yıllık kazancım milyon doları bulabilir dedi. Aslında sen de haklısın dedim.

İşte sonra yine borsa çıktı borsa düştü. Hayat biraz daha işten ve ekonomiden ibaret oldu. Sonra yine kredi kartı ekstresi geldi, holdingler gururla cirolarını açıkladı, birileri MBA yapmak için büyük paralar ödedi, birileri bozuk para dilendi. Salak salak nehre bakıyordum ki babam aradı. Ne diyorsun euro düşmeye devam eder mi diye sordu. Baba dedim, iki aydır ilk defa arıyorsun, ayıp yahu, beni merak edeceğine euro'yu merak ediyorsun. Güldü. Düşer dedim baba düşer. TL'ye geç. Yok yok sepet yap en iyisi. Riski dağıt. Durdu iki saniye, sepet ne lan dedi?

Sonra borsa çıktı borsa düştü. Babam riski dağıttı, arkadaşlarım doktoralarını bitirmeye biraz daha yaklaştı.

Ben göğe baktım, yere baktım. Karmaşık rakamlara cebimdeki paralara baktım. Yıldızlara, dolarlara, gazetelere, altın fiyatlarına, güzel kızlara, menülere...

Sonra dönüp kendi içime baktım.

Galiba içimin ekonomisi pek çalkantılıydı. Acilen devlet müdahalesi gerekiyordu.

Bu piyasalar da kendi başlarına bırakılmaya hiç gelmiyordu.

11 Mayıs 2010 Salı

Babaya şükran.

George Steiner'in Trajedinin Ölümü öyle güzel bir kitap ki, insan akademisyenlerin de heyecan verici olduğuna bir an olsun inanabiliyor! Ama başta atlanılan "Teşekkürler" kısmı kitap bittikten sonra yeniden okununca, sır ifşa oluyor.

"Fakat, bu kitap esas olarak babamın eseridir. Burada tartışıklarım ilk olarak onun bana okuduğu ve beni seyretmeye götürdüğü oyunlardır. Eğer edebiyatla birden fazla dil dahilinde uğraşabiliyorsam, bu, babamın baştan beri zihinsel işlerde kapanmayı, darbölgeye hapsolmayı reddetmesinin sonucudur. Ama her şeyden öte yüksek sanatın uzmana ya da akademisyene parsellenmediğini; aksine sanatı en iyi bilecek ve en çok sevecek olanların onu en yoğun yaşayanlar olduğunu bana babam öğretmiştir."

(Böyle güzel teşekkür edilen baba olmak var şu alemde)

(George Steiner, The Death of Tragedy, 1996. s. viii)

9 Mayıs 2010 Pazar

Oğlan oğlan kalk gidelim.

-I-
Hayatta çok zaman trajedinin izleri silinmez. Ama biz çok zaman izlerin silinmesini, silikleşen hatırlatıcıları unutmayı, velhasılı acıyı gömmeyi tercih ederiz. Bazen bunu adaletsizlik pahasına yaparız; görmezden gelerek rahatlamayı adaletin kurban edilmesine tercih ederiz. Üstüne orada durmayız; kaba neşeyi, inceltilmemiş mizahı, gürültülü eğlenceyi unutmanın aracı olarak kullanırız. Acıyla alay ederiz, başkasının yarasına kahkaha atarız.

Bu davranış biçimi bana hep çocukların ilişkilerini hatırlatır. Çocuklar yere düşen canı yanan arkadaşlarına kahkahayla gülerler, gülerken arkadaşlarının yarasını deştiklerini düşünmezler. Zayıfın zayıflığını kaba mizahın nesnesi yaptıklarında çok zaman toplu bir sarhoşluk içinde, şölen havasındadırlar. Zor bir dünyadır o, küçük adamlarla kadınların alemi bebek bezi reklamlarına benzemez; serttir ve şiddet doludur.

Gelgelelim mantık ve tarih bize yetişkinliğin çocukluğa benzememesi gerektiğini söyler. Sağlıklı büyümek ve toplumsallaşmak biraz da çocukluğun şiddettinden arınmak olsa gerekir.

Ama biliriz ki olmaz. Yetişkinliğin dört bir yanı kurban etme, toplanarak ezme, şölen tertip ederek cezalandırma törenlerinin işgali altındadır. Kaba alay, ezerek iktidar kurma, başkasını yıkarak kendini var etme ve benzerleri gündelik hayatın her noktasında çıkar karşımıza.

Her şeye rağmen yetişkinlik ceza anında çocukluğun rahatlığını taşıyamaz. Zira, tarih, sınırlarını kimsenin bilmediği hukuk diye bir şey tesis etmiştir ve hukuk'un sözü anneden papara yiyip iki zırlayıp kaldığın yerden devam etmeye benzemez. Onun için canı yanmış yetişkin çocuktan farklı olarak adalet umar, kimi zaman hiçbir umut olmasa da inamaya devam eder, dengenin yeniden kurulacağı günü bekler.

Muktedir kulağını kapasa da, sesini duymasa da, umursamasa da o bekler...

Çünkü trajedinin işaretleri yeryüzüne saçılmıştır ve gün gelecek bunlar teker teker muktedirin yüreğine saplanacaktır.


-II-
Büyük udî Richard Hagopian, 1937 Fowler-California doğumlu. Ud çalmaya 12 yaşında başlamış. Padişahlar için çalmış Garbis Bakirgian'ın ve meşhur kör udî Hrant'ın öğrencisi olmuş. Grubu Kef'le birlikte yayınladığı albümlerle Amerikalı Ermenilerin gözünde özel bir yer edinmiş.

Müzisyen bir arkadaşım beni kendisinden haberdar ettiğinde Richard Bey'in rahmetli anneannemin favori şarkılarının müzisyeni olacağını tahmin etmemiştim. Kendisi Ermenice söylediği kadar Türkçe de söylüyor. Üstüne Youtube sağolsun, Richard Bey'in birbirinden güzel şarkılar çaldığı pek çok meşk ortamının da kaydına ulaşabiliyoruz, yani sadece anneannemin şarkıları değil, ortamının da aynısı var. Şarkılar, turkuler, meşk, muhabbet gani.

Kaç gün defalarca bu videoyu seyrettim. Richard Bey, tatlı ve mahir saz arkadaşlarıyla beraber anneannemin ince sesiyle söylemekten bıkmadığı söylerken gerdan kırmaya doymadığı oğlan oğlan söylüyor. Orada bizim memleket var, rakı var, memleketten abiler var, özünü bildiğim muhabbet, tadına doymadığım toprak var. Orada ben, çocukluğum, rahmetli anneannem var. Orada ben evimdeyim, hiçbir yerde olmadığım kadar evimdeyim. Seyrederken içim içime sığmıyor, başımdan aşağı bir güzellik yağmuru dökülüyor.

Ta ki videonun başlarında, tam 1.20'de azcık görünen bayrağı fark eden dek. O an güzelliğin içindeki kocaman yara patlıyor.

Dedim ya trajedinin işaretleri yeryüzüne saçılmış ve işte biri gelip yüreğimin tam ortasına saplanıyor.

http://www.youtube.com/watch?v=yhm8tCmyRs0

4 Mayıs 2010 Salı

Peçorin.

Dünyanın en güzel romanlarından birinin kahramanı Peçorin konuşuyor:

Düşünmeden edemiyorum, ben ne için yaşadım bugüne kadar, hangi amaçla bu dünyaya geldim. Bir amacı olmalıydı varlığımın, hayatta yüksek bir hedefim olmalıydı; zira içimde hiçbir yere bağlı olmayan o kuvvetin varlığını hissediyordum. Ama bu kuvvete hiçbir zaman ulaşamadım. Boş ve asla gerçek tatmin sağlamayacak arzunun binbir albenisi beni sürükleyip götürdü. Bu binbir albeninin alevleri içinde piştim ve onların içinden çelik kadar soğuk ve sert biri olarak çıktım. Fakat artık asil bir amaca bağlanarak çalışmanın ateşini sonsuza kadar kaybetmiştim, ki o ateş hayatın en nadide çiçeğidir.


(Lermontov'un Zamanımızın Bir Kahramanı'ndan. İngilizcesinden ben çevirdim.)

2 Mayıs 2010 Pazar

Biz dil gibi bir turfa muammada nihanız.

Şevkız ki dem-î bülbül-i şeydâda nihânız
Hûnuz ki dil-î gonce-i hamrâda nihânız
Biz cism-i nizâr üzre döküp dâne-i eşki
Çün rişte-i can-gevher-i mânâda nihânız
Olsak n'ola bi nâm u nişan şöhre-i âlem
Biz dil gibi bir turfa muammâda nihânız
Mahrem yine her hâlimizê bâd-ı sabâdır
Daim şiken-î zülf-î dil-ârâda nihânız
Hem gül gibi rengîni-i manâ ile zahir
Hem neş'e gibi hâlet-i sahbâda nihânız
Ettik o kadar ref'-i taayyün ki Neşâtî
Âyîne-i pür-tâb-ı mücellâda nihânız

"Bu gazelde her beytin, tek başına alındığı takdirde matla mısralarından itibaren mâna ve şekil bakımından erişilmez güzellikler olduğu muhakkaktır. Bir bakıma göre Şark kelimeciliği hiçbir zaman bu kadar güzel olmamıştır. Kelimeler ayrı renklerde kıymetli taşlar gibi her beytin arabeskinden ve her istikamette, düz veya diyagonal, kendi parıltılarını gönderirler.

Öyle ki insan bu gazeli XVI. asırdan kalmış lâke bir kitap cildi veya kendi asrının bir yazı levhası gibi hayranlıkla seyredebilir. Bununla beraber en ufak dikkatte, son beyite kadar bütün gazelin tıpkı ayrı ayrı makamlardan -manâ iklimlerinden- geçerek hep aynı noktaya gelen eski musikimizdeki karar'lar gibi hep ilk mısranın buluşunu tekrar ettiği görülür. Ancak son beyitte Neşatî'nin ilhamı birdenbire silkinir, o kadar dikkat ve zevkle ördüğü arebeski kendi fanî varlığıyla beraber tek bir kanat çarpışında siler ve bizi birlik aynasının kamaştırıcı aydınlığıyle başbaşa bırakır:

Ettik o kadar ref'-i taayyün ki Neşâtî
Âyîne-i pür-tâb-ı mücellâda nihânız

(Ahmet Hamdi Tanpınar'ın XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi'nden)

1 Mayıs 2010 Cumartesi

En favori pek favori yazarım benim.

J.M. Coetzee, 70 yaşına vardı ama aldırmadan yazmaya devam ediyor.

Hem de kendinin üzerine yürüyerek, zayıflıklarıyla ve kaygılarıyla, yeteneğiyle ve kazandıklarıyla hiç durmadan hesaplaşarak yapıyor bunu. Coetzee okuyucusu hissediyor, bu, Güney Afrikalı yazarın nihai amacıdır: Kendini kesip biçmeye, daha çok anlamaya, ifade etmeye ve neticede en çok kendini şeffaf kılmaya adanmış bir yazı hayatı.

Esasında yaşlı yazarlardan korkulur. Aklıma Alberto Moravia geliyor mesela. O da 1990'da, 83 yaşında ölene kadar durmaksızın yazmış. Son on beş yılında, edebiyatının giderek bir gençlik arzusuna dönüştüğüne şahit oluyoruz. Son beş yılında yazdığı iki etkileyici roman, L'umo che guarda (Seyreden Adam - Röntgenci, 1985) ve Il viaggio a Roma (Roma'ya Yolculuk, 1988) saf erotik yapıtlar. Yaşlı adam giderek, edebiyatında hep bulunan, yoğun tensel arzunun mahkûmu oluyor. Hiç fena romanlar değil bunlar esasında, ama Moravia'nın 1950 ve 1960'larda yazdığı metinlerin zenginliğini fazlasıyla uzağındalar. Moravia giderek karanlık'ı ve kötülük'ü sorgulamaktan uzaklaşıyor.

Ama Coetzee ölüme giderken çok daha uyanık kalmaya çalışıyor ve bunu yazdıklarında hissettiriyor. Sona yaklaşırken, Moravia gibi gençliği fetişleştirerek hayali bir sığınak yaratmıyor kendine. Tam tersine kendisine karşı, geçmişine karşı, yalnızlığına karşı, zaaflarına karşı daha soğukkanlı bakan bir adama dönüşüyor.

Son yazdığı iki kitabın otobiyografik dozunun yüksekliği bu soğukkanlılığının ifadesi. 2007'de yayınladığı The Diary of a Bad Year (Kötü Bir Yıl Güncesi) yalnız yazar J.M. Coetzee'nin (bir roman kahramanı olarak) uzakdoğulu genç kadın komşusuyla erotizmle dostluk arasında kararsız bir hisle kurmaya çalıştığı ilişki anlatılıyor. Coetzee, bizi, dünyayı anlamaya çalışan, seçkinlerin kulak kesildiği, eşsiz Nobelli büyük yazarın sonsuz zavallılığını izlemeye çağırıyor. Daha iki gün evvel okuduğum son romanı Summertime'da (Yaz Zamanı, 2009) ise okuyucuyu 70'lerin başına götürüp otuzunu aşmış, işsiz, başarısız, tuhaf ve babasıyla yaşamak zorunda olan "zavallı" Coetzee ile yüzleştiriyor.

İşin güzeli bu kitaplarda Coetzee'de her zaman ancak derinlerde sezilen mizah tonunun arttığını, metinlerin yer yer nefis bir alaycılıkla dolduğunu görüyoruz. Böylece, John Coetzee bey hiç yapmadığı kadar çok ironinin elinden tutarak kendini şeffaflaştırma projesinde yeni bir merhaleye ulaşıyor.

Bu kuvvete şaşmamak elde değil. Yaşayanlar arasında daha büyük bir yazar olduğunu hiç sanmıyorum.