1 Mayıs 2010 Cumartesi

En favori pek favori yazarım benim.

J.M. Coetzee, 70 yaşına vardı ama aldırmadan yazmaya devam ediyor.

Hem de kendinin üzerine yürüyerek, zayıflıklarıyla ve kaygılarıyla, yeteneğiyle ve kazandıklarıyla hiç durmadan hesaplaşarak yapıyor bunu. Coetzee okuyucusu hissediyor, bu, Güney Afrikalı yazarın nihai amacıdır: Kendini kesip biçmeye, daha çok anlamaya, ifade etmeye ve neticede en çok kendini şeffaf kılmaya adanmış bir yazı hayatı.

Esasında yaşlı yazarlardan korkulur. Aklıma Alberto Moravia geliyor mesela. O da 1990'da, 83 yaşında ölene kadar durmaksızın yazmış. Son on beş yılında, edebiyatının giderek bir gençlik arzusuna dönüştüğüne şahit oluyoruz. Son beş yılında yazdığı iki etkileyici roman, L'umo che guarda (Seyreden Adam - Röntgenci, 1985) ve Il viaggio a Roma (Roma'ya Yolculuk, 1988) saf erotik yapıtlar. Yaşlı adam giderek, edebiyatında hep bulunan, yoğun tensel arzunun mahkûmu oluyor. Hiç fena romanlar değil bunlar esasında, ama Moravia'nın 1950 ve 1960'larda yazdığı metinlerin zenginliğini fazlasıyla uzağındalar. Moravia giderek karanlık'ı ve kötülük'ü sorgulamaktan uzaklaşıyor.

Ama Coetzee ölüme giderken çok daha uyanık kalmaya çalışıyor ve bunu yazdıklarında hissettiriyor. Sona yaklaşırken, Moravia gibi gençliği fetişleştirerek hayali bir sığınak yaratmıyor kendine. Tam tersine kendisine karşı, geçmişine karşı, yalnızlığına karşı, zaaflarına karşı daha soğukkanlı bakan bir adama dönüşüyor.

Son yazdığı iki kitabın otobiyografik dozunun yüksekliği bu soğukkanlılığının ifadesi. 2007'de yayınladığı The Diary of a Bad Year (Kötü Bir Yıl Güncesi) yalnız yazar J.M. Coetzee'nin (bir roman kahramanı olarak) uzakdoğulu genç kadın komşusuyla erotizmle dostluk arasında kararsız bir hisle kurmaya çalıştığı ilişki anlatılıyor. Coetzee, bizi, dünyayı anlamaya çalışan, seçkinlerin kulak kesildiği, eşsiz Nobelli büyük yazarın sonsuz zavallılığını izlemeye çağırıyor. Daha iki gün evvel okuduğum son romanı Summertime'da (Yaz Zamanı, 2009) ise okuyucuyu 70'lerin başına götürüp otuzunu aşmış, işsiz, başarısız, tuhaf ve babasıyla yaşamak zorunda olan "zavallı" Coetzee ile yüzleştiriyor.

İşin güzeli bu kitaplarda Coetzee'de her zaman ancak derinlerde sezilen mizah tonunun arttığını, metinlerin yer yer nefis bir alaycılıkla dolduğunu görüyoruz. Böylece, John Coetzee bey hiç yapmadığı kadar çok ironinin elinden tutarak kendini şeffaflaştırma projesinde yeni bir merhaleye ulaşıyor.

Bu kuvvete şaşmamak elde değil. Yaşayanlar arasında daha büyük bir yazar olduğunu hiç sanmıyorum.

Hiç yorum yok: