31 Aralık 2008 Çarşamba

Kara Kartal oley!

Futbolun sadece futbol olmadığını Simon Kuper bey yazdığından beri iyice belleklerimize kazıdık. Lakin 1980 sonrasının Türkiye’sini baştan başa kat eden büyüme maceramız, çocukluğumuzun masum oyunun siyaset ve ekonomiyle “iki kaşık gibi iç içe” olduğu durumlara o kadar sık şahitlik etti ki, Kuper olmasa da herhalde durumdan bir şeyler çakardık. Zaten memleketin her vicdanlı taraftarında aynı his kabarmadı mı; çocuklukta Metin-Ali-Feyyaz’la masum rüyalar görürken, büyüklükte takımımız gol attığında kıllanır, tribüne gitmekten çekinir, gazete manşetlerinden korkar olmadık mı?

Evet, bir zamanlar masum rüyalar vardı.

Boyalı basının tacizinden bunalmış hafıza hayal meyal de olsa bu rüyaları hatırlıyor. İşte Kara Kartal çamurdan yürünmez olmuş Şeref Stadı’na çıkıyor, olmadı Dolmabahçe’de basının acıyan bakışları altında betonda antrenman yapıyor, Fener paraları Yugolara yedirip futbolcu kıyımı yaparken o altyapıdan yetiştirdiği okumuş ama alçakgönüllü futbolculara güveniyor, efendilerin kralı İngiliz babamız Gordon Bey başarının erdem ama başarıyı sükunetle karşılamanın daha büyük bir erdem olduğunu bize sezdiriyor, Süleyman Bey’e memur başkan dediklerinde yürek burkulmuyor tam tersine göneniyor, şampiyonluk geldiğinde Mümtaz Hoca dayanamıyor spor sayfasında “halkın takımı”nı yazıyor ve işte sağ kanattan halk çocuğu kaptan kamburunu çıkararak sıfıra iniyor, meşin yuvarlağı gönlümüzün doksanına ortalıyor...

Durmadan soruyorum, bir kez daha sorayım: Heyhat, nerelerden nerelere geldik?

Kara Kartal eskiden yarışmaz olduğu bütün huzur bozan kategorilerde lider oldu. Halkın takımı tarih olmakla kalmadı; efendilik, alçakgönüllülük, az konuşurluk küçümsenir sıfatlar sınıfına koyuldu.

Şimdi, gönül çocukluğun soğuk gecelerinin güzel anılarını yad etmesin de ne yapsın?

30 Aralık 2008 Salı

Gazetemde yazarım, keyfime bakarım.

Melih Aşık'ın Milliyet'teki son yazısı beni bir kez daha gazetecilerden nefret ettirdi. Melih Bey, Ermenilerden özür dileyen aydınlar hakkında atıp tutmuş. Aydın öyle olmazmış da, böyle olurmuş da, bunlar naylon aydınımış da, dattara dattara da...

Açık açık bunlar satılmış diyor, kendi çıkarlarının peşinde diyor, dışarıdan bunları güdüyorlar diyor. Yığınla kötü niyet suçlaması yani.

Elbette Melih Bey ya da bir başkası yapılan şeye katılmayabilir, doğru bulmayabilir, yapanların yanlış yaptığını savunabilir. Kendi tezini anlatıp, karşı tarafınkini sakin bir şekilde çürütmeye çalışabilir. Bütün bunları hakaret etmeden yapabilir. Ama bunu seçmiyor. Ortada tartışma gerektiren bir durum yok ki! Bunlar satılmış diyip çıkılıyor pek güzel işte! E tabii şimdi tribünler Melih Bey'i üçlüye çağıracak. Yığınla tezahürat, omuzda stad turu falan. Yürü üstad kim tutar seni be!

Bu bir kültür esasında. Melih Aşık'ın tavrı işte diyaloğun önünü kapatan, insanları konuşmaktan çok yaftalamaya düşmanlaştırmaya yönelten bu kültürün ürünü. Memlekette gazeteciliğin kılcal damarlarına kadar sinmiş bir hal bu.

Mesela Ahmet Hakan çok iyi başardı bu halden nemalanmayı. Ne güzel efendi bir sunucuydu, ama o da üçlüyle çağrılmak, kalın bileğini milyonlara göstermek istiyordu. Her yazısı bir başka skandal, bir başka patırtı hamlesi oldu. Sonucun ne olduğunu memleketçe görüyoruz:Tribünler onu sırtında taşıyor.

Bir başka örnek Taraf'ta yazan Rasim Ozan Kütahyalı. Deniz Gezmiş'in solcu olmadığını, tam tersine İttihatçılığın varisi olduğunu söyleyen birkaç iddialı yazı yazdı önce. E tabii ses geldi. Sonra, hooop köşe yazarı oldu. Şimdi her yazısında esip gürlüyor.

Mesele iddia ettiklerinin yanlışlığı ya da doğruluğu değil. İddia ettiğini keserek biçerek, abartarak, karşı tarafın iddiasını karikatürleştirerek söylemesi. Ve tabii daha korkuncu böyle yaptığı için ödüllendirilmesi.

Zira gördük ki Kütahyalı'nın bu iddiaları, Doğan Gürpınar adlı bir akademisyenin çalışmasından çalıntı imiş. Gürpınar bunu Taraf'ta yazdı. Kanıtlarıyla intihal (akademik hırsızlık) olduğunu gösterdi. Kimse ses çıkarmadı, tam tersine Kütahyalı gazetede işe alındı! Kimin umrunda tabii ki hırsızlık? Kütahyalı sansasyonel olmaya yatkındı, saldırmaktan korkmayan bir umursamazlıkla doluydu. Yani işe yarardı.

Nietzsche, Ecco Homo'da "gazete okurları"ndan bahsediyordu nefretle. Haklılık payı yok mu bu nefrette? Zira galiba gazetenin, gazete okurluğunun doğasında olan bir şey yaratıyor bu adamları. Sonuçta o gün tüketilen bir şeyden bahsediyoruz. Zaten ağır bir şey olsa sindirmeye vakit olmayacak. Onun için ne kadar çabuk, ne kadar hızlı, ne kadar sert olsa o kadar iyi. (Nuri Alço'nun viskisi gibi!). İnsanlar bunu seviyor, işte burda saydığım yazarlar gibi "cesur yürekler" de bu istenen şeyi arz ediyor.

Nerelere gidelim, nasıl edelim a dostlar? Kolay yargılar hatta yargısız infazlar dünyasında elbette İsrail Gazze'yi bombalaya devam edecek, elbette Amerika daha nice Iraklara girecek, elbette daha nice millet toprağından kovulacak.

Zira patırtı esnafını üçlüye çağırmaya bayılıyoruz.

26 Aralık 2008 Cuma

lubos motl: fizik'in zort dediği yer!

Lubos Motl, Çek bir fizikçi. Ama benim için daha önemli olan tarafı şu: Motl, blog aleminin yıldızlarından. Bilimsel blog takipçileri için o bir ikon, bir dedikodu nesnesi.

30'lu yaşlarına varmadan Harvard'a hoca olarak katılmış Motl. Çok tartışılan "String Theory"'nin kurucu isimlerinden biri. Fakat birkaç sene sonra, Harvard'dan ve genel olarak akademiden ayrılmış, memleketine dönmüş.

Daha doğrusu o böyle söylüyor. Başkalarına göre Harvard onun bilimsel makale yazmak yerine çılgın bir hızla blog yazarlığı yapmasına ve yazılarının "politically correct" olmaya yanaşmayan saldırgan üslubuna dayanamamış ve Motl'u istifaya zorlamış.

Motl "sağcı" bir fizikçi! Küresel ısınmayı bir yaygara olarak görüyor, kadın bilimcileri sakınmadan aşağılıyor, çevrecileri ise bilimsel olmayan çıkarcı şantajcılar olarak değerlendiriyor. Tabii ki şaşmamak gerek, bloğu Scientology tarafından en iyi fizik bloğu olarak öneriliyor.

Sayfası okunduğunda ne kadar zeki bir adamla karşı karşıya olduğumuzu anlamak kolay. Ama ilginç olan zekâsı değil; bu zekâya eşlik eden öfkesi, kabalığı, yıkıcılığı vs. Sözünü sakınmıyor Lubos, beğenmediği kitabın yazarını yerden yere vuruyor, hem de öyle akademik alanda kalmayla yetinmeden, sık sık düpedüz hakaret ediyor.

Motl'a ne olduysa olmuş, bir şeyleri nasıl yaşadıysa yaşamış ve neticede öfke ve kin cinleri kanına girmiş. Bunu alıp cebime koyuyorum. Ama cevaplamak istediğim ama bir türlü cevaplayamadığım soru dimdik ayakta: Bu genç bilimcinin öfkesi neden küresel ısınma karşıtlarına, kadınlara ya da çevrecilere yönelik? Neden sanayicilere, savaşkan Cumhuriyetçilere vs değil bu öfke? Üstüne Lubos ne Teksas'ta bir çiflikte büyümüş ne Amerikan kültürüyle yetişmiş. Lisansını bile okumamış Amerika'da!

Merak edenler, "Okuyorum" bölümünde Motl'un bloğu için link bulabilir.

24 Aralık 2008 Çarşamba

Gaza gelmek.

Öyle çok zaman geçti ki, hatırlayınca garip geliyor şimdi.

Gariban bir arkadaşım vardı. Arkadaştan çok abi esasında, benden dört yaş büyüktü. Üniversite sınavına hazırlanmaya çalışıyor, ama bir türlü hazırlanamıyordu. Parasız pulsuzdu falan ama çulsuzluk değildi çalışamamasına sebep. Öyle işte, günlerini havaya bakıp, müzik dinleyerek geçiriyordu. Dediğine göre aranjör olmaktı niyeti. (Anlaşıldığı üzere enteresan bir arkadaştı kendisi!).

Böyle haller vardır işte. Daha doğrusu girdiği halin içinden çıkamamaklar vardır da biz üzerine hiç kafa yormayız. Yani çalışamıyordur, çalışmak içinden gelmiyordur ve olmuyordur işte yapamıyordur, neticede tavana bakıp Bruce Springsteen dinliyordur. Böyle bir hal vardır ama biz ille kati sebepler ararız. Açıklama olsun da kaç kırat olursa olsun deriz. Oysa sebepsizlik diye bir şey vardır, bazen kal gelir ve kalırız.

Neyse, ben bu arkadaşın halimi kendime dert edinmiştim. Bir taşralı duyarlılığıyla, çalışsın diye kendi çapımda planlar yapıyordum. Kendini toparlaması, ekmeğini kazanacak düzgün bir yol bulması, düzgün bir üniversiteye girmesi mesele olmuştu benim için. Onu harekete geçirecek bir şeyler arıyordum.

Derken hareket hiç beklemediğim bir yerden çıkageldi.

Gelen Ernest Hemingway'di, daha doğrusu onun hayat hikayesi.

Bir gün kahvehanede otururken anlatmıştım Ernest'in sıfırdan neler yaptığını, büyük zayıflıklardan saygı uyandıran kudretler yarattığını.

O günden sonra anlamadığım bir hızla arkadaşım için bir tutkuya dönüştü Ernest. Beni yakaladığı yerde "anlat anlat" diyordu. Anlattığım şeyleri bir daha bir daha anlattırıyordu. Arkadaşım için tam bir hayat mücahidi örneği oldu Ernest ve onu baştan aşağı değiştirdi. Bruce öldü, sonra sırasıyla iyi bir üniversite, iyi bir iş, sonra güzel bir evlilik, en sonunda güzel paralar geldi.

Tavana bakıp Springsteen dinleyen adam bir anda korkusuzca okyanuslara açılmıştı yahu!

Düşündükçe hâlâ şaşırıyorum. Nası yani? Var mıydı böyle bir değişim; dumanlı bir kahvehanede anlatılan epik bir biyografi bu kadar kuvvetli olabilir miydi?

(Senede ancak bir ya da iki kez görüyorum artık. Hemen beni güzel bir lokantaya götürüyor ve "anlat anlat" diyor, "Ernest çok zayıfmış ama çalışıp süper bir boksör olmuş". Anlatıyorum. Hikâye bitince dönüp uzun uzun pencereden dışarı bakıyor. Ne düşünüyor, bilmiyorum.)

23 Aralık 2008 Salı

Canan, sana kırmızı bir gül versem...

Canan, sana kırmızı bir gül versem, yanakların al al olsa...
Öylece kalsan, bir daha konuşmasan.
Fır fır etek giysen, hep çocuk kalsan.
Ya da hep pasta yapsan, hiç mutfaktan çıkmasan...
En eski hallerine dönsen hatta,
Örtülere dolansan, pencere kenarlarından utansan...
Sana bir kırmızı gül versem, yanakların al al olsa,
Koşup arka odalara saklansan,
Kalsan orda öyle, bir daha hiç çıkmasan...

(Cananların Conan olduğu memlekette neyin umuduyla yaşayalım, kimi kimi şikayete edelim, derdimize nasıl çare bulalım?)

Pascal, beni de diskoya götür.

http://www.milliyet.com.tr/Guncel/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&Kategori=guncel&KategoriID=&ArticleID=1031045&Date=22.12.2008&b=Ermeni%20vatandasin%20yorumu&ver=14

10 Ekim 2008 Cuma

sıkılmak.

İnsan bu kadar sıkılarak neyi kendi için anlamlı ve sürekli kılabilir ki?

Bu kadar sıkılarak hangi taşın üstüne taş koyabilir ki?

Bıktım artık bu sıkılmaklardan.

10 Eylül 2008 Çarşamba

Foucault ve Bataille

"Cinselliğimizin konuşmaya başladığı ve üzerinde konuşulmaya başlandığı günden itibaren dil, sonsuzun ortaya çıkış anı olmaya son verdi; sonluluk ve varlık deneyimini bundan böyle cinselliğin yoğunluğu içinde yapmaktayız. Tanrı'nın yokluğuyla ve kendi ölümümüzle, sınırlar ve ihlalleriyle, cinselliğin karanlık konutu içinde karşılaşıyoruz. Ama belki de cinsellik, kendi düşüncelerini her türlü diyalektik dilden kurtarmış olanlar için aydınlanır; tıpkı Bataille için birçok kez olduğu gibi gecenin ortasında, kendi dilinin yokluğunu hissettiği anda aydınlandığı gibi:

'Benim gece diye adlandırdığım şey, düşüncenin karanlığından farklıdır; gecede ışığın şiddeti vardır. Bizzat gece düşüncenin gençliği ve sarhoşluğudur.' (Bataille) "

(Foucault, Sonsuza Giden Dil, (çev. Işık Ergüden) s. 70)

"İç sıkıntısının göbeğindeyken tuhaf bir saçmalığı yavaş yavaş talep ettiğimde, kafatasımın tepesinde, ortasında bir göz açılır." (Bataille)

(Aktaran: Foucault, s. 64)

8 Eylül 2008 Pazartesi

Göt-Bacak İnsanları

Arzu hiç şüphesiz tekinsiz bir duygu hali. Ben adamı dinden imandan çıkarır diyeyim siz anlayın. (Kız çocuklarına neden Arzu ismini koyar analar-babalar?). Bir kere bir unutma hali, ne isen her ne haltsan unutturan, yıllardır biriktirdiğin davranış prosedürlerini uçurumdan aşağı yuvarlayan... falan filan feşmekân.

Çok kabaca ahlak dediğimiz şey insanın arzu karşısında nasıl davrandığının adı. Yani arzuladıktan sonra eyleme geçip geçmeme aşamasında doğan bir şey ahlak. Ne "bu arzu neden doğdu", ne de "ben böyle arzuladım ve yaptımsa ne oldu" sorularında arayalım ahlakı. Onun evi, tam da eylemin kendisinde zira.

Biliyoruz hepimiz işte, şimdi her yer "istiyorum" diyen insanlarla dolu. Hanım kızımız s ile ş'yi karıştıran dilini yormadan ve cesaretle ben burdayım diyor: "şurdaki limonlu pastadan istiyorum". Genç üniversiteli kardeşimiz yaşıtı olan ve çok çok asgari ücret alan tezgahtardan utanmadan parıldayan gözlerle ilan ediyor: "şu yeşil ceketi istiyorum". Girin bir alışveriş merkezine, "istiyorum"ların hesapsızca birbirine karıştığını duyacaksınız. Türkiye üst-orta sınıfları hep beraber istiyooooor.

Buna birey olmak diyecekler. Buna istediğini bilmek diyecekler. Buna başka hiç kimse için değil insanın kendisi için yaşaması diyecekler...

Doğrudur, bunların hepsi doğrudur.

Ama bu kadar kolay "istiyorum" demek dünyayı bir büyük elma kendini de koca bir ağız olarak gören kudurtucu varlık algısının (ya da algısızlığının) bir tezahürü aynı zamanda. Zira, ahlak "istiyorum"a tereddütle bakmakla, isteme anının sorgulanmasıyla başlıyor.

Bu hesapsız istemelere hakkı olup olmadığını bir an için düşünmedikten sonra neye yarar dünyada varkalmak, "istiyorum" tüm yaşamı açıklıyorsa neye yarar yaşamak?

Yürek garsona, tezgâhtara, ofisboya seslenmeye utanan abileri ablaları özlüyor.
Hele memleketin zengin müslümanları kendilerini istek ve iştahla görkemli iftar sofralarına vermişken daha da bir kuvvetle özlüyor.

4 Eylül 2008 Perşembe

Tarkovski ve Dünyanın Sonu.

"Tonino ile harika bir fikir ürettik: 'Dünyanın Sonu'nu işleyen bir senaryo.

Dünyanın sonunun geleceğini bekleyen bir adam kendini ve ailesini (baba, anne, kız ve oğul) evine hapseder. Kadının başka bir oğlu daha vardır. Baba dindar bir adamdır. Öylece kapalı kırk yıl kadar yaşarlar. Sonunda varlıklarından bir şekilde haberdar olan polis ve ambulans görevlileri tarafından evden çıkarılırlar. Çok üzücü durumdadırlar. Büyük oğlan babasına bunca yıldır gerçek dünyayı onlardan saklamasının bir suç olduğunu söyler.

Götürülürken küçük oğlan etrafına bakar ve sorar, "Baba, bu, dünyanın sonu mu?"

(Andrei Tarkovsky, Zaman Zaman İçinde: Günlükler. S. 153)

31 Ağustos 2008 Pazar

Emniyette şaşırtıcı olaylar!

Bürokrasiyle yaşam engelli koşu gibi. Yılmadan engelleri aşmak gerekiyor.

Geçenlerde pasaport almak için emniyete gittim. İşleri bitirince git şu saatte gel pasaportunu al dediler; gittim, tahmin edileceği üzere ortada pasaport falan yok, otur bekle dediler. Eh erkeksen itiraz et, oturdum bekledim.

Memleket kavruluyor tabii. Emniyette de tek serin yer hemen girişteki merdivenler. Çömdüm, çıkardım kitabımı okumaya başladım.

Emniyette kitap okumanın pek çekici bir fikir olduğunu söyleyemem. Öyle olunca, sürekli kafamı kaldırıp kitaptan, etrafı izliyorum. Bu kafa kaldırmalardan birinden gözüme çok hoş bir hatun ilişti. Upuzun boylu, kahverengi tek parça uzun bir elbise giymiş, geniş omuzlarıyla salına salına geliyor. İçimden wooow yapıyordum ki kız birden elini burnuna götürdü, başparmağını burun deliğine yapıştırıp hönkürt diye yere sümkürdü.

Wooow bir anda ohaaa'ya dönüştü tabii. Bir yandan da kendimi tutamadım, başladım gülmeye. (Hangi dünyadansınız siz hanım, nettiniz öyle?) Hatırlanacaktır geçen haftalarda hanım ağa bir polisi içeri aldılar. Konuşma bantları falan yayınlandı, şöyle delikanlı delikanlı kasa kasa konuşuyor. Neyse, aklıma o geldi işte. Abla da aynı ekolden herhalde.

Neyse, kız geçip gidince gülme krizim de geçti. Tekrar kitaba döndüm.

Yanıma bir amca gelip oturdu. Zaten merdivenler dar, bir sürü herif oturmuşuz, iyice sıkıştık. Amca başladı yanındakine dert yanmaya , pasaport harçlarına küfretti. Almanya'dan emekliymiş, orada bunun dörtte biri fiyatına uzatıyorlarmış pasaport sürelerini. Topluca kafa salladık.

Neyse sonra sigara paketi çıkardı cebinden. Önce sol yanındaki abiye sordu, "rahatsız olur musunuz" diye sonra da sağındaki bana. "Yok" dedim, "afiyet olsun amca". Böyle diyince garip bir edeyla ekledi "rahatsız etmeye hakkım yok da kimseyi".

Yok bir de olacaktı?! 75'lik amcam Almanya'da kafkaesk medeniyeti görmüş, hemşirenin sus işaretinin ehemmiyetini anlamış. Ama delikanlılık da baki tabii, Anadolu çocuğu kendisi, öyle "rahatsız etmek falan ne demek, rahatsız oluyorsan çıkarsın kardeşim" kültürünü de unutmamış. Abilerin ağaların "rahatsız olur musunuz" sorusunu çok karı işi bulduğunu, bulacağını biliyor. Öyle olunca açıklama yapmak zorunda hissediyor kendini işte. (Zaten sonra, işçi temsilcisiyken mühendisi nasıl dövdüğünü, sonra sürüldüğünü falan anlattı. 75 yaşında çakı gibi maşallah, bugün olsa yine döver!)

Amcanın solundaki diğer amca ise Bağdat'ta çalışıyormuş. Amerikalılara iş yapıyorlarmış. Amerikalılara iş yapan çok Türk varmış orada. "Eh tehlikeli tabii" diyor ama parası iyi. Kaç para alıyorsun diye sordum, gönenerek söyledi, en taşşaklısından 1500 dolar veriyorlarmış. Götüboklu dünya işte, 1500 dolara adamı savaşın ortasında yaşamaya ikna etmekle kalmıyor üstüne gönendiriyor.

Ha bahsetmeden geçmeyeyim, sağ yanımda da ulusalcı bir gazeteyi altını çize çize okuyan bir abi oturuyordu. Pasaportun işi bitmezse onla da ayrı bir tat ayrı bir doku yaşayacaktım ama maalesef...

28 Ağustos 2008 Perşembe

Ermiş bir şahsiyet olarak Nihat Doğan

Nihat Doğan demiş ki: "Kâğıthane konserimden sonra bir simitçinin elini öptüm. Amacım nefsimi ve kibrimi yenmekti. Bunu başaramayanlar batar".

Son günlerde en çok güldüğüm şeylerden biri bu oldu. Hani adamın gülünesi bir figür olduğunu pop kültür izleyicileri "şırrank - kırdın kalbimi" döneminden beri biliyor. Ama Nihat kardeşimiz bu sefer tam tavana vurmuş, dangıllık endeksinde almış yürümüş.

Ama biraz daha düşününce işin içindeki hayvanlık katsayısının yüksekliği midemi bulandırdı. İnsanın midesi bulanınca pek gülesi gelmiyor tabii.

Bir insan nasıl olur da aşağılık bir "Simitçi"nin elini öpebilir değil mi? O pis, hastalıklı, alt sınıf bünyeye nasıl dokunabilir değil mi? Bunu yapabilmek için peygamber gibi adam olmak gerekir. Bak İsa'ya, nasıl da dokunuyordu cüzzamlılara.

Şimdi burada Nihat'a yüklenip esas meseleyi es geçmeyelim. Burada dingildek kardeşimiz esasında tüm topluma sirayet etmiş bir değerler hiyerarşisini gösteriyor bize. Kişioğlu alt sınıftan mı, fakir mi; ona ancak eğilirsin, ancak elini uzatırsın. Bunun ekonomik karşılığı sadaka müessesidir. Yani ona ancak sadaka verirsin, verirsen rahatlarsın, verirsen yücelirsin. Hiçbir düzlemde eşit bir ilişki mümkün değildir.

E böyle bir anlayışta Nihat kardeşimizin mantığını anlamak zor değil tabii. Nihat Doğanlar toplumunda gidip simitçinin elini öpmek, "yav sen bu kadar iğrenç ve aşağısın, bak ben sana, senin gibi saygı duyulmayacak bir zavallıya haketmediği bir şekilde davranıyorum" demektir. Dolayısıyla hareket sahibi yücelir.

Tabii Nihat'ın mide bulandırıcı komikliğinin en fırıldak tarafı bu eylemi söylemek için yapmış olması. Yani kibrini yendiğini gösterirken esasında kibir çukurunda boğulduğunu ifşa etmesi. Ama olsun değil mi, Türkiye onu böyle seviyor.

Vay anam vay. Hepimizin içinde debelendiği "durmadan kendinden bahset, sıkılma kendine tap" tirişkasından Nihat gibi babafingolar çıkıyor da, yediğimiz naneleri hatırlıyoruz.

Dünyanın tüm simitçileri birleşin oğlum birleşin.
Nihat Doğan'ı temiz bir dövmekle başlayabilir her şey.

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Marcel bizi diskoya götür!

Marcel Proust, on altı yaşında büyükbabasına yazıyor:

Durmadan mastürbasyon yapıyor, bu kötü alışkanlığımdan vazgeçmek için bir kadına o kadar ihtiyaç duyuyordum ki sonunda babam bana geneleve gideyim diye 10 Frank verdi. Ama birincisi, heyecandan 3 Franklık bir vazoyu kırdım, ikincisi de, yine aynı heyecandan seks yapamadım. Şimdi başa dönmüş bulunuyorum, yani babam boşalmam için bir 10 Frank daha, kırılan vazo için de bir 3 Frank fazladan versin diye bekleyip duruyorum.
(Alain de Botton. Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir?. S. 163)

İncelikler dehası, ruh nakkaşı Marcel'in şaşılacak bir düzlüğü, kendini kolay söylerliği var. (Dürüstlük demek istemiyorum, çünkü o kadar zeki ki, sadece kendisini dürüst göstermek istemiş olabilir!)

Marcel bu kadar dolaysız konuşurken insanlar muhtemelen onu farklı buluyor, seviyordu. Bu harbiliği, hastalıklı hali ve kibarlığıyla birleştiğinde ise o artık herkesin gözünde özel biri, bir ermişti.

Biz herkes gibi düşünmesek de olur. (Hayranlığın çoğu aptallık değil midir zaten?)

Ama onun muhteşem zayıflığından muhteşem bir toplumsal varlık yaratması dikkate şayan. Çünkü muhteşem zayıflıklardan hep muhteşem toplumdışılıklar yaratılır.

23 Ağustos 2008 Cumartesi

Çöp ev.

Bu televizyoncular için yetenekli psikanalistlere ihtiyacımız var. Acilen. Takıntılı yaratıklar yahu bunlar!

Ben artık çöp ev sahiplerine yaptıkları eziyete katlanamıyorum. (Bunu buradan halkıma söylemesem olmaz).

Sormak istiyorum! Evlerinde bulduğu her şeyi ya da kafasına taktığı bir şeyi biriktiren insana bu eziyet, bu dışlama, bu aşağılama neden? Neden onları maymun gibi göstermek?

Düşünün Acun Ilıcalı en eski ve en aptal programlarında nasıl aslan kafesine giriyor ve "sayın seyirciler" fısıltısıyla bizi de beraberinde götürüyorsa şimdi de televizyoncular bizi çöp evlerin içinde gezdiriyorlar, hem cevvalliğinden başka bir özelliği olmayan muhabirin yüzünü buruştururak yaptığı rating rating sunumuna mahkûm ediyorlar.

Hayır, hayır. Çöp ev sahipleri maymun değil ama kent tastamam hayvanat bahçesi.

İnsanların evlerine girip, neden kendi içlerine kendi nesnelerine kapandıklarını umursamadan onlara maymun muamelesi yapmak bu kadar kolaysa kent tastamam bir hayvanat bahçesi.

Maymunlar Cehenneminden Kaçış filminde küçük bir rol istiyorum.

16 Ağustos 2008 Cumartesi

Facebook Fotoları II

Giderek bir foto-video topluma dönüşüyor içinde yaşadığımız şey. Böyle bir şey'in içinde de hepimiz yeni artizlik kabiliyetleri öğreniyoruz. Her anı performans olan bir hayat. O la la.

Kendini sunmak ne acayip bir şey! Zamanenin yükselen değeri, özgüven göstergesi değil sadece; neredeyse bireylik şartı.

Bakın ben burdayım, boyum şu, size en artiz pozumu veriyorum şimdi, gördünüz mü bu pozda süper bakıyorum (lütfen beni hep böyle bilin), şu şu okulları bitirdim, milyon tane de arkadaşım var, ben şöyleyim, ben böyleyim, ben öyleyim.

Bu benlemeler uzar gider, uzayıp da gidiyor zaten. Sessizce kaybolan bir his var ama: Ben demenin ayıp olduğunu bize hatırlatan mahcubiyet pılını pırtını toplayıp bu şey'den çekip gidiyor. Bize kendimizi çok önemsememeyi salık veren, dünya malının dünyada kalacağını hatırlatan bu alçakgönüllülük nişanı bir aptallık-yetersizlik-tutunamama işaretine dönüşüyor.

Peki olan ne?

Hep kendini söylerken kendi içine bakma kabiliyetini kaybeden monolog yaratıklarına dönüşüyoruz. Konuşmanın yerini diyalog klişeleri alıyor. Feysbukta bizi gerçekten umursamayan (çünkü kimse kendinden başkasını umursamıyor) 747 arkadaşımız ve yabancılaşmış kendimizle kalıyoruz.

Sen Feysbuğun resmini yapabilir misin Abidin?

14 Ağustos 2008 Perşembe

Coetzee

Az önce Coetzee’nin bütün kitaplarının aynı olduğunu fark ettim. Hep aynı karakteri hep aynı trajediyi anlattığını...

Bütün büyük yazarların aslında tek bir kitap yazdıkları söylenir. Hep aynı temaya saplanıp kalmış yazarların isimleri herkesçe malumdur (Ben derinden muhabbet beslerim bu tür yazarlara çünkü saplantı edebiyat mesleği için iyidir). Falan filan.

Lakin ben son bir yılda geliştirdiğim yoğun Coetzee-severliğimden bugün utandım; zira onun hep aynı şeyi yazdığına uyanmamışım.

Nasıl olur?

Oysa adamlar sıkılmıştı ve adamlar yenilmişti. Oysa adamlar sakatlanmıştı ve adamlar yaşlanmıştı. Oysa adamlar kendilerine yazıklanmıyordu. Oysa adamlar her şeyin farkında olduğunu sezdiriyor ama bu farkındalığı yüzümüze püskürtmüyordu. Oysa adamlar dibe vurdukları yerde değerli bir şey keşfediyordu. Tüm insanlığa karşı, kendi düşük varoluşlarına karşı buz gibiydiler ama bağlanacak kadınlar buluyorlardı.

Adamlar trajediydi. Adamlar dünyaya karşı arzulanmanın ürkünçlüğünü bize fısıldıyordu.

Nasıl olup da ben adamları adamlar sanmıştım?

Adamlar tek bir adamdı.

7 Ağustos 2008 Perşembe

Kederi kovmak

Son günlerde daha çok inanıyorum, gün geçtikçe insanlar kederlenme kabiliyetini yitiriyor. Kederin yerine daha pis daha kavgacı daha gürültücü bir hal egemen oluyor.

Devrin insanı önlem insanı. Preemptive war. Korktuğu şeyler başına gelmesin diye yemediği halt kalmıyor. Sigortalara sevdalanmış; evini arabasını sağlama alırken özgürlüğünü feda ettiğini görmüyor. Yitirmenin yeniden başlamak, yenilmenin öğrenmek olduğunu bilmiyor.

Ama en beteri kederi kovmak için verdiğimiz o canhıraş çaba. Psikiyatrislere bilgelik şansı verdiğimiz, dingolardan yaşam guruları doğurttuğumuz, riyakâr mutluluk pozlarını ideal hal sandığımız...

(şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
pahalı zevklerin insanı ucuz cesaretlerin)

Keder, ruha eziyet veren bir olaydan sonra, bir tür içe kapanma hali. Sessiz, insanı kendine döndüren, durduran bir hal. Hatta bir tür iyileşme dönemi, enerji biriktirme durumu. Efendi ve mahzun.

Bu dünyaya turizme gelmediysek eğer, başköşeye oturtup onun dediklerine kulak vermeli.

Zira kederin sessizliğini dinlerken insan, kendi sesini duyuyor; kendi en gerçek sesini.

3 Ağustos 2008 Pazar

Uzun dinlenmelerin ardından...

Bazı zamanlar, genelde uzun dinlenmelerin ardından, kendimi sürekli düşünmeye verdiğim bir dünya arzuluyorum. Zihnimin hiç durmadan çalıştığı, bir anı bile boş geçmeyen, insanları duymadığım, dışarıyı hissetmediğim bir kapalılık istiyorum. Sanki böyle olunca uzun zamandır bulamadığım bir şeyi bulacakmışım, anlayamadığımı anlayacakmışım, zihnimi sonsuz karmaşıklığından kurtaracakmışım gibi geliyor.

İnsan düşünerek bulutsuz havaya, berrak denize, geniş ovaya çıkar mı? İnsan düşünerek Raskolnikov ile Sonya'nın hapishanenin bahçesinden sonsuz düzlüğe baktıkları gibi, her şey aydınlanmış gibi, İsa Meryem'ini bulmuş gibi bakar mı?

Ne olursa olsun, düşünerek bulmaya ümit bağlamak güzel.

Evliliğe ümit bağlamaktan, paraya ümit bağlamaktan, sigortaya ümit bağlamaktan güzel en azından.

Tanrım düşünceme bir salıncak.

25 Temmuz 2008 Cuma

Çalışmak kirletir

Bir dostum vardı. Gerçek bir dost. Şimdi görüşmüyoruz.

Üniversite yıllarında bir gece. Benim evin oturma salonunda hep yaptığımız gibi saatlerdir konuşuyorduk. Ortak bir arkadaşımızdan bahsetti ve çalışmak onu kötü biri yapıyor dedi.

Ortak arkadaşımız tembel, yemekten-içmekten, dostlar arasında öylesine beklemekten, denizden-rüzgardan ve tabii ki kedilerden hoşlanan biriydi. Çalışmak doğasında yoktu.

Çalıştığı zaman bambaşka biri oluyordu. Büyük bekleme kabiliyeti ortadan kalkıyor, sessizliğini güzelleyen huzur yerini ketum bir asabiyete bırakıyor, insanları sevmez oluyordu.

Kendimde aynı şeyleri gördüğümü arkadaşıma söylemedim.

Ama doğruydu. Çalışmak için kendimi zorluyor, geceleri uykusuz kalıyor, lanet olası konsantrasyona ulaşmak için dostlara sırt çeviriyor ve tıpkı ortak arkadaşımız gibi kirleniyordum.

(Fakat dünya anlamıyordu, etrafın çalışmaya, didinmeye, hırslanmaya kabiliyetli olmayan çocuklarla dolu olduğunu, bu çocukların faniliğin gerçek bilgisiyle dolu dervişler olduğunu, onların hazcılığında inceliğin ve fedakârlığın en az yıpranmış halinin bulunduğunu anlamıyordu.)

Ortak arkadaşımız kirlenmeye dayanamadı, memleketine, annesinin yanına döndü.

Arkadaşım benden uzaklaştı. Herhalde artık konuşacak ortak bir yönümüz kalmadığını düşünüyordu.

Ben çalışmaya devam ettim. Elimden geleni yaptım. Ruhumun kavi yanları esnedi, pencereleri rüzgarlara açıldı, yalnızlığım kendini dışardakilerin gürültüsüne teslim etti.

Kir pas içinde kaldım.

23 Temmuz 2008 Çarşamba

Mutluluk tutulması

İnsana kendini unutturan haller. (Kendilik, sabit ve orada öyle duran bir öz değil. Kabul. Ama insanın varoluşuna mesafe koyabildiğini ima ediyor böyle bir tanım. Bu imkâna inanmak istiyorum).

Neşeli ve canlıyım. Masa başına oturasım, okuyasım, çalışasım yok. Thomas Bernhard'a bile yeterince ilgi gösteremiyorum (Kendisi fazla ilgiden hoşlanmaz ya, neyse). Odaklanamıyor ve internette gezinip duruyorum. Sonra da dışarı çıkıp arkadaşlarla oturuyorum, güzel kızlardan söz ediyoruz. Onların hoş sohbeti ve havanın yumuşaklığı dünyayı dolduran diri güzelliğin kokusuna karışıyor. İyice hafifliyorum. Rahat!

Fakat bu hale canım sıkılıyor ya da en azından ben canım sıkılsın istiyorum. Zira dertler var, yapılması gerekenler var, yapılması gerekenlerin ahlakı üzerine düşünmek var. Bugüne kadar biriktirdiğim ben, bana bunları söylüyor. Rahat olmaktan, geniş olmaktan ürkmem gerektiğini, yaşama daha çok güvenmenin daha çok körlük anlamına gelebileceğini...

Hep arafta yaşamak herkesin harcı değil lakin.
Kendi kudretime güvenmiyorum...

Tanrım bana bir salıncak.

22 Temmuz 2008 Salı

Thomas Bernhard'dan...

"Bütün ve tamamlanmış olanın var olmadığını anladığımızda, yaşamamımızı sürdürme olanağımız var. Biz bütüne ve tamamlanmışa dayanamıyoruz. Roma'ya gidip San Pietro Bazilikası'nın zevksiz bir yapı olduğunu saptamamız gerekir, Bernini altarı mimarî bir budalılıktır, dedi. Kendisine dayanabilmek için Papa'yla yüz yüze gelmememiz gerekir, onun da önünde sonunda tıpkı herkes gibi çaresiz-gülünç bir insan olduğunu kişisel olarak saptamamız için. Bach'ı defalarca dinlememiz gerekir, nasıl hata yaptığını saptamak için, Beethoven'i defalarca dinlememiz gerekir, nasıl hata yaptığını saptamak için, Mozart'ı bile defalarca dinlememiz gerekir, nasıl hata yaptığını saptamak için. En çok sevdiğimiz düşünce sanatçıları olsa bile büyük filozof denilen kişilere de aynı yöntemi uygulamalıyız, dedi. Öyle ya, Pascal'ı tamamlanmış olduğu için değil, aslında böylesine çaresiz olduğu için severiz, tıpkı Montaigne'i ömür boyu aradığı ve bulamadığı çaresizliği için sevdiğimiz gibi, Voltaire'i de çaresizliği yüzünden severiz. Felsefeyi ve tüm düşünce bilimlerini sırf kesinlikle çaresiz oldukları için severiz. Gerçekte biz yalnızca, bir bütün olmayan, karmaşık ve çaresiz kitapları severiz. İşte bunun gibidir her şeyle ve herkesle, dedi Reger, bir insana da o sırf çaresiz olduğu ve bütünlenmiş olmadığı, karmaşık ve tamamlanmamış olduğu için özellikle bağlanırız." (24)

(Thomas Bernhard, Eski Ustalar (Çev: Sezer Duru))

21 Temmuz 2008 Pazartesi

Tatilin unutturdukları

yaz günleri ben hatırlamıyor

Hakikaten şair abimizin dediği gibi oluyor. Bir hayvanla bitişiyorsun ve yaz günleri seni hatırlamıyor. Sadece keder ve kader değil, en şahane kardeşimiz düşünmek de ağır ve gereksiz geliyor. Sanki insanlar kıyafetlerinden kurtulup tenden ibaret kalınca, bir kısım kendiliklerini de çıkarıveriyorlar. Gurur, yara, aşk, keder gibisinden tüm biriktirilmiş haller genleşiyor ve bunların çevrelediği insan rahatlıyor. Yaz tatili kemiklerin üzerinden baskıyı alıyor.

İşte onu diyorum, güneşe yakın olmanın güvende olmakla bir ilişkisi var (Burada Pavese'nin suskun romanları geliyor aklıma yine). Güneşin içinde saran, koruyan bir anne var. Üzerimizdekileri çıkarıp altına uzanıyor ve kemiklerimizi tekrar ona emanet ediyoruz. Esirgeyen gökyüzü.

Bu rahatlıkla geliyor sınırsız sevişme isteği, bu rahatlıkla geliyor ölümsüzlük yanılgısı.

Yaz güneşi bana beni unuttururken en dipte olanı hatırlatıyor demek ki. En ilkel halimi, en çocuk halimi, en hayvan halimi.

14 Temmuz 2008 Pazartesi

One Night Stand Kadini Bloglarsa...

Yahu ben bu blog işine bir türlü yoluna koyamadığım romancılık mesleğinde bana yol açar, kolaylık sağlar diye girdim. Hani yazarım iki kişi okur, bir şey söyler, heyecanlanırım, kızarım, dönüp kendime bakarım en nihayetinde romanı sobelerim diye düşündüm. Gel gör ki blog blog gezinmekten, nöbetçi röntgencilikten romanı nerdeyse unutacağım.

Lakin alem çekici. Birkaç gündür memleketimin takma isimli özgür kadınlarının bloglarına takılıyorum. Arzular şelale dünyasının güzel insanları herifleri nasıl kepçelediklerini, aynı anda üç herifi nasıl becerdiklerini, şiddetli seksten sonra nasıl ağladıklarını falan yazıyorlar. Bunlar içinde güzel dille yazılmış, şenlikli metinler var. Mesela Pucca'nın Günlüğü çok zeki bir kadın tarafından yazılıyor. Pucca, hem çekinmeden anlatıyor; hem kendine bakıyor, kendinin eğriliklerini anlamaya çalışıyor. Sakınımsız olduğu kadar dürüst de yani. Ne denir?

Fekat bu işin suyun çıkarmış, pek dangalak arkadaşlar da var. Gündüz işe gidip, beyaz yakalarını birbirlerine sürtüyorlar; sonra da akşam ne hoş tıkırdattıklarını, heriflerinin kıl dünyasını, zihinlerinin dick-ler alemini yazıyorlar. Ne mizah, ne dönüp kendine bakmak var; oh ona da verdim, lakin buna nasıl da vermedim ekseninde geziniyorlar.

Devrin arzu halleri pek hoş tabii. Ya aniden kuvvetle arzulayıp çabucak bırakıyoruz ya da başka türlü hastalanıp kendimize saplantılar ediniyoruz. Arasını bulmak kolay değil. Blog-okur toplumu bu arzu mekaniğine maruz kalan bir grup tabii ki. Her noktada acil ve yeni bir tatmin arıyor. Tatmin dolaysızlaştıkça giderek daha çok cinsellikten beslenmeye başlıyor. Sonunda aç erkekler toplumu gidip ona da verecem buna da verecem blogları okuyor. Yazar insan ne kadar basit ne kadar direk olursa o kadar kolay hedefe ulaşıyor.

Tabii bu blogların kadınlar tarafından yazılması üzerinde de düşünmek lazım. Erkeğin cinsel maceralarını hikâye etmesi herkesin bildiği bir durum zaten. Kadın anlatınca faaantazi boyutu daha da artıyor.

Sonuçta yine özgürlük meselesine geliyoruz. "Ayıp" şeyler kimliksiz insanlarca söylenince gerçekten söylenmiş oluyor mu? Yoksa bir şeylerin söylenmesi kimsenin umurunda değil mi? Dangalak beyaz yaka gacıların dick-lenme maceralarını okuyarak dick-imizi sıvazlayıp gezmekten mi ibaret bütün olan?

Tanrım sana bir salıncak.

13 Temmuz 2008 Pazar

Facebook fotoları

Facebook'ta milletin ne kadar artiz fotoğraflar koyduğu herkesin malumu. Sanki herkes anasının karnından Holivut starı olarak doğmuş. Herkes pek atılgan, herkes pek derin bakıyor, herkes pek eğlenceli; kısacası herkeste ideal insanda ne arıyorsan hepsi var. (Sizi gidi libido canavarları!).

Ama sürekli kitaplarda ya da eski albümlerde karşılaşılan eski fotoğraflar geliyor aklıma Facebook'takileri görünce. Aile üyeleriyle beraber fotoğraf makinesine öyle melül melül bakan şık giyimli insanlar. Süslenmiş, püslenmişler, özel bir güne gider gibi gelmişler fotoğrafçıya. Ama bakıyorlar işte öyle; iddiasız ve sakin. Artizlikten nasiplerini almamışlar. Çocuklar ürkek, büyükler mahzun. İnsan fotoğrafa girip, çocukların başlarını okşamak, aile babasına "abi üzülmeyin, olur böyle şeyler" demek istiyor.

Ne acayip bir değişim olmuş; tom cruise, nicole kidman derken bir şeyler ne fena içimize işlemiş.

Herkesin artiz olduğu ortamlardan tırsıyorum ben. Herkes artiz olunca konuşulmaz gibi, insan kendini kimseye söyleyemez gibi geliyor. Çok mu muhafazakârım? Ama sana sürekli kendin pazarlatan bir kültürde yaşamak bir hakikat yarılması değil mi yahu, kendini bu denli pazarlamak kendini unutmak değil mi?

(Amanın bu blog bir "Book of Lamentations"a doğru gidiyor; üstelik ilk millenyumun dönümünde değiliz, Van gölü kıyısında hiç değiliz.)

İfşaat Devrinde Blog

Dikkat çekmek için hep daha pornografik olmak gerekiyor.
Pornoyu ilk anlamında kullanmıyorum burda. Sınırsız açıp dökmeyi, mahrem hiçbir şey bırakmamayı, bakışı kendine çekmek için en kaba güdüyü kullanmayı falan ifade eden bir kavram olarak kullanıyorum. Yani porno kendini ifşa etmede fütursuz bir sınırsızlık... Arzular mekaniğinde bir hastalık hali. İsteme prosedürlerinin meme yaptığı nokta. Tamirciye ihtiyaç duyduran doyumsuzluk.

Şimdi şu takma isimler, şu tanınmamak, şu sanal alemde ikinci hayat geyikleri pek hoş. Gerçekten hoş, alan açıyor insana çünkü; takılacak, eğlenecek, araştıracak falan bir alan. Ama sınırsız ifşaat potansiyeli alıştığımız ve hep eleştirdiğimiz yüz kızartma dengelerini alt üst ediyor ve sonra gelsin işte aha benim götüm, fotoğrafını çektim koydum size, hihihihiii... İşte son erkek arkadaşımın kıçındaki kılları çekmeyi seviyorum hihihihiiii...

Yok hayır ahlakçılık yapmıyorum ama bu ikili yaşam; birinde saklanırken, giyinirken, kendimizi kapatırken diğerinde açıldığımız saçıldığımız, kıllarımızı birbirimize gösterdiğimiz bu ikili hal hiçbir şeyi daha iyi, hiçbir iletişimi daha verimli, hiçbir muhabbeti daha dostane kılmıyor gibi.

Evet, daha çok porno daha çok özgürlük getirmiyor; daha çok mahrem resim dünyayı daha az kapalı yapmıyor. Bu işte bir yanlışlık var sevgili tunakiremitçi, bu işte bir yanlışlık var.

11 Temmuz 2008 Cuma

Luigi Tenco söylüyor...

Io sono uno
che parla troppo poco,
questo è vero,
ma nel mondo c'è già troppa gente
che parla, parla, parla sempre,
che pretende di farsi sentire
e non ha niente da dire.

Cesare Pavese

Cesare Pavese'nin büyük bir edebiyatçı olduğuna inanmıyorum. En azından şöhreti ölçüsünde büyük bir edebiyatçı değil (Şöhret ölçü müdür iyi edebiyata? Ha?). Susan Sontag'ın ünlü makalesinde söylediği gibi, onun devrinde İtalya'da ondan daha iyi pek çok yazar-şair var. Ama bu kaba kalite kontrolü çok şey ifade etmiyor. Çünkü Pavese yazdığı edebi metinlerin toplamından ibaret bir yazar değil. Onu, Orhan Pamuk'u değerlendirir gibi değerlendirmenin çok da anlamı yok.

Pavese'yi okurken bir yandan da onu özetleyen eşsiz çileyi okuyoruz çünkü. Örneğin kurmaca metinlerine bakarken, kurmacadan çıkıp Cesare'nin zihnini kurmaya başlıyoruz. Romanlarında konuşmayan iddiasız baş karakterler tepelere güneşlenmeye çıktığında, günlüğünde söz ettiği keskin yalnızlık geliyor aklımıza; Cesare'yi insanların ısıtmadığı yerde güneşe sığınmış, güneşle sarıp sarmalanmış buluyoruz. Ya da Çalışmak Yorar'da (Lavorare Stanca) boş meydanları arşınlayan işçinin ıssızlığını duyduğumuzda yazarın kendi ıssızlığını bu işçiye atfettiğini hissediyoruz. Pavese'nin yazdığı her satır belli bir ruh halini besliyor; Pavese'den okuduğumuz her şey bizi bu ruh haline daha da çok batırıyor.

İşte bu muazzam bir tecrübe.
Sürekli aynı adamı okumak, bu adamın yana yakıla kendi anlatmak istediğini bilerek sürekli aynı adamı okumak muazzam bir tecrübe.


http://www.siirgen.org/siir/c/cesare_pavese/calismak_yorar.htm
http://poesia.wikispaces.com/Lavorare+stanca

10 Temmuz 2008 Perşembe

Ezberden söylenen mısralar I

"My nerves are bad tonight. Yes, bad. Stay with me.
"Speak to me. Why do you never speak. Speak.
"What are you thinking of? What thinking? What?
"I never know what you are thinking. Think."

I think we are in rats' alley
Where the dead men lost their bones.

"What is that noise?"
The wind under the door.
"What is that noise now? What is the wind doing?"
Nothing again nothing.
"Do
"You know nothing? Do you see nothing? Do you remember
"Nothing?"

(T.S. Eliot - The Waste Land)

Sana kırmızı çok yakışıyor

Sevmek ve sevilmek arasında bir denge olması gerektiğini düşünürüm hep. İkisi arasındaki dengesizlikten korkması gerekir insanların gibime gelir. Hatta bu dengesizlikten korkmak bir ahlak ölçütüdür diye düşünürüm.
(Düşünürüm, gibime gelir, sanırım, hep kendime dönerim, hep kendime bakarım. Yalancılık devrin önemli iş sahasıdır).

Sınırsız sevilmeyi talep edenlerin korkunçluğuna her gün bir başka vesileyle tanıklık ederiz. Ama beni en çok iğrendiren aşırı sevilenlerin bu hali korumak için verdikleri çabadır. Pop yıldızı özürlü çocuğu sever, silikon dudaklı geçkin-seksi abla varoşun dokunaklı delikanlısına iş bulur, iş adamı altın kol düğmelerini fark ettirerek hemşehrisinin sırtını okşar. Her gün olur bunlar. Hayranlık artar, göz bebekleri büyür, yakalayıp da imza almak ya da pudralı elini tutmak nihai hedef olur. Aşırı sevilen karşılık verme numaralarıyla kendini korur ve hatta konumunu sağlamlaştırır.

Yani sevme-sevilme dengesizliği iktidar yaratır; ezdirir ve ezer.

İnsan çok sevilmekten korksa gerekir.
İnsansa korksa gerekir.

(Antonioni'nin Gece'sinin son sahnesi: adamın ilgisizliği, adamın iç hayatından istifa etmişliği, kadının mazlumluğu arzular aleminin dengesizliklerden yapılma bir alem olduğunu bir kez daha hatırlatır).

(Evet, sevilmek arzulanmaktır sevmek arzulamak).

Anlatmanın gereği

Bütün gerçek doğası ile bir insanı göstermek istiyorum dostlarıma ve bu göstereceğim insan benim. Yalnızca ben. Kendi yüreğimi biliyorum ve diğer insanları tanıyorum. Gördüğüm kimseye benzemiyorum; gitgide, var olan hiç kimseye benzemediğime inanıyorum.

(Jean-Jacques Rousseau)

8 Temmuz 2008 Salı

Yaz gelince

Nâm u nişâne kalmadı fasl-ı bahardan
Düşdi çemende berg-i dıraht itibardan
(Şeyh Galip)

Selahattin Batu Venedik'te

Öyle güzel anlatmış ki Venedik'i:
"Sokaklar daracık, bildiğimiz gibi. Ama hepsi büyük yapılarla donatılmış. Hangi köprünün başında dursanız, bir tarih size aynasını gösteriyor. Ve bir bütün olarak kişiliği, değişikliği olan bir güzellik bu, oymalı mermer, dövme demir, eski balkonlar, kapı kemerleri ve saraylar, saraylar, saraylar... Arada paslı bir yeşil kilise kubbesi, ya da bir gondol kanalda, nereye giderler böyle ağır ağır? Bu gölgeler, ışıklar, kişiler nereye yol alırlar? Venedik'te yalnız düş görür insan, bildiği zamanı unutur, bildiği günü yaşayamaz.." (Avusturya ve Venedik Günleri s.94)

(Viyana'yı gezerken bu cevval aristokrat, unutamıyor kendini, hep "hayatın acılığı" geliyor aklına. Benim aklıma gelen değil burnuma gelen önemli: buram buram bir seçkinlik-seçkincilik kokusu. Heyhat, zat-ı muhteremin derin sanat-doğa bilgisi yetmiyor bu koku yokmuş gibi davranmama. Ama gel gör ki Venedik, unutturuyor koca adama kendini. Koşturup duran bir çocuğa dönüşüveriyor, sanki 1925'te doktorla komünistlikten yargılanmamış, sanki hiç CHP milletvekili olmamış, sanki akademinin kalantorlarından değilmiş gibi.
Zira, Venedik'te yalnız düş görür insan.)

6 Temmuz 2008 Pazar

Yıllar geçiyor sen ne dersen de!

Bu sabah eve gelirken gördüm onu.
O, yıllar öncesinde bir gece, bana hayatım boyunca aradığım insan olduğunu hissettirmişti. (Ya işte, oğlum Mehmet Hayri, böyle biter sana kuvvet veren ironi (bitter irony) (Ah sadana gençlik...)).
Sadece bir gece çok anlam ifade etmez belki ama bu gecelerden fazla olmayınca insanın hayatında... (Bu sefer de acındır kendini! Aferin sana).
İtiraf etmeliyim, burada yazmaya çalıştığım romanı onun hayaleti şekillendiriyor. Zira yıllarca önce bana kurtuluşun cisimlenmiş hali olarak görünmüştü, umut'tu.
Bugün kurtuluş aramadığımdan olacak, bir hayalet olarak dolanıyor sadece. Korkutmayan, heyacanlandırmayan antik bir hayalet.

İşte, sabah gördüm, bir anda çıktı karşıma sokakta; aynı ciddilikte ve aynı çocuklukta. (Çocuklukla ciddiliğin bir arada var olmasıydı, onda beni en çok etkileyen galiba).
Ama bu sefer yaşlı bir çocukluk. (Susuz kalmış yüzü belli ki çok geçmeden kırışacak. Seçtiği yaşam da bunu talep ediyor zaten. (Ondakinin kendine bakmayan, kendini düşünmeyen bir güzellik olduğuydu beni en çok etkileyen galiba)).
Ben kurtulamadım. Kurtulmayı arzulanır kılan, ağrılarımı dinleme yeteneğimdi, onu kaybettim; yerine en güzelinden bir dindirme yeteneği edindim. (Ağrısız kulak delinir).
O ise devam etti. Geçen yıllar gözlerimi bozmadıysa gördüğüm o ki aynı şekilde yaşıyor. Arkadaşlarıyla birlikte, parasızlığa katlanarak, toplumun tüm yükselme-kazanma-başarma taleplerini reddederek... Aynı ciddilikte ve aynı çocuklukta. (Dert etmiyor mu kırışan yüzünü?).

Fakat neticelerin neticesinde olan şu:
Foucault okuyup Negri yazan bu ciddi çocuk nasıl uyur;
öğrenemeden ayrılıp gitmek varmış bu diyardan
bitirmek varmış son-gençliğin huzursuz rüyalarını.

(- Gitsene peşinden! Ne duruyorsun?
(- ....)).

5 Temmuz 2008 Cumartesi

Enduring Love

Ian McEwan'la son zamanlarda sürekli karşılaşır oldum. Kitap tanıtım eklerinde, ciddi akademik yazılarda, internet tartışmalarında... Bu tip durumlarda söz konusu yazarı ya hiç okumazsınız, gıcık-snob muamelesi yapılma riskini göze alarak; ya da koşturup güzel insanların güzel akışına kaptırırsınız kendinizi: beni de al Ian, beni de al!

(Gençliğin bitmek üzere, koca adam muamelesinin başını alıp yürümekte olduğu; yalnızlığı şekilsel yok etme prosedürlerinin işe yaradığına her geçen gün daha çok inanıldığı; dışta kalma artizliği artık çekilmez olduğu için falan ikinciyi seçtim)

Gidip, Enduring Love (Payidar Aşk (!)) romanını aldım.
Ve ilk 40 sayfa...
Göz açıp kapayıncaya kadar okuduğum 40 sayfa nefesimi kesti.
McEwan, müthiş bir ritimle yazıyor. Romanın farklı dinamikleri, eşzamanlı, iç içe geçerek ritmik bir şekilde akıyor. Hele ilk bölüm bu açıdan takdire şayan.

(İlk bölümde neler olduğunu anlatmak istemiyorum, okumaya niyetlenin keyfine limon sıkmayayım diye)

Ama 40. sayfadan sonrası benim için aynı zevki vermedi. Zira roman bir tansiyon romanı olarak kalıyor. İlk bölümde anlatılan vakanın heyecanıyla, anlatıcının ahlaki sorgulaması arasındaki çatışma ilkinin lehine giderek daha çok bozuluyor.

Yani, McEwan kolay olanı seçiyor.

Depresyon ve blog.

Bu blog işinin şahane bir tarafı var: özgürce kendini söylemek.
Bu blog işinin rezil bir tarafı var: özgürce kendini söylemek.
Bu blog işinin şahane bir tarafı var: kimsenin seni dinlemek zorunda olmaması.
Bu blog işinin rezil bir tarafı var: kimsenin seni dinlemek zorunda olmaması.
(Peyami Bey, kopye-kâr bendenizi affediniz.)
Sürekli depresyon bloglarıyla karşılaşıyorum. Fenayım, kötüyüm, bugün de sıkıcı-yalnız-karanlık geçti blogları. Özgürce kendini söylettiği için tedavi mi ediyor bunlar, yoksa kimsenin seni iyicene dinlemediğini anladığın için halini daha mı karartıyor?
Çok trajik bir yer bu internet yahu.
(Ne yapsam balkondan düşen çocuğun ölmemesi için bir neden bulamıyorum, gidip Seinfeld'den yeni bir bölüm seyrediyorum.)

4 Temmuz 2008 Cuma

Lanet hafıza!

Unutmakla başım çok fena dertte. Hafızam sıva tutmayan bir duvar gibi.
Ya da kocaman delikli bir elek.
(Aman ne benzetmeler aman)
Rüyalarımı da hatırlamıyorum.
Hafızanın kötü olmasıyla koşut bir şey olmalı bu.
Bu, üzerine düşündüğün hiçbir şey üzerine ayrıntılarıyla düşünememek demek.
Bu, hiçbir şeye odaklanamamak demek.
Bu, hayatta çok şey yapmak isteyen insanın cehennemi.
Sanki her şey iyi uyumamaktan kaynaklanıyor.
Tüm sorunlar, kötü hafıza dahil.
Peki iyi uyuyamamak neden?
Fiziksel bir sebep olsa ardında rahatlayıp güzelleşeceğim.

2. Bölüm

Apartmanın giriş kapısında zili çaldığımda, otuz saniye içinde kapının rahatsız edici bir zırlamayla açılacağını, dördüncü kattaki daireye, yani anacığımla oturduğum sevgili yuvamıza ulaştığımda sokak kapısını açık bulacağımı biliyordum; zira hep böyle olur. Hafif aralı duran kapıyı açtığımda annem elinde kumanda üçlü kanepeye kurulmuş, ayaklarını altına toplamış ifadesiz bir suratla televizyona bakıyordur. Ayakkabımı çıkarır, içeri girerim. Gider koltuklardan birine otururum. Ben yokmuşum gibi davranır, istifini bozmadan televizyon seyretmeye devam eder.
Beş altı dakika olmuştu ki oturalı, şofben açık git yıkan, dedi. Tamam, diyip oturmaya devam ettim. Yüzüme dönüp sesini yükselterek, tamam diyip oturursun iki saat, bir lafı da iki kere söyletme, kalk dedimse kalk gitti diye çıkıştı. Burun delikleri açılmış, alnı kırış kırış bir süre baktı bana. Dayanamayıp kalktım.
Gidip yarım küvetin içine oturdum, hafif bir titreme girdi canıma, tenim küvetin soğuk yüzeyine deyince. Baktım, kazanın içindeki su ateş gibiydi. Yavaş yavaş, alıştıra alıştıra dökündüm. Hep böyle yaparım. Ayaklarımdan başlayıp, başıma çıkana kadar yarım saat geçer.
Artık partilisin oğlum dedim kendime. Karşımdaki çiçekli banyo parkesine bakarak, hafif bir gülümsemenin ağzımı zorladığını hissettim. Galiba belli belirsiz gülümsedim.
Üstümde bornoz, yatağımın ayakucunda, kamburu çıkarabileceğim had safhada çıkarmış oturuyordum ki hışımla annem geldi. İki saattir ne yapıyorsun, diye bağırdı. Banyodan çıkmayı bilmezsin, üstünü giymeyi bilmezsin, oturma öyle aval aval, kalk çabuk sana diyorum gibi bir sürü laf saydı. Sonra gerisin geri gitti. Yemek hazırlamaya herhalde. Öylece kaldım yatağın ayak ucunda.
Göbeğimin üzerindeki kıllara baktım. Kıllarımın saçmasapan kıvrılışlarından, yönsüzlüklerinden, sertliklerinden emin olmak ister gibi serçe parmağıma doladım onları. Telefon çaldı. Oturma odasında. Annemin sesi duyuldu. Seni istiyorlar diye bağırdı içerden. Böyledir, bana gıcıklığı arttığında ismimi kullanmaz, sen der. Genelde sen der.
Şaşırdım. Bornozumun önünü kapatıp, oturma odasına seyirttim. Allah belanı versin, dedi annem, hâlâ giymemiş üstünü zıbarası. Zıbarası telefonu eline aldı. Karşıdan kibar bir kadın sesi, alo dedi. Partiden aradığını, iki gün sonra bilmem ne etkinliği öncesi toplantı düzenlendiğini, katılırsam arkadaşlarla tanışma şansı bulacağımı falan söyledi. Hem biz de sizi yakından tanıma şansı buluruz, dedi. Kapattı. Sağolun hanfendi, teşekkür ederim.
Arkamı dönünce annemi gördüm. Kimdi arayan, dedi. Arkadaş dedim. Senin arkadaşın da mı var? Var, dedim, eskilerden. Görüşelim diyor. Görüş tabii, evde kalmış kızlar gibi gömülmüşsün evin içine. Hadi çabuk gel, yemek hazır dedi.
İçimi bir korku sardı.
Yemekten sonra, çabucak yatağa girdim. Hayal kurdum. Evim kalabalıktı, üstümde beyaz bir gömlek vardı, mutfaktan salonda oturanlara meyveler, pastalar götürüyordum habire. Salonda bir sürü genç kadın vardı. Annem yoktu. Bütün kadınlar çiçekli uzun elbiseler giymişti. Gülüyordum. Kumral tenli, incecik biri çayları dolduruyordu.
Rüya değil dedim bu, bu hayal.
Çayın bitti mi diye sordu yanıma yaklaşıp. Yüzünü o an seçiverdim.

Yaşayabilseydim yazar mıydım hiç şiir?

Yazmak ile yaşamak arasında hep söylenen ayrıma, trajik seçime inanıyorum. Neşenin adi bir duygu olduğuna, insanı normalleştirdiğine, gülünce sorgulamayı bitirmeye eğilimli olduğumuza, neticede rahatlığın insanı mal yaptığına inanıyorum.
İnsanın acıdan kaçıp hazza sığındığına da inanıyorum.
Ama yine de hem yazmak hem yaşamak istiyorum.
Hem trajik seçimin sıçtığı bir nokta yok mu? Hem yaşamadan hem yazmadan pekâla oluyor, pekâla dönüyor dünya. (Lakin bunu kimse mesele etmiyor.)
O zaman neden, neden hem yazmak hem yaşamak mümkün olmasın?
Neden güler yüzlü, sevimli, çiçek desenli uzun etekli hop hop kızlar yazmasın?
(Söylediğime kendim de inanmıyorum. İnanmak kelimesinin genişliğine ve kudretine sinir oluyorum.)
Sıçarsın Mehmet Hayri.

2 Temmuz 2008 Çarşamba

An

Edebi metnin bir hali var ki (tüm edebi metinleri tek bir metin gibi düşünmek istedim)...
Yok, olmadı. Başlayamadım.
Ana odaklanan. (Ne demek bu?) Çok küçük bir zaman birimine demek istiyorum, şimdi anlamında kullanmıyorum an'ı.
Eeee?
İşte bu çok küçük bir zaman dilimine odaklanan. Ki bu zaman birimi alelade bir zaman birimi değil. Yani, özel bir zaman birimine odaklanan. (Kırılma, aşma, yön değiştirme, başkalaşma vs gibi hallere mekanlık yapan bir zaman birimi. Hmmm)
Ve işte bu anda birikmişi ortaya koyan. (Memenin gazını alan). Evet memenin gazını alan ama bize gazı tanıtan.
Bu anları açan bir yazar olmak istiyorum.
İşte öyle.
Bir de anlatabilsem.

1 Temmuz 2008 Salı

Bir arkadaş..

Muazzam bir tarafı varsa bu arkadaşımın, yavaşlığıdır. Muazzam bir yavaşlık, muhteşem bir tereddüt.
Yok hayır, tereddüt falan yok arkadaşımda. Bezemeye gerek yok. Onda olan yavaşlığın ta kendisi. Ama öyle olgun bir yavaşlık falan değil. (O ne demek ola?) Yani mesela düşünmekten yapılma bir durgunlaşma değil. Bedenin normalden çok daha yavaş işlemesi. Durmaya yatkınlık. Ebedi ve ezeli bir kalma arzusu.
Ama üzerinde durmak istediğim bu değil. Burada sözün dizine yatırılacak bir şey varsa o arkadaşımın yavaşlığının beni nasıl çileden çıkardığıdır.
Arkadaşının yavaşlığına dayanamayan ben neye dayanabilirim ki?
Neye bağrımı açabilirim, ne için fedada bulunabilir, nasıl sevebilirim?
Ki?
(Yağmur yağmamazlık edemez. Taş düşmemezlik.)

30 Haziran 2008 Pazartesi

Kadınlara benden bir defter...

Orada burada rastladığım, konuştuğum, gördüğüm--her neyse işte sadece bir tutam iletişime geçtiğim-- kadınları anlattığım bir defter tutuyordum. (İletişim böyle bir şey değil biliyorum) Bu bana pek zevkli bir iş gibi geliyordu. Ana hapsolan, çabucak unutulan imgeye uzunyaşarlık kattığından mı? Sanki.
Ama bu zevkli işin içinde ifşa edilmezse olmaz bir vurgu da vardı. Yalnızlık örten bir şeydi kadınları yazmak. Yalnızlığı örtüyordu zira yazarken onları kendimin kılıyordum. Bir anlık imge; bir küpeye, bir gülüşe, şekilli bacaklara falan duyulan anlık bir odaklanma eklemelerle genişleyen hatta baştaki odağını kaybederek genişleyen ve derken devam ettirilen, yapılan, şekillendirilen bir kadına dönüşüyordu. İçimde bir kadına.
Peki sonra neden bıraktım?
Herhalde yazarak yalnızlığı örtmek en aptalca yalan olduğundan. Her yeni yazılan kadın yalnızlığı hatırlattığından ve hatta koyulaştırdığından.
Yazmak insanı konuşmaz kıldığından.

16 Haziran 2008 Pazartesi

Gece

Sessizliği yok gecenin. Burada yok en azından. Bana yok.
Dışarının gürültüsü değil, içerinin, zihnimin gürültüsü ima ettiğim.
Kadınları düşünmek gibi değil.
Çocukluğu düşünmek gibi.
Sessizliği.
Düşünmek.
Gibi.

15 Haziran 2008 Pazar

Beni Anlaması.

Okuduğum şeyler üzerine düşünmek istiyorum. Uzun uzadıya, sessiz sessiz, dağılmadan düşünmek. Bunun bunca olmaz olması...
Parçalanmaya varıyor her düşüncenin sonu şimdi. Takip etmek, devam kurmak, çizgi olmak istiyorsam var bir beni anlaması...
Kimin seni anlaması?
Mesela bunu düşünmeye kalksam.
Yok saçma sapan konuşuyorum yine.
Konuşmanın sanal devam çizgisi.
Takip ediyor bir şeyler bir şeyi yanılgısı.
Kılgısı.

1. Bölüm

Asansör bozukmuş. Merdivenleri kullanmak zorunda kaldım. Beşinci kata çıkacaktım. Heyecanlıydım fazlasıyla, nefes nefese kalmamak için adımlarımı daha da bir yavaş attım. Ter kan içinde kalmayayım diye konuşurken paltomu çıkarıp, elime aldım. Şişko, dedim kendime, şişko.
Sabah evden çıkarken annem, nereye gidiyorsun diye sorunca, Ersin’i göreceğim dedim, ne zamandır görüşmüyoruz. İyi dedi, görüş tabii, gözlerini aç iş de bak, o Ersin akıllı çocuk, çevresi geniştir, sorsun soruştursun. Tabii, tabii diyecektim. Demedim, çıktım.
Ersin liseden arkadaşım, sarışın, uzun boylu güzel çocuk. Avukatlık yapıyor. Dört senede, çakmadan bitirdi hukuku. Babası güzel bir yazıhane döşedi Şişli’nin ortasında, o da hemencecik çapkın gençliğini atıverdi üzerinden. Üç senedir görmüyorum, fakat eskiden sık sık bize gelip gittiğinden, annem Ersin’le hâlâ samimi olduğuma inanmazlık edemiyor. Ne zaman bir yere gidecek olsam Ersin’e gidiyorum diyorum. Galiba bu hoşuna gidiyor. Selam söyle diyor benden, mutlaka bir akşam yemeğe de gelsin. Mevkili misafir.
Merdivenlerin hemen ilk basamaklarında iki gençle karşılaştım, biri kız biri oğlan. En fazla yirmi yaşlarındalar. Kız, tam karşımda benden iki basamak yukarıda, oğlanı çekip kendine bir güzel öptü. Oğlan kızın beline doladı ellerini. Kızın üstünde ne güzel uzun bir siyah etek vardı. Baştan başa şerit şeklinde rengarenk işlemeler süslüyordu üzerini eteğin, upuzun oluyordu kız. Tam yanımdan geçerken oğlan kucakladı kızı, hop kaldırdı yukarılara doğru, sonra kibarca yere indirdi. Kahkalar çınlattı apartman boşluğunu, yanımdan geçip gittiler. Arkalarından bakmak istedim de, utandım. Kızın uzun siyah saçları kaldı aklımda.Yüzünü unuttum diye üzüldüm.
Birkaç sene önce annem, gözlerimin içine içine yarı yapmacık yarı sahici bir kahırla bakıp oğlum farkında mısın evlenme yaşın geçiyor demişti. İşte bak bir baltaya sap olamayınca, kuramayınca hayatını seni alan da olmaz. Komik olayım dedim, anne ya ben de bu yakışıklılık varken alan olmaz mı? Git, çorba kaynıyor mu bir bak, kaynıyorsa karıştır, dedi.
Çorba kaynıyordu, başında durup karıştırdım.
Kumruların muhabbeti yüreğimi burkmuş bir halde tırmanmaya devam ediyordum ki, yaşlı bir adam, oğlum, dedi diş doktoru Fehim Gürbüz’ün muayenehanesi kaçıncı katta acaba? Bilmiyorum, dedim boğuk bir sesle, yazmıyor mu girişteki tabelada? Dikkat etmedim ki, dedi. İki kat çıkmıştım, neresinden baksan elli basamak. Ve bu beli eğrilmiş moruk da aynı şekilde. Tahmin ettiğim gibi rica etti, bir bakabilir misin kaçıncı katta diye. Tabii dedim gülümseyerek, bi koşu bakıp geleyim. Koşa koşa indim, koşa koşa çıktım. Üçüncü katta, bunun bir üstünde beybaba. Ah genç olmak ne güzel dedi, bir koşu inip çıktın, Allah senden razı olsun, asansörü bozanın da belasını versin. Zoraki gülümsedim. Ter kan içinde kalmıştım. İkinci katın aralığında durdum biraz. Ne demiştim en başta, nefese nefese kalmak, tere boğulmak, pespembe alık bir suratla karşılarına çıkmak istemiyordum. Durdum, bekledim; amca çıktı yukarıya.
Kahvaltıdan önce kızkardeşim aramış, ben uyurken. Talat ona, “o” ben oluyorum, iş verecek burada, demiş. Burası dediği de Mersin oluyor. Yeni mağaza açmış enişte bey, çalışacak güvenilir eleman arıyormuş. Ben tezgâhtarlık yapamam dedim. Oğlum tezgâhtarlık değil, mağaza sorumlusu dedi annem. Üniversite mezunu adam tezgâhtarlık yapmaz dedim. Allah belanı versin dedi, git o zaman kendine adam gibi bir iş bul. Onda çalışmam, bunda çalışmam.
İki sene önce, annemin pek eski bir arkadaşı mıymış neymiş, duymuş işsiz olduğumu, bu garibi bir yere sokalım demiş. İte kaka soktular bir muhasebe şirketine. İktisat mezunuyum ya, muhasebeden anlar demişler. Benim gibi dokuz kişi çalışıyor. Günde on saat, cumartesi dahil. Bana bir masa, bir bilgisayar verdiler. Üç kuruş para ve öğlenleri yemek. Herkesin suratı beş karış. Rakam topla rakam çıkar.
Allah belanı versin, dedi annem. Bari bir ay kalsaydın da iki kuruş para getirseydin eve. Bok mu var, eve tıkılıp oturacaksın. Yeter artık bıktım senden, bir gün işe yaradığını görmeyecek miyim senin? Sen üniversiteye giderken bebe olanların şimdi eli ekmek tutuyor. İşte aynı şeyler, sayıp dökmeye devam etti. Akşam oldu, gel de yemeğini zıkkımlan dedi. Kuru fasulye, pilav, salata.
Biraz nefeslendikten sonra, devam ettim merdivenleri çıkmaya. Yaşlı adam üçüncü kattaki kapılardan birinin önünde bekliyordu. Oğlum, dedi bu katta hiç dişçi yok. Yanına gittim, beraber baktık. Gerçekten tabelaların hiçbirinde amcanın aradığı isim yoktu. Acaba dedim, zemini ayrı kat sayıyorlar da burası ikinci kat mı oluyor. Amca suratıma alık alık baktı. Dur ben bir yukarı kata bakayım dedim. Evet, sağdan ilk kapıda Diş Hekimi Fehim Gürbüz yazıyor. Aşağı inip, amcaya haber verdim. Yordum seni dedi, ama tabii gençken insan hiç yorulmaz inmekten çıkmaktan. Amca, hani gençlik dedim. Dedim mi? Galiba demedim.
Amcayı, diş hekimine bıraktıktan sonra içime bir ağırlık çöktü, canım sıkıldı. Ya acaba gitmesem mi dedim. Muhasebe bürosunu hatırlattı bu bana. Her sabah aynı sıkıntı, her öğlen yemeğinden sonra aynı. Her işe başlama ayininde aynı ruh sefaleti. Korkuya bulanmış bir iç sıkıntısı. Sanki çalışsam, toplayıp çıkarmaya dalsam önemli bir şeyleri kaçıracakmışım gibi gelirdi, aklım yarım saat rakamlara karışsa çeneme bir kilit inerdi. İyice garip bir yaratığa dönerdim; en açık soruya cevap veremeyen, gülmesi gereken yerde yarı gülen yarı ağlayan handiyse felçli bir suratla bakacağı yeri şaşıran bir yaratığa. İfadelerin insanları en çok kaçıranıyla donanmış garip bir yaratığa.
İşte şimdi beşinci kata çıktığımda, kapıyı açıp içeri girdiğimde böyle olmak istemedim. Az çok güvenli durmak, sıkılmadan konuşmak, niyetimi anlatmak. Birkaç gün evvel, cep telefonu satıcısında yaşadığım kâbusun bir benzeri, esasında yığınla yerde yaşadığım daralmaların bir benzeri olmasın istedim. Geçen perşembe ablam, ki bu biz üç kardeşin en büyüğü, annemin de ısrarıyla bana bir cep telefonu almaya kalktı. İstemedim, enişte parasıyla koskoca adama cep telefonu mu alınır? Ama işte ana kız tek ses olup ısrar ettiler. Kardeşimle beraber mağazaya gittik, o önde ben arkada. Uzun, ince, esmer bir kızın durduğu standa yaklaşıp cep telefonlarının özelliklerini, fiyatlarını falan sormaya başladık. Daha doğrusu kızkardeşim sormaya başladı. Satıcı kız telefonun bana alındığını duyduğunda doğrudan bana yöneldi, ne istediğimi anlamak için sorular sordu. Ve bir karanlık, mağazaya daha girmeden sokakta beni yakalamış bir karanlık başımdan aşağı saçıldı kız soru sormaya başlayınca; bir darlık soğuk soğuk terlemeyle beraber beni iyice kekeme, tümden konuşamaz yaptı, tanrım ben ne yapıyorum bu dükkanda, ne işim var, ne keskin gözleri var kızın derken elime tutuşturduğu cep telefonu kayıp avucumdan yerde birkaç parçaya ayrıldı. Kardeşimin nefret dolu, utanç dolu gözleri kaldı hatrımda sipsivri.
Mağazalar, kalabalık sokaklar, plajlar, misafirlikler, o gürültülü insan gruplarının doldurduğu her yer. Kahkahalar ve ben karşılarında gerilmiş bir yay, kendimi eğip bükemem, olsa olsa devrilirim gürültüyle. Onlar da görürler, bilirler zaten. Nevres’in garip oğlu, o kadar okuyup hâlâ yanında oturan oğlu, okulda da başarılıydı ama çok asosyalmiş bir Nevres’in oğlu, pek babasına çekmiş diyorlar Nevres’in oğlu. Babamı karıştırmayalım lütfen diyesim var, diyesi var Nevres’in oğlunun. Babamda mı yaylaşırmış, babama da kilit inermiş mesela işe başvururken, sokakta ona saat sorduklarında ya da bir kızla göz göze geldiğinde otobüs durağında. Yadigâr kala kala bu mu kalmış yani babamdan bana?
Bakalım dördüncü katta kimler var, diyip koridoru baştan aşağı gidip geldim birkaç kere. Genelde doktorlar, bir tane de mühendislik bürosu. Ellerim yapış yapıştı, tuvalet var mı diye baktım şöyle bir. Göremedim. Koridor boştu, üçüncü voltamda gidip koridorun sonundaki pencerelerde durdum. Yukarı çıkmamak için yine elinden geleni yapıyorsun dedim kendi kendime. Birkaç küfür yuvarladım. Şu soğuk, karanlık güne bak, dedim. Camın buğusundan renkleri seçilmeyen dört-beş katlı birbirine benzer binalara, sokakta koşuşturanlara, düdüğünü öttürerek geçiren tramvaya baktım. Zaman biraz aktı da rahatladım sanki. Hemen sonra korkunç bir çatırtı oldu, sıçradım yerimde. Yanıbaşımdaki kapı açılmış meğerse, beyaz önlüklü bir kadın yaşlı bir nineyi çıkardı dışarı. Onlarla ilgilenmiyormuş gibi yaptım, bana baktılar, baktıklarını farketmemiş gibi davrandım. Sonra hızla arkama dönüp merdivenlere doğru yürüdüm yaşlı kadınla hemşireyi iki adımda sollayıp.
Merdivenin başında durdum. Kalbim hızla çarpmaya başladı. İki basamak çıkıp tekrar durdum. Arkamı döndüm ki kadınla hemşire üç-dört metre arkamdalar, gözlerini dikmiş bana bakıyorlar. Bok gibi hissettim kendimi, basamakları koşar adım tekrar çıkmaya başladım. Yüzümü gözümü ter bastı. Yerlerin gri, beyaz noktalarla süslü soğuk taşlarını farkettim. Babaannemin oturduğu apartmandaki taşların aynısıydı ve babaannemin apartmanı gibi merdivenlerden yukarı çıktıkça nem ve soğuğun karışımından bir koku daha seçilir oluyordu. Tek fark dedim kendime, tek fark yağda kızarmış salça kokusu yok burda.
Merdivenlerin bittiği, nefesimin boğazıma tıkandığı yerde, hemen sağdaki kapıda aradığım amblemi gördüm; amblem kahverengi kapının sıradanlığını kızgın renkleriyle bölüyordu. Kapının önüne gelip durdum. Durunca, daha bir ısındı vücudum, titreten bir ter boşandı. Adım gibi eminim ki, pespembe kesildim. Alelacele, merdivenleri çıkarken elime almış olduğum paltomu sırtıma geçirdim. Düşünmeden zili çaldım, geri dönmeye fırsatım olmadı. Çok geçmeden kapı açıldı. Siyah saçlı, uzun etekli, esmer, gözlüklü bir kız merhaba dedi.
Merhaba dedim boğuk bir sesle kızın ifadesiz yüzüne; üye olmak istiyorum da.

32 yaşında, şişman ve keldim. 32 yaşında sevgilisiz ve annesiyle yaşayan, şişman ve kel ben partiye üye olmak istedim.
İçeri buyurun, dediler.
Girdim.