31 Aralık 2008 Çarşamba

Kara Kartal oley!

Futbolun sadece futbol olmadığını Simon Kuper bey yazdığından beri iyice belleklerimize kazıdık. Lakin 1980 sonrasının Türkiye’sini baştan başa kat eden büyüme maceramız, çocukluğumuzun masum oyunun siyaset ve ekonomiyle “iki kaşık gibi iç içe” olduğu durumlara o kadar sık şahitlik etti ki, Kuper olmasa da herhalde durumdan bir şeyler çakardık. Zaten memleketin her vicdanlı taraftarında aynı his kabarmadı mı; çocuklukta Metin-Ali-Feyyaz’la masum rüyalar görürken, büyüklükte takımımız gol attığında kıllanır, tribüne gitmekten çekinir, gazete manşetlerinden korkar olmadık mı?

Evet, bir zamanlar masum rüyalar vardı.

Boyalı basının tacizinden bunalmış hafıza hayal meyal de olsa bu rüyaları hatırlıyor. İşte Kara Kartal çamurdan yürünmez olmuş Şeref Stadı’na çıkıyor, olmadı Dolmabahçe’de basının acıyan bakışları altında betonda antrenman yapıyor, Fener paraları Yugolara yedirip futbolcu kıyımı yaparken o altyapıdan yetiştirdiği okumuş ama alçakgönüllü futbolculara güveniyor, efendilerin kralı İngiliz babamız Gordon Bey başarının erdem ama başarıyı sükunetle karşılamanın daha büyük bir erdem olduğunu bize sezdiriyor, Süleyman Bey’e memur başkan dediklerinde yürek burkulmuyor tam tersine göneniyor, şampiyonluk geldiğinde Mümtaz Hoca dayanamıyor spor sayfasında “halkın takımı”nı yazıyor ve işte sağ kanattan halk çocuğu kaptan kamburunu çıkararak sıfıra iniyor, meşin yuvarlağı gönlümüzün doksanına ortalıyor...

Durmadan soruyorum, bir kez daha sorayım: Heyhat, nerelerden nerelere geldik?

Kara Kartal eskiden yarışmaz olduğu bütün huzur bozan kategorilerde lider oldu. Halkın takımı tarih olmakla kalmadı; efendilik, alçakgönüllülük, az konuşurluk küçümsenir sıfatlar sınıfına koyuldu.

Şimdi, gönül çocukluğun soğuk gecelerinin güzel anılarını yad etmesin de ne yapsın?

30 Aralık 2008 Salı

Gazetemde yazarım, keyfime bakarım.

Melih Aşık'ın Milliyet'teki son yazısı beni bir kez daha gazetecilerden nefret ettirdi. Melih Bey, Ermenilerden özür dileyen aydınlar hakkında atıp tutmuş. Aydın öyle olmazmış da, böyle olurmuş da, bunlar naylon aydınımış da, dattara dattara da...

Açık açık bunlar satılmış diyor, kendi çıkarlarının peşinde diyor, dışarıdan bunları güdüyorlar diyor. Yığınla kötü niyet suçlaması yani.

Elbette Melih Bey ya da bir başkası yapılan şeye katılmayabilir, doğru bulmayabilir, yapanların yanlış yaptığını savunabilir. Kendi tezini anlatıp, karşı tarafınkini sakin bir şekilde çürütmeye çalışabilir. Bütün bunları hakaret etmeden yapabilir. Ama bunu seçmiyor. Ortada tartışma gerektiren bir durum yok ki! Bunlar satılmış diyip çıkılıyor pek güzel işte! E tabii şimdi tribünler Melih Bey'i üçlüye çağıracak. Yığınla tezahürat, omuzda stad turu falan. Yürü üstad kim tutar seni be!

Bu bir kültür esasında. Melih Aşık'ın tavrı işte diyaloğun önünü kapatan, insanları konuşmaktan çok yaftalamaya düşmanlaştırmaya yönelten bu kültürün ürünü. Memlekette gazeteciliğin kılcal damarlarına kadar sinmiş bir hal bu.

Mesela Ahmet Hakan çok iyi başardı bu halden nemalanmayı. Ne güzel efendi bir sunucuydu, ama o da üçlüyle çağrılmak, kalın bileğini milyonlara göstermek istiyordu. Her yazısı bir başka skandal, bir başka patırtı hamlesi oldu. Sonucun ne olduğunu memleketçe görüyoruz:Tribünler onu sırtında taşıyor.

Bir başka örnek Taraf'ta yazan Rasim Ozan Kütahyalı. Deniz Gezmiş'in solcu olmadığını, tam tersine İttihatçılığın varisi olduğunu söyleyen birkaç iddialı yazı yazdı önce. E tabii ses geldi. Sonra, hooop köşe yazarı oldu. Şimdi her yazısında esip gürlüyor.

Mesele iddia ettiklerinin yanlışlığı ya da doğruluğu değil. İddia ettiğini keserek biçerek, abartarak, karşı tarafın iddiasını karikatürleştirerek söylemesi. Ve tabii daha korkuncu böyle yaptığı için ödüllendirilmesi.

Zira gördük ki Kütahyalı'nın bu iddiaları, Doğan Gürpınar adlı bir akademisyenin çalışmasından çalıntı imiş. Gürpınar bunu Taraf'ta yazdı. Kanıtlarıyla intihal (akademik hırsızlık) olduğunu gösterdi. Kimse ses çıkarmadı, tam tersine Kütahyalı gazetede işe alındı! Kimin umrunda tabii ki hırsızlık? Kütahyalı sansasyonel olmaya yatkındı, saldırmaktan korkmayan bir umursamazlıkla doluydu. Yani işe yarardı.

Nietzsche, Ecco Homo'da "gazete okurları"ndan bahsediyordu nefretle. Haklılık payı yok mu bu nefrette? Zira galiba gazetenin, gazete okurluğunun doğasında olan bir şey yaratıyor bu adamları. Sonuçta o gün tüketilen bir şeyden bahsediyoruz. Zaten ağır bir şey olsa sindirmeye vakit olmayacak. Onun için ne kadar çabuk, ne kadar hızlı, ne kadar sert olsa o kadar iyi. (Nuri Alço'nun viskisi gibi!). İnsanlar bunu seviyor, işte burda saydığım yazarlar gibi "cesur yürekler" de bu istenen şeyi arz ediyor.

Nerelere gidelim, nasıl edelim a dostlar? Kolay yargılar hatta yargısız infazlar dünyasında elbette İsrail Gazze'yi bombalaya devam edecek, elbette Amerika daha nice Iraklara girecek, elbette daha nice millet toprağından kovulacak.

Zira patırtı esnafını üçlüye çağırmaya bayılıyoruz.

26 Aralık 2008 Cuma

lubos motl: fizik'in zort dediği yer!

Lubos Motl, Çek bir fizikçi. Ama benim için daha önemli olan tarafı şu: Motl, blog aleminin yıldızlarından. Bilimsel blog takipçileri için o bir ikon, bir dedikodu nesnesi.

30'lu yaşlarına varmadan Harvard'a hoca olarak katılmış Motl. Çok tartışılan "String Theory"'nin kurucu isimlerinden biri. Fakat birkaç sene sonra, Harvard'dan ve genel olarak akademiden ayrılmış, memleketine dönmüş.

Daha doğrusu o böyle söylüyor. Başkalarına göre Harvard onun bilimsel makale yazmak yerine çılgın bir hızla blog yazarlığı yapmasına ve yazılarının "politically correct" olmaya yanaşmayan saldırgan üslubuna dayanamamış ve Motl'u istifaya zorlamış.

Motl "sağcı" bir fizikçi! Küresel ısınmayı bir yaygara olarak görüyor, kadın bilimcileri sakınmadan aşağılıyor, çevrecileri ise bilimsel olmayan çıkarcı şantajcılar olarak değerlendiriyor. Tabii ki şaşmamak gerek, bloğu Scientology tarafından en iyi fizik bloğu olarak öneriliyor.

Sayfası okunduğunda ne kadar zeki bir adamla karşı karşıya olduğumuzu anlamak kolay. Ama ilginç olan zekâsı değil; bu zekâya eşlik eden öfkesi, kabalığı, yıkıcılığı vs. Sözünü sakınmıyor Lubos, beğenmediği kitabın yazarını yerden yere vuruyor, hem de öyle akademik alanda kalmayla yetinmeden, sık sık düpedüz hakaret ediyor.

Motl'a ne olduysa olmuş, bir şeyleri nasıl yaşadıysa yaşamış ve neticede öfke ve kin cinleri kanına girmiş. Bunu alıp cebime koyuyorum. Ama cevaplamak istediğim ama bir türlü cevaplayamadığım soru dimdik ayakta: Bu genç bilimcinin öfkesi neden küresel ısınma karşıtlarına, kadınlara ya da çevrecilere yönelik? Neden sanayicilere, savaşkan Cumhuriyetçilere vs değil bu öfke? Üstüne Lubos ne Teksas'ta bir çiflikte büyümüş ne Amerikan kültürüyle yetişmiş. Lisansını bile okumamış Amerika'da!

Merak edenler, "Okuyorum" bölümünde Motl'un bloğu için link bulabilir.

24 Aralık 2008 Çarşamba

Gaza gelmek.

Öyle çok zaman geçti ki, hatırlayınca garip geliyor şimdi.

Gariban bir arkadaşım vardı. Arkadaştan çok abi esasında, benden dört yaş büyüktü. Üniversite sınavına hazırlanmaya çalışıyor, ama bir türlü hazırlanamıyordu. Parasız pulsuzdu falan ama çulsuzluk değildi çalışamamasına sebep. Öyle işte, günlerini havaya bakıp, müzik dinleyerek geçiriyordu. Dediğine göre aranjör olmaktı niyeti. (Anlaşıldığı üzere enteresan bir arkadaştı kendisi!).

Böyle haller vardır işte. Daha doğrusu girdiği halin içinden çıkamamaklar vardır da biz üzerine hiç kafa yormayız. Yani çalışamıyordur, çalışmak içinden gelmiyordur ve olmuyordur işte yapamıyordur, neticede tavana bakıp Bruce Springsteen dinliyordur. Böyle bir hal vardır ama biz ille kati sebepler ararız. Açıklama olsun da kaç kırat olursa olsun deriz. Oysa sebepsizlik diye bir şey vardır, bazen kal gelir ve kalırız.

Neyse, ben bu arkadaşın halimi kendime dert edinmiştim. Bir taşralı duyarlılığıyla, çalışsın diye kendi çapımda planlar yapıyordum. Kendini toparlaması, ekmeğini kazanacak düzgün bir yol bulması, düzgün bir üniversiteye girmesi mesele olmuştu benim için. Onu harekete geçirecek bir şeyler arıyordum.

Derken hareket hiç beklemediğim bir yerden çıkageldi.

Gelen Ernest Hemingway'di, daha doğrusu onun hayat hikayesi.

Bir gün kahvehanede otururken anlatmıştım Ernest'in sıfırdan neler yaptığını, büyük zayıflıklardan saygı uyandıran kudretler yarattığını.

O günden sonra anlamadığım bir hızla arkadaşım için bir tutkuya dönüştü Ernest. Beni yakaladığı yerde "anlat anlat" diyordu. Anlattığım şeyleri bir daha bir daha anlattırıyordu. Arkadaşım için tam bir hayat mücahidi örneği oldu Ernest ve onu baştan aşağı değiştirdi. Bruce öldü, sonra sırasıyla iyi bir üniversite, iyi bir iş, sonra güzel bir evlilik, en sonunda güzel paralar geldi.

Tavana bakıp Springsteen dinleyen adam bir anda korkusuzca okyanuslara açılmıştı yahu!

Düşündükçe hâlâ şaşırıyorum. Nası yani? Var mıydı böyle bir değişim; dumanlı bir kahvehanede anlatılan epik bir biyografi bu kadar kuvvetli olabilir miydi?

(Senede ancak bir ya da iki kez görüyorum artık. Hemen beni güzel bir lokantaya götürüyor ve "anlat anlat" diyor, "Ernest çok zayıfmış ama çalışıp süper bir boksör olmuş". Anlatıyorum. Hikâye bitince dönüp uzun uzun pencereden dışarı bakıyor. Ne düşünüyor, bilmiyorum.)

23 Aralık 2008 Salı

Canan, sana kırmızı bir gül versem...

Canan, sana kırmızı bir gül versem, yanakların al al olsa...
Öylece kalsan, bir daha konuşmasan.
Fır fır etek giysen, hep çocuk kalsan.
Ya da hep pasta yapsan, hiç mutfaktan çıkmasan...
En eski hallerine dönsen hatta,
Örtülere dolansan, pencere kenarlarından utansan...
Sana bir kırmızı gül versem, yanakların al al olsa,
Koşup arka odalara saklansan,
Kalsan orda öyle, bir daha hiç çıkmasan...

(Cananların Conan olduğu memlekette neyin umuduyla yaşayalım, kimi kimi şikayete edelim, derdimize nasıl çare bulalım?)

Pascal, beni de diskoya götür.

http://www.milliyet.com.tr/Guncel/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&Kategori=guncel&KategoriID=&ArticleID=1031045&Date=22.12.2008&b=Ermeni%20vatandasin%20yorumu&ver=14