30 Ekim 2012 Salı

Çok insan.

Çok kitabı, çok bilgiyi, çok kanalı, çok sesi kaldıramadığım gibi çok insanı da kaldıramadığımı düşündüm.

Başa çıkamadığım bütün çoklukları tekrar eden, tekrar ettikçe katılaşan, katılaştıkça delikli hafızama direnen nenlere dönüştürmeye çalıştığım gibi; çok insanları da azaltmaya, aralarından bazılarını tutup tekrar eden katılıklara dönüştürmeye çalıştığımı düşündüm. Bunun fena halde ihtiyacında olduğumu düşündüm.

Ne çok isim unuttuğumu değil sadece, hatıraları aklımda tutamadığımı ve böylelikle hatıra olmaklıktan çıkardığımı düşündüm.

Çalışmak zorundaydım ama onun yerine kendi halime üzüldüm.

Benim Senilita'm.



16 Ekim 2012 Salı

Ölüm hiçbir şeye yanıt değildir.


ılgar giden

Bugün atım ılgar gidiyor
Dört ayak vuruşu kalbimle bir
Sorudur bilincin kamçısı ya
Ölüm hiçbir şeye yanıt değildir


(Mahmut Temizyürek'in Yalangezen'inin açılış dörtlüğü)

4 Eylül 2012 Salı

Akademisyenlerin çoğu.

''Ve onlar hiçbir zaman kendilerini düzeltmek için en küçük bir gereksinim bile duymadılar, tümü de onlarca yıl öncesinde kaldı ve bununla yetindiler. Ben kendimi düzeltmek için her şeyi alıp özümserken onlar bu yönde en ufak bir çaba göstermediler. Akademisyenlerin çoğunun akademik eğitimlerini bitirdiklerinde varoluşları için yeterli şeyi yaptıklarına inanmaları, bilgi ve deneyimlerini, karakterlerini geliştirmek için bir şey yapma zorunluluğunu duymamaları gibi, çünkü varoluşlarının doruk noktasına ulaştıklarına inanırlar, tıpkı tanıdığım doktorların büyük çoğunluğu gibi.''


(Thomas Bernhard'ın Yok Etme'sinden. Çev. Sezer Duru.)

Bilgi Üniversitesi'nde işten çıkarmalar ve bir çığlık.

DEĞERLİ HOCALARIMIZ, SAYIN BİLGİ ÇALIŞANLARI

Hepinizin bildiği gibi Bilgi Üniversitesi el değiştirdiği günden itibaren Bilgi'nin tüm çalışanları için sıkıntılı günler başlamış oldu. Taşeronlaştırmayla başlayan bu sıkıntılı süreçte başta destek personel olmak üzere herkes huzursuz oldu. Herkes ne yapacağını düşünürken akademik personel bir imza kampanyası ile taşeronlaştırmayı durdurdu. Taşeron olayı belki durdu ama tüm Bilgi çalışanlarına dönük haksızlık-hukuksuzluk ve adaletsizlik sürdü. Öğrenci sayısı sürekli arttığı halde birçok arkadaşlarımızı işten çıkarttılar. Müdürler ve amirler arkadaşlarımızı odalara çekip susturmaya, örgütlenme hakkımızı engellemeye çalıştılar. Özellikle temizlik işçilerinin iş yükünü çok ağırlaştırdılar. Eskiden 50 kişinin yaptığı için 30 kişiye yaptırtmaya başladılar. Yol parasından kesinti yaptılar. 2009'da 730 lira olan ücret 2012'de ancak 780 liraya çıktı. 5-10-20 liralık zammı da performans diye birşey çıkarttılar, keyfi olarak zam yaptılar.


Hepinizin bildiği gibi Ağustos'un ilk haftasında Dolapdere'nin taşınmasına başlandı. Bizim görevimizle

hiçbir ilgisi olmayan bu ağır eşyalar riski alarak kan-ter içinde taşırken aslında kendi sonumuzu
hazırladığımızı bilmiyorduk. İş biterken neredeyse bize ödül olarak kapıyı gösterdiler. Biz de, uğradığımız haksızlığa karşı direnmeyekarar verdik. Biz kazandığımız 750-800 lira ile mesaimiz dışında ek işte de çalışarak çoluk-çocuğumuzu geçindirmeye çalışıyoruz. Bizden kazanacakları parayla Bilgi borçlarından kurtulacaksa biz de bu işten vaz geçeriz. Ama hocalarımızın ve idari çalışanlarımızın da böyle bir inancı ve düşüncesi olduğunu sanmıyoruz. Bizim de bu kurumun bugünlere gelmesinde emeğimiz geçti. Yeri geldiğinde hamallık yaptık, yeri geldiğinde inşaatta çalıştık. Biz de düne kadar kendimizi bu kurumun parçası görürken, "metrekare başına şu kadar destek personel" diye sayıdan ibaret olduğumuzu anladık. Biz hep Bilgi Üniversitesi'nde çalışıyoruz diye etrafımıza övünerek anlatırdık. Aylarca bina taşınınca bizim ne olacağımızı sorduk, onlar ise bize net bir bilgi vermekten hep kaçındılar, bizi son güne kadar oyaladılar, eşyaları taşıtıp sonra attılar. Bilgi eğer borçlarından ve sıkıntılarından bizim alın terimizle kazandığımız üç kuruş parayla kurtulacaksa tamam, ama öyle değilse o zaman öğrencilere doğruların, adaletin, insanlığın anlatıldığı Bilgi'den geriye ne kalmış olacak? Bilgi'yi Bilgi eden, var eden değerli hocalarımız ve bütün Bilgi çalışanlarıdır. Bilgi'de hizmet kalitesi ancak işleyecek gerçek bir demokrasiyle ve tüm çalışanlarıyla Bilgi'nin geleceğine sahip çıkarak artar. Biz bugün şunu da net olarak gördük ki eğer hep birlikte durabilseydik ve toplu sözleşme yapsaydık hem Bilgi'yi korumuş olurduk hem de bu kadar çok hak ihlali yapamazlardı.

Biz işten çıkartılan destek, ses-görüntü işçileri, şoför, idari çalışanlar olarak hakkımızı sonuna kadar

aramakta kararlıyız. 4 Eylül 2012 saat 12:30'da Santral kampüsünde olacağız. Değerli hocalarımız
ve tüm çalışanlarımızdan, yeni başlayan öğretim yılında başarılardiliyor ve bizi desteklemelerini bekliyoruz.

İşten Çıkartılanlar adına Destek Personelden Memet Işık

12 Temmuz 2012 Perşembe

Ulan, çüşş, ayı derken gelişir sevgiler.

"Tarık Buğra, Cumhuriyet gazetesinin öykü yarışmasında ikinci olmuş ve "Oğlumuz" adlı öykü kitabı yayımlanmış genç bir yazar olarak Akşehir'den İstanbul'a gelmiştir. 1949 yılının sonunda Sait Faik'le tanıştığında aralarında 12-13 yaş farkı olmasına rağmen hemen kaynaşmışlar, ikisinin de dilinde ayrı bir lezzet kazanan 'ulan', 'çüşş', 'ayı' sözcükleri her konuşmanın içinde kahkahalar arasında etrafa saçılmaya başlamıştır.

Bir akşamüstü Beyoğlu'nda karşılaştıklarında, Sait Faik 'Akşamın bu saatini, ışıkların ilk yandığı saati çok seviyorum' demiş. Tarık Buğra, 'Ulan ne zevksizsin nesi var bu caddenin sevilecek?' diyerek lafı ağzına tıkamış. Biraz kızan Sait Faik işi şakaya vurarak 'Ulan bozkır ayısı, sen ne anlarsın büyükşehir havasından?' deyince çok sinirlenen Tarık Buğra: 'Sen anlıyorsun da ne oluyor?' diye bağırmış. Bu yanıt Sait Faik'i deyim yerindeyse altüst etmiş, uzun bir sessizlikten ve hareketsizlikten sonra 'Öyle ya benimkiler de hikâye mi?' deyip çekip gitmiş.

Sait Faik'in Lüzumsuz Adam kitabındaki 'Kameriyeli Mezar' öyküsünü çok beğendiği ve etrafındaki herkese 'Okudun mu?' diye sorduğu günlerde geçen bu tartışmadan kısa bir süre sonra Tarık Buğra Beyoğlu'nda Sait Faik'e ve bir arkadaşına rastlamış. Sait Faik yine 'Kameriyeli Mezar'ı ezberden okumaktaymış. Tarık Buğra yanlarına yaklaşıp Sait'in kaldığı yerden öyküyü devam ettirmiş. Sait Faik, yarı kızgın yarı şaşkın dönüp bakmış ve 'Ezberleyecek başka bir bok bulamadın mı?' diye bağırmaya başlamış. Üzüntüsünden, mahcubiyetinden gözyaşlarını tutamayan Tarık Buğra, 'Sadece bu hikâyeyi yazmak bile yeter be!' deyip Sait Faik'e sarılmış. Sıktıkça sıkmış, barışmışlar. Sait Faik yüzünde tanıdık gülümsemesiyle dönüp Tarık Buğra'ya 'Bizim gibi heriflere bu kadar saadet yeter' demiş.

Tarık Buğra, Burgazadası'na Sait Faik'e gönderdiği kartta da şöyle yazmıştır: 'Millet günlerdir postacıları terletiyor. İhtimal ki yüz tane kart gönderen vardır. Ne iyi insanlar. Benim ise senden başka sevdiğim yok.'


(S. Sönmez'in hazırladığı A'dan Z'ye Sait Faik adlı kitaptan. s. 53-54.)

10 Temmuz 2012 Salı

Babaya artık rakı verme.

İnce Sait abi oturmuş, bir babayla oğlu bulmuş almış karşısına rakı içiyor. Alıp bizi bir Türk film sahnesine, hayırlı evlat tartışmalarına falan bırakıyor. Ama hikâye nakışı öyle kendisine has ki, bu klişelerin içindeki klişe duygudan Cortazar'ın dediği nakavt çıkıyor. Ama bu nakavt hüzünlü cinsinden.  Hani var ya Orhan Pamuk'un çok söz ettiği ama giderek daha çok anlamını yitirttiği o his halinden.


"İhtiyar adam rakı kadehine daldı. Sesi daha yavaşlamıştı:
-- İki tane idiler, dedi. Şuralar yıkılmadan evvel küçük sehpa gibi bir şeyim vardı. Yirmi sene oluyor. Orada gazete satardım. Bunlar da mektepe giderlerdi. Benim gözüm ötekini tutuyordu. Ah bu başımın belası olacak, diyordum. Dokuz on yaşında idi o zaman. Cıgara içerdi. Üstü başı pisti. Kunduralarını çıkarır, satar, yalınayak gezerdi. Ne tokat para ederdi, ne nasihat ama öteki. Öteki tertemizdi. Bir defterler tutardı. Bayılırdık. Hocası beni görünce onun yüzünden tebrik ederdi. Bundan dört yaş büyüktür. Sonra doktor mektebine verdik, okudu. Avrupa'ya gitti geldi. Senin anlayacağın adamakıllı doktor oldu.

Kadehini almak üzere ihtiyar büyük yumruğunu uzattı.
-- Doktor oldu ama adam olmadı, dedi. Ölsem ondan bir şey istemem. Şimdi bizi tanımıyor. Hocasının kızı ile evlendiler daha geçenlerde. Yarım ağızla çağırdılar da. İhsan gitti, ben gitmedim. Onun da bir tek temiz elbisesi var. Kardeşim diye tanıtmamış. Akrabalardan demiş. Yediği naneye bak.

Bunu da bahriye mektebine verdim. Durup oturur mu? Şimdi düşünüyorum, o da bir büyük adam olurdu. Gazete müvezzii babasını hatırlamazdı belki. Yahut hatırlardı da ondan utanırdı. Yani, beyefendi, insanın bazen abuk subuk düşündüğü oluyor. İyi ki bu adam olmadı diyorum.

-- Adam olan bu, beybaba, dedim.

Yüzüme gözlerini, hata, kenarları buruşuk gözlerini kaldırdı. Tertemiz yuvarlak gözleriyle bana baktı. Sonra oğluna döndü. Bakışlarıyla kocaman delikanlıyı uzun uzun kucakladı. İftiharla yükseldi. Boynundaki gazete kayışını tuttu. Çekip bıraktı. Müvezzi döndü:
-- Ne o, baba, dedi.

Aynı gözlerle bakıştılar. Adamın gözü yaş içinde idi. Müvezzi meyhaneciye döndü:
-- Babaya artık rakı verme, dedi. Efkârlanıyor.


(Sait Faik'in "Baba-Oğul" adlı hikâyesinden, Mahalle Kahvesi kitabından)

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Kahramanlar bazen iyidir evet.

Yıllar önce çok sevdiğim hocam diyivermişti, ben şaşırmıştım: "Deniz Gezmiş üniversitede kalsaydı, gençlik ateşinde kendini yakmasaydı, çok daha hayırlı olurdu".

Şaşırmıştım az oldu, daha çok kızmıştım. Kızgınlığımı saklamaya çalışarak "Ne yani kahramanlara ihtiyacımız yok mu?" gibisinden bir şey sormuştum. "Yok," demişti hocamız, "kahramanlara ihtiyacımız falan yok".

Bu sahne senelerce gözümün önünden gitmedi, binbir meselede aklıma geldi. Lakin giderek kahramanlara ve kahramanlığa inancım azaldı; kızdığım hocama hak verir oldum.

Ama bugün farklı.

Bugün Ahmet Şık'ın Pusu'sunu okuyunca aynı kızgınlık içimde yeniden korlandı. Evet Ahmet Şık bir kahraman, belki biraz zoraki bir kahraman ama iyi ki saklanmıyor, iyi ki barışmıyor, iyi ki öfkesinden korkmuyor, neticede iyi ki kahramanlık yapıyor. Hepimizin tanıklık ettiği, kendininse içine atıldığı Kafkaesk saçmalığa tüm tehditlere rağmen sadece saçmalığı göstererek değil, efelenerek de karşı duruyor.

Kahramanlık ona helal hoş olsun.


20 Haziran 2012 Çarşamba

Dünyanın en garip antolojisi.

"Venedik'te el ele dolaşmış âşık gençlerin tuttuğu günlükleri bir araya getiren bir antoloji hatırlıyorum. Venedik'e olan aşklarından çok, Venedik'in kendisine olan aşkından söz ediyorlardı.

Kuşkusuz, affedecektir Venedik onları."

(Predrag Matveyevic. Öteki Venedik. YKY. s.29)


Yıllar önce S. Batu'nun Venedik'le ilgili en güzel şeyleri yazdığını düşünmüş müydüm peki? Burada salınmakta.

17 Haziran 2012 Pazar

Mahalle'yi öldüren muhafazakârlık kendini öldürür.

Yeni muhafazakârların site sevdası ve Toki muhabbeti sadece İstanbul'un değil taşranın görüntüsünü de baştan aşağı değiştirdi. Kocaman apartman kentler, yanına hop dev avm, kocaman camii derken ha bi de okul geldi mi depreme dayanıklı şehriniz hazır oluyor.

Peki muhafazakârın evi, muhafaza etme işleminin mekânı mahalleye ne oluyor? Ne olacak ki? Sizlere ömür. Allah rahmet eylesin. Küçük esnafın kalmadığı yerde mahalle kalmaz çünkü. İletişim kurulabilir derecede küçük olan kahvenin, cami avlusunun, evlerin bu küçüklüğünün yok olduğu yerde mahalle kalmaz.

Büyüklüğüyle gurur duyulan, neo-Faust başbakanımızın daha büyüğün daha iyi olduğundan pek emin olduğu yeni kentlerde iletişim biçimleri topyekün değişmeye mahkûm. Ne bekliyorsunuz dev camilerin avlularında muhabbete durmuş amcalar, alışveriş merkezlerinde veresiye yazan dost ve mütevazi zincir mağaza abileri falan mı? Ya da avm'nin food-court'tında kahvehane havası?

Hayal etmesi bile boğar insanı.

Çok kimse söyledi, şipşak ama keskin tespit: AKP radikal piyasacılıkla bir tür yeni muhafazakârlığın ittifakında yürüyen bir parti. Neoliberal piyasa düzenine koşulsuz inanç, otoriterliğe meyyal tepeden inmeci tutuculukla iç içe.

Ama adamları bekleyen sorun şu: Bu tavır, muhafazakarlığı estetik (dolayısıyla canlı ve devam ettirilebilir) kılan her şeyi yok ediyor. Dev avm'li camii'li, milleti sınıf sınıf ayıran Toki-kent kökleştikçe, muhafazakârlığın üretim birimi mahalle yok oluyor.

Velakin estetize etmeyen bunu da geçmişe atıfla yapmayan muhafazakarlık falan olmaz. Sonra işte babalar çıkıp Çamlıca'ya cami yapacam uzaydan görünecek falan diyor. Radikal piyasacılığın geçmişin tüm izlerini sildiği bir yerde ancak böyle 'daha büyük daha büyük' diye çığıran otoriter bir büyümeciliğin estetik kaybı ikame edeceği düşünülüyor.

Ama üç gün sonra baktığınızda göreceğiniz şey sizin muhafazakârlık diye anladığınız şeyin kalmadığı olacak.

(Keşke kendi kuyularını kazdıklarına sevinebilseydim, lakin bu barbar kentcilikle altını oydukları tek şey muhafazakarlık değil. Yalnızlaşan, hayatı çalışmaktan ibaret olan, kamusallığını yitiren atomize yeni kentliler, duvarlarla birbirinden ayrılan sınıflar ve çipçirkin bir kent (hatta kentsizlik hali) bizi bekliyor.)

Bu anlamda AKP muhafazakar bir yıkıcı. Oksimoronun kralına gel.


14 Mayıs 2012 Pazartesi

Perperik'in kahraman anası ve arkasındaki devlet.

''Annemin arkasında artık devlet vardı, koca Fevzi Müdür candarmalarıyla yola çıkıp annemin ayaklarına gelmiş, köyde bas bas bağırarak bu köylerin sahibinin annem olduğunu söylemişti. Devletin bir müdürü, at sırtında dağ taş aşarak, başına ödül konmuş, üstüne üstlük devletin karakollarını basmış, candarmalarına meydan okumuş bir eşkıya karısının ayaklarına gitmişti. Annem büyük insandı, tek başına muacırı alıp, Deşt alayına girip, Fevzi Müdür'ün kapısına tak tak vurup içeri girmiş, müdüre, 'Fevzi Müdür, Fevzi Müdür, yaktınız, kalanları açlığa terk ettiniz devletin büyüklüğü bu mu?' demiş, böyle Fevzi Müdür'ün masasına da eliyle tak tak vurmuştu. Fevzi Müdür, 'Tamam Fecire Hatun,' demişti, 'tamam, devlet bir kusur etti.' Vermişti askeriyenin erzak deposunun anahtarını, 'Git aç' demişti, 'aç ne istersen al' demişti. Annem bir çuval ekmeği alıp Deşt'ten Dervişler'e gelinceye kadar dağıtmıştı.''

İşte anne dediğin böyle bir şey, masaya tak tak vurur, erzak deposunun anahtarını alıp ekmek çuvala doldurur, sonra önüne gelene ekmeği dağıtır. Başka nasıl büyük insan olunur?

(Alıntı, Haydar Karataş'ın Gece Kelebeği - Perperik-a Söe adlı romanından. (İletişim Yayınları))

3 Mayıs 2012 Perşembe

Muhafazakâr sanatçılar ve bidon kafalar.


Televizyonda Şehir Tiyatroları ve diziler ekseninde muhafazakâr sanat meselesi tartışılıyor, sadece Mesut Uçakan görmekten değil kimsenin ne demeye geldiğini bilmediği “milli değerler” lafzını duymaktan da insana gına geliyor.

Tartışmanın sanatsal tarafı zayıf tabii ki, mesele baştan ayağı siyasi. Yeni muktedirler sanat sepet işlerini sosyal demokratlara bırakır gibiydi, ama bunun gereksiz olduğunu fark ettiler. Tahmin edilmez değildi.

Lakin bu yeni kuşatma hareketinin iki büyük komik-üzücüsü var. Birincisi Muhafazakâr sanatçıların temsilcisi olarak endam gösterenlerin sığlığı. Sinemacı diye ürettiğin adam Mesut Uçakan, oyuncu diye Ahmet Yenilmez... Buyrun burdan yakın.

Ama daha beteri bu adamların iç burkan körlüğü. Halkı, halkın değerlerini, milli olanı savunduklarından pek emin duruyor, halka bidon kafa diyenlere on kaplan gücünde ders veriyorlar. Ama önerebildikleri tek şey bir daraltma-eksiltme hareketi. Dizide ayıp şeyler mi gösterilirmiş, sahnede kahramanlar içkimi içermiş bunların hepsi kalkacak milli manevi sanat kurulacak. Ne acayip ki, şimdi halka bidon kafalı muamelesi yapanın, onu anlamaz sayanın, milleti eğitilecek terbiyeye muhtaç çocuk bilenin kendileri olduğunun farkında bile değiller. 

Eski kafa, yeni elitizm ve büyük Samanyolu TV estetiği. Bravo.

22 Nisan 2012 Pazar

Seni bir gün en yakının ele verirse eğer.

Seni bir gün en yakının ele verirse eğer,
öğren susmasını ve ağlamamasını.
bir kavanozun içinde mavi bir gül
yetiştir her gün daha çok yaşayan.
bir masalın ağzını kapat ve yat
geniş odalarda. bir oksijen çadırında.
ona kötü bir şey olsun istedim.
bana aşık olsun istedim.

Lale Müldür

21 Mart 2012 Çarşamba

Ahmet Türk'ü yine dövdüler.

Ahmet Türk bir kez daha yumruklandı. Merak bu ya, açıp baktım, Zaman'ın internet sitesinde bir numaralı haber: "Emniyet'e saldıran 7 hacker tutuklandı".

Ahmet Bey'i geçen sefer yumrukladıklarında ortalık Ama'dan geçilmiyordu (bkz. burda), şimdi Ama'ya bile gerek yok, görmezden gelmenin ferahlığı var.

Biz çocukken köyler boşaltıldı, "bu çocuklar nerden geldi bizim kentin sokaklarına?" dedik, cevap verecek kimsemiz yoktu, çünkü ses yoktu. Şimdi Ahmet Bey'i bir kez daha yumrukladıklarında, adamcağızın kan basmış gözü ekranda kıpkırmızı parlıyor ama sorun değil, basıp kanalı değiştirmek var, emniyete saldıran hacker'ları filmvari operasyonlarda yakalamak, olmadı maça bağlanmak var.

Lakin anlamıyorlar, bu ince bu zarif bu narin adamlar yumruklandılarında bir yumruğun vereceği acının milyon katı acı doluyor yüreklere, bütün bahar dalları tek tek kırılıyor. Çünkü insanlar onurlarını en çok böyle adamların sabrında, tevekkülünde, masumluğunda buluyorlar, onurlarını böyle insanlarınkiyle eş sayıyorlar.

Anlamıyorlar, bu koca görmezden gelme, insanların onurunu ikinci kez (belki de yumruktan daha da çok) kıran çirkin umursamazlık bütün bu acıyı şiddete çevirecek enerjiyi yaratıyor.

Şimdi şiddet önerene vazgeç diyecek yüz nasıl bulunur, kardeşlik nutukları nasıl inandırıcı kılınır? Sayın İçişleri Bakanı'nın bir cevabı var mıdır acaba?

Tanrım, bu memlekete bir salıncak.

9 Şubat 2012 Perşembe

İHL Sözlük'te İhsan Eliaçık.

İHL Sözlük'te İhsan Eliaçık hakkında yazılanlara rastladım, fena halde şaşırdım. İnternet'in Müselman gençliği hocayı giderek artan bir öfkeyle yerden yere vurmuş, sık sık bel altı çalışmış, çekinmemiş hakaret etmiş. Eliaçık'ın bu çok sesli ortamlarda eleştirilmesi elbette normal, zaten ortada eleştiri olsa şaşırmayacağım, beni şaşırtan adamın frensiz dizginsiz bir öfkeye hedef olması.

İnsan kendine sormadan edemiyor, nedir bu öfkenin kaynağı? Adam ne yapmış da bu kadar sövgünün hedefi olmuş olabilir?

Değil mi ki, Eliaçık en temelinde toplumsal adalet peşinde, eşitlik vurgusu eşitsizlik eleştirisi yapan bir tavrın savunucusu. Hepimizin gözünün önündeki ağır sınıfsal uçuruma ve istismara direnmeye ve bunun İslami kodlarını göstermeye çalışıyor. Bu tavrın İslami bilgi alanlarıyla uyumunu uyumsuzluğunu tartışıp eksiklerini yanlışlarını ortaya koyabilirsiniz. Böyle yaparsanız okuruz bilgileniriz. Ammavelakin neden cam çerçeve kıracak kadar öfkelenirsiniz? Neden ağzınıza geleni sayacak kadar haset dolarsınız? Bu tavırda edebi bir kenara bırakıp dere tepe hakaret edecek ne var?

Cevaplaması çok kolay olmasa gerek ama bu yıkıcı öfkede memleket muhafazakârlığının halet-i ruhiyesine ve bu halet-i ruhiyenin değişimine dair çok şey olduğunu düşünüyorum. Burada, istismarın ve köklü eşitsizliklerin eleştirisine mesafeli, dini ritüele indirgeyen, kul hakkını dert etmeyen bu haletin kapitalizmin yeni aletlerine uyum sağlamakta pek mahir ve pek istekli dönüşümünün kibri var.

Sen misin bu kibirle yüzleşmeye çağıran, işte böyle taşlarlar.

1 Şubat 2012 Çarşamba

Milli bir manyaklık.

Evet Poe aşırı yalnız biriydi ve uzaktan tilmizi Baudelaire sinizmle dolu vebalıydı. Ama Baudelaire'in Poe'yu anlamaya çalışırken Amerika'nın ruhunu bu kadar keskin görmesine ne demeli? Keskin göz mü, Amerika'nın ezeli ebedi gerçekliğinin apaçıklığı mı? Aristokrasi övgüsü ve demokrasi ürküsü arasında görünen Amerika'nın hakikati değil mi? Ve en önemlisi Amerika'nın hakikati yüzünden Poe aşırı yalnız biri değil mi?

"Okuduğum bütün belgelerin neticesinde, Poe için Birleşik Devletler'in, daha tatlı bir hava solumak için yaratılmış bir varlığın içinde ateşli sıkıntısıyla volta attığı engin bir hapishaneden -gazla aydınlatılan bir kâbustan başka bir şey olmadığı- ve onun iç, ruhsal yaşamının (...) bu düşman atmosferin etkisinden kaçmaya yönelik sürekli bir çabadan başka bir şey olmadığı inancına vardım. Demokratik toplumlarda kamuoyu acımasız bir diktatördür. (...) Dinsiz özgürlük sevgisinden yeni bir tiranlığın, hayvanların tiranlığının ya da ateşli duyarsızlığıyla Juggernaut'a benzeyen bir hayvanokrasinin doğduğu söylenebilir. (...) Zaman ve paranın burada büyük değeri vardir. Milli bir manyaklık noktasına getirilinceye kadar fazlasıyla vurgulanan maddi etkinlik, onların zihinlerinde bu dünyadan olmayan şeyler için çok az yer bırakır. Doğuştan aristokrasiye sahip olmamanın ülkesi için büyük talihsizlik olduğuna inanan Poe, aristokrasisiz bir halkın içinde 'güzel' kültünün sadece yozlaşacağı, küçüleceği ve kaybolacağına inanan; yurttaşlarını, bütün o pahalı ve sahte lükslere bulanmış, sonradan görmelere has zevksizliğin bütün belirtilerini sergileyen yurttaşlarını suçlayan, ilerlemeyi, o büyük modern düşünceyi budalaların aptal hayali sayan Poe, aşırı yalnız biriydi."


(Akt. Matei Calinescu. Modernliğin Beş Yüzü. Çev. Sabri Gürses. Küre Yayınları. s. 61)

26 Ocak 2012 Perşembe

Kaypaktır pişmanlık.

Bir İsrailli psikanalist "Almanlar soykırımdan ötürü Yahudileri asla affetmeyecektir" demiş, yarayı tersten dikizle apaçık etmiş. Travmanın yaratıcısının travmadan bağımsız olduğunu düşünmek zaten abes, esas onun kurbanına öfkesinin daim olduğunu görmek gerekiyor.

Pişmanlık sadece naif değil biraz kaypak bir sözcük de demek ki. En çok bir yılma-yorulma halini anlatıyor. Zaten, güç ondayken zalim pişmanlıktan çok unutmaya eğilimli. Unutmak iktidarın, pişmanlık zayıflığın dili.

Bir zamanlar hukuk'a inanırken pişmanlık'a inanmak da mümkündü.

(Ne yani? Bu sabah sinizmlerinin bir anlamı olmalı.)

20 Ocak 2012 Cuma

Küçük Prens ve Türk astronom.

Saint Exupery'deki Nasrettin Hoca etkisi ne kadan hoş:

"Küçük Prens'in geldiği gezegenin B612 asteroidi olduğuna inanmam için ciddi nedenlerim var. Bu asteroid teleskopla ilk kez 1909'da bir Türk astronomu tarafından görülmüştü. Bu adam o zaman, bir uluslararası astronomi kongresinden büyük bir ispat gösterisi yapmıştı. Ama kostümünden dolayı ona kimse inanmadı. Büyük insanlar böyledir işte.

Neyse ki B612 asteroidinin ünü kurtuldu; bir Türk diktatör idam cezası tehditiyle halkını Avrupalı gibi giyinmeye zorladı. Astronom 1920'de ispatını yeniden ve çok şık bir kostüm içinde yaptı. Bu kez herkes görüşünü kabul etti."

13 Ocak 2012 Cuma

Reyhan Alkıvılcım'ın çığlığı.

"Kasım ayı sonunda Ankara’da Odak Dergisi okurlarına yönelik baskında gözaltına alınarak tutuklanan öğrencilerden Reyhan Alkıvılcım, tutuklu olduğu Sincan Kadın Kapalı Hapishanesi’nden yazdığı mektupta, “Sesimize ses olun. Bizler bu ülkenin gençliğiyiz. Gençlik gelecek demektir. Gençliği hapse atılmış bir ülke ne kadar gelişip ilerleyebilir?” dedi.

Reyhan Alkıvılcım, 7 arkadaşı ile birlikte 29 Kasım 2011 tarihinde Ankara'da yapılan ev baskınları sırasında gözaltına alındı ve "örgüt üyesi olduğu” iddiasıyla tutuklandı. Akkıvılcım, Odak Dergisi’ne yönelik operasyonda tutuklanan öğrenciler arasındaki Meltem Tuna ile birlikte Sincan Kadın Kapalı Hapishanesi’nde tutuluyor. Akkıvılcım, ANF’ye ulaşan mektubunda, bugün cezaevlerinde 500 öğrencinin olduğunu hatırlatarak destek istiyor:

Mektupta şunlar ifade ediliyor:

“Ben Reyhan Alkıvılcım. Pamukkale Üniversitesi Felsefe bölümü 3.sınıf öğrencisiyim. Duyduğunuz, okuduğunuz üzere son zamanlarda yüzlerce öğrenci gözaltına alınıp tutuklandı. Baran Nayır, Ali Deniz… Şeyma… Ben de yüzlerce öğrenci gibi tutuklandım. Hem de Hopa davasından tutuklanan öğrencilerin tahliye olduğu hafta.

Ben Denizli'de devlet yurdunda kalıyordum. Vize sınavlarıma çalışmak için arkadaşlarımda kalmaya gitmiştim. Sınavlarıma bir haftadan daha az bir zaman vardı. Hepimiz sınav stresiyle uyumaya çalışıyorduk. Sabahın altısında eve polisler geldi. Kamerayla birden benim kaldığım odaya girip hiç bir gerekçe belirtmeden ''arama'' yapmaya başladılar. Beni gözaltına alma emrini daha önceden aldıkları belliydi fakat bu bana tam ev arandıktan ve beni götürmelerine yakın söylendi! İkametgahım olan Ankara'ya götüreceklerdi. Arkadaşlarımın evinde bilgisayarıma, telefonuma ve flash belleklerime el kondu. Daha sonra öğrendiğim kadarıyla da Ankara'da ailemin yaşadığı eve de aynı saatlerde girilmiş. Bilgisayara, film ve müzik cdlerine, okul için kaynak kitaplarıma ve romanlarıma bile el konulmuş, ailem huzursuz edilmişti. Misafir kaldığım öğrenci evindeki arkadaşlarım huzursuz edildiği gibi.

Benim gibi Bolu'dan, Eskişehir'den Ankara'ya getirilen 3’ü öğrenci 6 arkadaşım daha vardı. Bir hafta önce de Kocaeli'de öğrenci bir arkadaşımız daha tutuklandı. THKP-C Direniş Hareketi'ne üye olduğumuz iddia ediliyor. Bizler izinli, yasal, vergisi ödenen aylık çıkan ODAK Dergisi okurlarıyız. ODAK Dergisi çeşitli aydınların, yazarların yazılarının yayınladığı, ezberci eğitim sistemine alternatif sorgulayan, tartışan, eşit, parasız anadilde eğitim sistemini savunan,gündemi tartışan, yolsuzluğa, yoksulluğa, haksızlığa ve her türden gericiliğe karşı olan bir dergidir.

Salı günü sabah otobüsler ikametgahım olan Ankara'ya getirildim. Gözaltı süresi uzadıkça uzadı. Cuma sabahı savcılığa ifade vermek üzere 6 arkadaşımla götürüldük. Savcı bana ''1 Mayıs'a katılmışsın, 12 Eylül darbesiyle asılan Teğmen Ömer Yazgan'ın mezarını ziyaret etmişsin'' dedi. Evet, 1 Mayıs devletin resmi bayram ilan ettiği bir gündür. Darbe sonucu idam edilen insanlarında mezarını ziyaret ettim, Katıldığım hiç bir miting, anma töreni yasadışı değildir, dedim ve diğer arkadaşlarımla beraber mahkemenin verdiği kararla tutulandım. Ankara Sincan Kadın Kapalı Hapishanesine getirildim. Hopa davasından tutuklanan öğrencilerin tahliye edildiği hafta bizler yasal olan miting ve anmalar gerekçe gösterilerek örgüt üyeliğinden yargılanıyoruz. Hapishanelerde tutuklu bulunan 500 öğrenciye bizler de dahil olduk.

Devletin kendinin bayram ilan ettiği 1 Mayıs İşçi Bayramı yasa dışı mı oldu? 12 Eylül'de asılan insanların mezarlarını ziyaret etmek yasa dışı mı? Başbakan Erdal Eren'in mektubunu okudu,mecliste ve gözleri yaşlı şekilde okudu hem de… Üstüne üstlük darbeyi gerçekleştiren Kenan Evren'in yargılanacağını söyledi. Başbakan yapınca yasal, bizler yapınca mı yasadışı oluyor? 1 Mayıs bayramdır ama katılırsanız görürsünüz gününüzü demek mi oluyor tüm bunlar?

Birlikte getirildiğim Gazi Üniversitesi 4, sınıf Felsefe bölümü öğrencisi Meltem Tuna ile birlikte kalıyorum. Meltem'de diğer arkadaşlarım gibi bu yıl mezun olacaktı. Ben de seneye mezun olacaktım. Eğitim hayatımızdan mahrum bırakıldık. Yaptıklarımız yasadışı gibi gösterilmeye çalışıldı. Bizler gibi birçok öğrenci şuan eğitimlerine devam edemiyor ve hapishanelerde tahliye olacağı günü bekliyor. Sizin aracılığınızla sesimizi duyurmak istiyoruz. Sesimize ses olun. Bizler bu ülkenin gençliğiyiz. Gençlik gelecek demektir. Gençliği hapse atılmış bir ülke ne kadar gelişip ilerleyebilir? Sizlerin bu anlamda desteğini bekliyoruz. Tüm tutuklu öğrenciler adına teşekkür ediyorum…”

ANF NEWS AGENCY