10 Eylül 2008 Çarşamba

Foucault ve Bataille

"Cinselliğimizin konuşmaya başladığı ve üzerinde konuşulmaya başlandığı günden itibaren dil, sonsuzun ortaya çıkış anı olmaya son verdi; sonluluk ve varlık deneyimini bundan böyle cinselliğin yoğunluğu içinde yapmaktayız. Tanrı'nın yokluğuyla ve kendi ölümümüzle, sınırlar ve ihlalleriyle, cinselliğin karanlık konutu içinde karşılaşıyoruz. Ama belki de cinsellik, kendi düşüncelerini her türlü diyalektik dilden kurtarmış olanlar için aydınlanır; tıpkı Bataille için birçok kez olduğu gibi gecenin ortasında, kendi dilinin yokluğunu hissettiği anda aydınlandığı gibi:

'Benim gece diye adlandırdığım şey, düşüncenin karanlığından farklıdır; gecede ışığın şiddeti vardır. Bizzat gece düşüncenin gençliği ve sarhoşluğudur.' (Bataille) "

(Foucault, Sonsuza Giden Dil, (çev. Işık Ergüden) s. 70)

"İç sıkıntısının göbeğindeyken tuhaf bir saçmalığı yavaş yavaş talep ettiğimde, kafatasımın tepesinde, ortasında bir göz açılır." (Bataille)

(Aktaran: Foucault, s. 64)

8 Eylül 2008 Pazartesi

Göt-Bacak İnsanları

Arzu hiç şüphesiz tekinsiz bir duygu hali. Ben adamı dinden imandan çıkarır diyeyim siz anlayın. (Kız çocuklarına neden Arzu ismini koyar analar-babalar?). Bir kere bir unutma hali, ne isen her ne haltsan unutturan, yıllardır biriktirdiğin davranış prosedürlerini uçurumdan aşağı yuvarlayan... falan filan feşmekân.

Çok kabaca ahlak dediğimiz şey insanın arzu karşısında nasıl davrandığının adı. Yani arzuladıktan sonra eyleme geçip geçmeme aşamasında doğan bir şey ahlak. Ne "bu arzu neden doğdu", ne de "ben böyle arzuladım ve yaptımsa ne oldu" sorularında arayalım ahlakı. Onun evi, tam da eylemin kendisinde zira.

Biliyoruz hepimiz işte, şimdi her yer "istiyorum" diyen insanlarla dolu. Hanım kızımız s ile ş'yi karıştıran dilini yormadan ve cesaretle ben burdayım diyor: "şurdaki limonlu pastadan istiyorum". Genç üniversiteli kardeşimiz yaşıtı olan ve çok çok asgari ücret alan tezgahtardan utanmadan parıldayan gözlerle ilan ediyor: "şu yeşil ceketi istiyorum". Girin bir alışveriş merkezine, "istiyorum"ların hesapsızca birbirine karıştığını duyacaksınız. Türkiye üst-orta sınıfları hep beraber istiyooooor.

Buna birey olmak diyecekler. Buna istediğini bilmek diyecekler. Buna başka hiç kimse için değil insanın kendisi için yaşaması diyecekler...

Doğrudur, bunların hepsi doğrudur.

Ama bu kadar kolay "istiyorum" demek dünyayı bir büyük elma kendini de koca bir ağız olarak gören kudurtucu varlık algısının (ya da algısızlığının) bir tezahürü aynı zamanda. Zira, ahlak "istiyorum"a tereddütle bakmakla, isteme anının sorgulanmasıyla başlıyor.

Bu hesapsız istemelere hakkı olup olmadığını bir an için düşünmedikten sonra neye yarar dünyada varkalmak, "istiyorum" tüm yaşamı açıklıyorsa neye yarar yaşamak?

Yürek garsona, tezgâhtara, ofisboya seslenmeye utanan abileri ablaları özlüyor.
Hele memleketin zengin müslümanları kendilerini istek ve iştahla görkemli iftar sofralarına vermişken daha da bir kuvvetle özlüyor.

4 Eylül 2008 Perşembe

Tarkovski ve Dünyanın Sonu.

"Tonino ile harika bir fikir ürettik: 'Dünyanın Sonu'nu işleyen bir senaryo.

Dünyanın sonunun geleceğini bekleyen bir adam kendini ve ailesini (baba, anne, kız ve oğul) evine hapseder. Kadının başka bir oğlu daha vardır. Baba dindar bir adamdır. Öylece kapalı kırk yıl kadar yaşarlar. Sonunda varlıklarından bir şekilde haberdar olan polis ve ambulans görevlileri tarafından evden çıkarılırlar. Çok üzücü durumdadırlar. Büyük oğlan babasına bunca yıldır gerçek dünyayı onlardan saklamasının bir suç olduğunu söyler.

Götürülürken küçük oğlan etrafına bakar ve sorar, "Baba, bu, dünyanın sonu mu?"

(Andrei Tarkovsky, Zaman Zaman İçinde: Günlükler. S. 153)