31 Temmuz 2011 Pazar

Ne gördük ki daha?

Hep durup düşünüyor. Hep sakin, daha da sakin olmaya çalışıyor.

Nadiren Allah'a dua ettiğinde ona beni sükunetle ve kadir bilirlikle donat diyor.

Gel gör ki sürecek merhem bulamıyor, sözden ibaret kalmaya fena bozuluyor.

Ne yani?

Tabii ki, verilmesi gereken cevabı biliyor:

Can sıkılmak içindir.

29 Temmuz 2011 Cuma

Mutsuzluğu ödüllendiren şehir.

"Kurallara uymayanlardan oldu olası hoşlanmamıştır. Kurallar göz ardı edildiğinde hayat mantıklı olmaktan çıkar: İvan Karamazov gibi biletini iade edip emekliye ayrılsa da olur insan. Halbuki Londra sanki kurallara aldırmayan ve bu durum yanlarına kâr kalan insanlarla dolu. Sanki oyunu kurallarıyla oynayacak kadar aptal olan bir o var; o ve trende gördüğü öbür siyah takım elbiseli, gözlüklü, perişan yazıhane çalışanları. O zaman ne yapmalı? İvan'ın izinden mi gitmeli, Miklos'un mu? Ama ona öyle geliyor ki, kimin izinden giderse gitsin, kaybedecek. Çünkü nasıl hazza ve havalı kıyafetlere kabiliyeti yoksa yalancılığa, hileciliğe ve kuralları esnetmeye de kabiliyeti yok. Tek yeteneği mutsuzluk, sıkıcı ve dürüst mutsuzluk. Bu şehir mutsuzluğu ödüllendirmiyorsa burada işi ne?"


(J.M. Coetzee, Taşra Hayatından Manzaralar - Gençlik'ten. Çev. Suat Ertüzün)

26 Temmuz 2011 Salı

Baba dediğin şiir okumaz.

"Babası bir gün Wordsworth'ün kitabıyla odasına geliyor. 'Bunları okumalısın,' deyip kalemle belirlediği şiirleri gösteriyor. Birkaç gün sonra, şiirleri tartışma isteğiyle geri geliyor. 'Yankılı çağlayan bir tutku gibi çarptı beni,' diye alıntılıyor. 'Büyük şiirler değil mi?' Mırıldanarak gözlerini babasınınkinden kaçırıyor, onunla oynamak istemiyor. Babası çok geçmeden vazgeçiyor.

Terbiyesizliğine üzülmüyor. Şiiri babasının hayatıyla bağdaştıramıyor; numara yaptığından şüpheleniyor. Annesi, kız kardeşlerinin alaycılığından kurtulmak için kitabını alıp tavan arasına sıvıştığını anlatınca ona inanıyor. Ama bugünlerde gazeteden başka bir şey okumayan babasının çocukluğunda şiir okumasını aklı almıyor. Babasının o yaşta yalnızca dalga geçip güldüğünü ve çalıların arkasında sigara içtiğini hayal edebiliyor."


(J.M. Coetzee, Taşra Hayatından Manzaralar-Çocukluk'tan. Çev. Suat Ertüzün)

22 Temmuz 2011 Cuma

Dostluğun şartı.

Ingeborg Bachmann'ı hiç okumayanlar da hep aynı sözü aktarıyor: "Faşizm iki kişi arasında başlar". Bu kolaycı entelektüel heyecana kızmıyorum, ayıp bir şey değil, cümlenin kuvveti etkiliyor insanları, hayata kuvvetle tekabül ediyor, meselelere açıklama getiriyor.

İki kişi arasında başlayan faşizmi tespit etmek, teşhir etmek, üzerine yürümek, iktidarsızlaşmayı göze almak bir hakikat arayışının tezahürleri olsa gerek. Bunlara "küçük burjuva hayatlarımızda" önem de veriyoruz zaten. Etraf kendi hayatında adalet arayan insanlarla dolu.

(küçük burjuva hayatlarımız derken alınan zevkin şeysi nedir acaba? kaynağı? özü?)

Şimdi bunu diyorum ama kendime çok da inanmıyorum. Dolu mu hakikaten etraf? Adalet arıyorum, dudağımın ucunda sigara taşıyorum, buğulu bakıyorum. Hakikatin artizlik nesnesi olmasını seviyorum. Daha çok olan bu değil mi?

Neyse, Murat Uyurkulak'ın röportajın birinde dediği gibi "adalet merhametten önemli". Ama daha önemlisi kendi hayatlarında adalet arayan insanların sıfır politikliği. Hadi onu da geçtim çok politik olan insanların kişisel hayattaki hiyerarşi merakına ne demeli?

Peh.

14 Temmuz 2011 Perşembe

Ermeniler kalsaydı Türkiye'de sol çok daha kuvvetli olurdu.

1908 Devrimi ertesinin Osmanlı mebuslarından büyük entelektüel ve edebiyatçı Krikor Zohrab'ın sözleri, Ermeniler bu topraklarda kalsaydı çok daha hakiki bir sola sahip olacağımızı göstermiyor mu:

"Meclis'i Mebusan'da söylediğim gibi, size de şunu söylememe izin verin: Ben sosyalistim, inanmış bir sosyalistim. Sosyalist ne hayduttur ne terörist...

Kim demiş ki Sosyalizm son yıllarda ortaya çıkmış bir akımdır. O, toplumun güç üzerine kurulduğu günden ve hak güce karşı mücadeleye başladığından beri vardır. Şöyle bir bakın, az ya da çok sosyalist olmayan bir devlet var mı? Yalnız Meşrutiyet Türkiyesi, memleketin en büyük gücü olan emekçilerin ve halkın, en haklı taleplerini işçilerin yasal haklarını tanımazlık edebilir mi? Onları savunmak, Asya milletlerinin önde gelen, en ilerici ve aydın milleti olan Ermenilerin ödevidir.

İşverenler, sosyalist diye Ermeni işçileri kovarlarsa, karşılarında bizi ve bütün Osmanlı hükümetini bulacaklardır... Türkiye'de bir emek sorunu olmadığını ancak cahiller söyleyebilir. Büyük bir sanayi olmadığı doğrudur, ama tarımda çalışanlar dahil, 2 milyonluk bir işçi sınıfı var. Selanik'teki Yahudilere bakın. Büyük çabalarını görmezden gelmek yerine, bunda ötürü onlara hayranlık duymamız gerekir."


(Nesim Ovadya İzrail'in yakınlarda yayınlanan Krikor Zohrab: Bir Ölüm Yolculuğu adlı biyografisinden)

7 Temmuz 2011 Perşembe

Alman terbiyesi, taşra sıkıntısı.

"Dünyadan gerçekten istediklerinizi elde edemeyecekseniz, kendinize onları istemediğinizi öğretmelisiniz. İstediğinizi alamayacaksanız, kendinize alabileceğiniz neyse onu istemeyi öğretmelisiniz. Bu, iç derinliklere, bir çeşit içkaleye ruhsal olarak çekilmenin çok sık görülen bir biçimidir --orada dünyanın bütün korkutucu kötülüklerine karşı kendinizi kapılar ardına kilitlemeye çalışırsınız. Ülkemin kralı -hükümdar- benim toprağıma elkoymuştur: öyleyse, ben de kendi toprağımı istemem. Hükümdar bana rütbe vermek istemiyordur: rütbe eften püftendir, önemsizdir. Kral malımı mülkümü elimden almıştır: mal mülk hiçbir şey değildir. Çocuklarım kötü beslenmeden ve hastalıktan ölmüştür. Tanrı sevgisi karşısında, dünyevi bağlılıklar, hatta çocuk sevgisi bile bir hiçtir. Ve daha böyle uzayıp gider. Kendi çevrenize, incinebilecek yüzeyinizi azaltmaya çalışarak sıkı bir duvar örersiniz, olabildiğince az yaralanmak istersiniz. Üstünüze her türlü yaralar yığılmıştır; onun için, kendinizi olabilecek en küçük alana bağlarsınız ki, yeni yaralar için olabilecek en az yeriniz açıkta kalsın.

Alman sofulukçularının içinde bulunduğu ruh hali buydu. Sonuç, yoğun bir iç yaşam, büyük miktarda çok etkili ve çok ilginç, ama son derece kişisel ve şiddetle duygusal edebiyat, zekâdan/zihinden nefret ve elbette, her şeyin başında Fransa'dan, peruklardan, ipek çoraplardan, salonlardan, yiyicilikten, generallerden, imparatorlardan, servetin, kötülüğün ve şeytanın cisimleşmiş hali olan bu dünyanın bütün büyük ve görkemli figürlerinden nefret. Bu, sofu ve aşağılanmış bir halk açısından doğal bir tepkidir ve başka yerlerde de böyle olmuştur. Bu, özellikle Almanların o belirli dönemde yatkın bulundukları gibi, kültür-karştılığının, aydın-karşıtlığının ve yabancı düşmanlığının belirli bir biçimidir. Bu, bazı Alman düşünürlerinin onsekizinci yüzyılda tuttukları ve kutsadıkları, Goethe ile Schiller'in ise bütün ömürleri boyunca savaştıkları taşralılıktır."


(Isiah Berlin'in Romantikliğin Kökleri adlı kitabından (57-58). Çeviren Mete Tuncay)