15 Haziran 2008 Pazar

1. Bölüm

Asansör bozukmuş. Merdivenleri kullanmak zorunda kaldım. Beşinci kata çıkacaktım. Heyecanlıydım fazlasıyla, nefes nefese kalmamak için adımlarımı daha da bir yavaş attım. Ter kan içinde kalmayayım diye konuşurken paltomu çıkarıp, elime aldım. Şişko, dedim kendime, şişko.
Sabah evden çıkarken annem, nereye gidiyorsun diye sorunca, Ersin’i göreceğim dedim, ne zamandır görüşmüyoruz. İyi dedi, görüş tabii, gözlerini aç iş de bak, o Ersin akıllı çocuk, çevresi geniştir, sorsun soruştursun. Tabii, tabii diyecektim. Demedim, çıktım.
Ersin liseden arkadaşım, sarışın, uzun boylu güzel çocuk. Avukatlık yapıyor. Dört senede, çakmadan bitirdi hukuku. Babası güzel bir yazıhane döşedi Şişli’nin ortasında, o da hemencecik çapkın gençliğini atıverdi üzerinden. Üç senedir görmüyorum, fakat eskiden sık sık bize gelip gittiğinden, annem Ersin’le hâlâ samimi olduğuma inanmazlık edemiyor. Ne zaman bir yere gidecek olsam Ersin’e gidiyorum diyorum. Galiba bu hoşuna gidiyor. Selam söyle diyor benden, mutlaka bir akşam yemeğe de gelsin. Mevkili misafir.
Merdivenlerin hemen ilk basamaklarında iki gençle karşılaştım, biri kız biri oğlan. En fazla yirmi yaşlarındalar. Kız, tam karşımda benden iki basamak yukarıda, oğlanı çekip kendine bir güzel öptü. Oğlan kızın beline doladı ellerini. Kızın üstünde ne güzel uzun bir siyah etek vardı. Baştan başa şerit şeklinde rengarenk işlemeler süslüyordu üzerini eteğin, upuzun oluyordu kız. Tam yanımdan geçerken oğlan kucakladı kızı, hop kaldırdı yukarılara doğru, sonra kibarca yere indirdi. Kahkalar çınlattı apartman boşluğunu, yanımdan geçip gittiler. Arkalarından bakmak istedim de, utandım. Kızın uzun siyah saçları kaldı aklımda.Yüzünü unuttum diye üzüldüm.
Birkaç sene önce annem, gözlerimin içine içine yarı yapmacık yarı sahici bir kahırla bakıp oğlum farkında mısın evlenme yaşın geçiyor demişti. İşte bak bir baltaya sap olamayınca, kuramayınca hayatını seni alan da olmaz. Komik olayım dedim, anne ya ben de bu yakışıklılık varken alan olmaz mı? Git, çorba kaynıyor mu bir bak, kaynıyorsa karıştır, dedi.
Çorba kaynıyordu, başında durup karıştırdım.
Kumruların muhabbeti yüreğimi burkmuş bir halde tırmanmaya devam ediyordum ki, yaşlı bir adam, oğlum, dedi diş doktoru Fehim Gürbüz’ün muayenehanesi kaçıncı katta acaba? Bilmiyorum, dedim boğuk bir sesle, yazmıyor mu girişteki tabelada? Dikkat etmedim ki, dedi. İki kat çıkmıştım, neresinden baksan elli basamak. Ve bu beli eğrilmiş moruk da aynı şekilde. Tahmin ettiğim gibi rica etti, bir bakabilir misin kaçıncı katta diye. Tabii dedim gülümseyerek, bi koşu bakıp geleyim. Koşa koşa indim, koşa koşa çıktım. Üçüncü katta, bunun bir üstünde beybaba. Ah genç olmak ne güzel dedi, bir koşu inip çıktın, Allah senden razı olsun, asansörü bozanın da belasını versin. Zoraki gülümsedim. Ter kan içinde kalmıştım. İkinci katın aralığında durdum biraz. Ne demiştim en başta, nefese nefese kalmak, tere boğulmak, pespembe alık bir suratla karşılarına çıkmak istemiyordum. Durdum, bekledim; amca çıktı yukarıya.
Kahvaltıdan önce kızkardeşim aramış, ben uyurken. Talat ona, “o” ben oluyorum, iş verecek burada, demiş. Burası dediği de Mersin oluyor. Yeni mağaza açmış enişte bey, çalışacak güvenilir eleman arıyormuş. Ben tezgâhtarlık yapamam dedim. Oğlum tezgâhtarlık değil, mağaza sorumlusu dedi annem. Üniversite mezunu adam tezgâhtarlık yapmaz dedim. Allah belanı versin dedi, git o zaman kendine adam gibi bir iş bul. Onda çalışmam, bunda çalışmam.
İki sene önce, annemin pek eski bir arkadaşı mıymış neymiş, duymuş işsiz olduğumu, bu garibi bir yere sokalım demiş. İte kaka soktular bir muhasebe şirketine. İktisat mezunuyum ya, muhasebeden anlar demişler. Benim gibi dokuz kişi çalışıyor. Günde on saat, cumartesi dahil. Bana bir masa, bir bilgisayar verdiler. Üç kuruş para ve öğlenleri yemek. Herkesin suratı beş karış. Rakam topla rakam çıkar.
Allah belanı versin, dedi annem. Bari bir ay kalsaydın da iki kuruş para getirseydin eve. Bok mu var, eve tıkılıp oturacaksın. Yeter artık bıktım senden, bir gün işe yaradığını görmeyecek miyim senin? Sen üniversiteye giderken bebe olanların şimdi eli ekmek tutuyor. İşte aynı şeyler, sayıp dökmeye devam etti. Akşam oldu, gel de yemeğini zıkkımlan dedi. Kuru fasulye, pilav, salata.
Biraz nefeslendikten sonra, devam ettim merdivenleri çıkmaya. Yaşlı adam üçüncü kattaki kapılardan birinin önünde bekliyordu. Oğlum, dedi bu katta hiç dişçi yok. Yanına gittim, beraber baktık. Gerçekten tabelaların hiçbirinde amcanın aradığı isim yoktu. Acaba dedim, zemini ayrı kat sayıyorlar da burası ikinci kat mı oluyor. Amca suratıma alık alık baktı. Dur ben bir yukarı kata bakayım dedim. Evet, sağdan ilk kapıda Diş Hekimi Fehim Gürbüz yazıyor. Aşağı inip, amcaya haber verdim. Yordum seni dedi, ama tabii gençken insan hiç yorulmaz inmekten çıkmaktan. Amca, hani gençlik dedim. Dedim mi? Galiba demedim.
Amcayı, diş hekimine bıraktıktan sonra içime bir ağırlık çöktü, canım sıkıldı. Ya acaba gitmesem mi dedim. Muhasebe bürosunu hatırlattı bu bana. Her sabah aynı sıkıntı, her öğlen yemeğinden sonra aynı. Her işe başlama ayininde aynı ruh sefaleti. Korkuya bulanmış bir iç sıkıntısı. Sanki çalışsam, toplayıp çıkarmaya dalsam önemli bir şeyleri kaçıracakmışım gibi gelirdi, aklım yarım saat rakamlara karışsa çeneme bir kilit inerdi. İyice garip bir yaratığa dönerdim; en açık soruya cevap veremeyen, gülmesi gereken yerde yarı gülen yarı ağlayan handiyse felçli bir suratla bakacağı yeri şaşıran bir yaratığa. İfadelerin insanları en çok kaçıranıyla donanmış garip bir yaratığa.
İşte şimdi beşinci kata çıktığımda, kapıyı açıp içeri girdiğimde böyle olmak istemedim. Az çok güvenli durmak, sıkılmadan konuşmak, niyetimi anlatmak. Birkaç gün evvel, cep telefonu satıcısında yaşadığım kâbusun bir benzeri, esasında yığınla yerde yaşadığım daralmaların bir benzeri olmasın istedim. Geçen perşembe ablam, ki bu biz üç kardeşin en büyüğü, annemin de ısrarıyla bana bir cep telefonu almaya kalktı. İstemedim, enişte parasıyla koskoca adama cep telefonu mu alınır? Ama işte ana kız tek ses olup ısrar ettiler. Kardeşimle beraber mağazaya gittik, o önde ben arkada. Uzun, ince, esmer bir kızın durduğu standa yaklaşıp cep telefonlarının özelliklerini, fiyatlarını falan sormaya başladık. Daha doğrusu kızkardeşim sormaya başladı. Satıcı kız telefonun bana alındığını duyduğunda doğrudan bana yöneldi, ne istediğimi anlamak için sorular sordu. Ve bir karanlık, mağazaya daha girmeden sokakta beni yakalamış bir karanlık başımdan aşağı saçıldı kız soru sormaya başlayınca; bir darlık soğuk soğuk terlemeyle beraber beni iyice kekeme, tümden konuşamaz yaptı, tanrım ben ne yapıyorum bu dükkanda, ne işim var, ne keskin gözleri var kızın derken elime tutuşturduğu cep telefonu kayıp avucumdan yerde birkaç parçaya ayrıldı. Kardeşimin nefret dolu, utanç dolu gözleri kaldı hatrımda sipsivri.
Mağazalar, kalabalık sokaklar, plajlar, misafirlikler, o gürültülü insan gruplarının doldurduğu her yer. Kahkahalar ve ben karşılarında gerilmiş bir yay, kendimi eğip bükemem, olsa olsa devrilirim gürültüyle. Onlar da görürler, bilirler zaten. Nevres’in garip oğlu, o kadar okuyup hâlâ yanında oturan oğlu, okulda da başarılıydı ama çok asosyalmiş bir Nevres’in oğlu, pek babasına çekmiş diyorlar Nevres’in oğlu. Babamı karıştırmayalım lütfen diyesim var, diyesi var Nevres’in oğlunun. Babamda mı yaylaşırmış, babama da kilit inermiş mesela işe başvururken, sokakta ona saat sorduklarında ya da bir kızla göz göze geldiğinde otobüs durağında. Yadigâr kala kala bu mu kalmış yani babamdan bana?
Bakalım dördüncü katta kimler var, diyip koridoru baştan aşağı gidip geldim birkaç kere. Genelde doktorlar, bir tane de mühendislik bürosu. Ellerim yapış yapıştı, tuvalet var mı diye baktım şöyle bir. Göremedim. Koridor boştu, üçüncü voltamda gidip koridorun sonundaki pencerelerde durdum. Yukarı çıkmamak için yine elinden geleni yapıyorsun dedim kendi kendime. Birkaç küfür yuvarladım. Şu soğuk, karanlık güne bak, dedim. Camın buğusundan renkleri seçilmeyen dört-beş katlı birbirine benzer binalara, sokakta koşuşturanlara, düdüğünü öttürerek geçiren tramvaya baktım. Zaman biraz aktı da rahatladım sanki. Hemen sonra korkunç bir çatırtı oldu, sıçradım yerimde. Yanıbaşımdaki kapı açılmış meğerse, beyaz önlüklü bir kadın yaşlı bir nineyi çıkardı dışarı. Onlarla ilgilenmiyormuş gibi yaptım, bana baktılar, baktıklarını farketmemiş gibi davrandım. Sonra hızla arkama dönüp merdivenlere doğru yürüdüm yaşlı kadınla hemşireyi iki adımda sollayıp.
Merdivenin başında durdum. Kalbim hızla çarpmaya başladı. İki basamak çıkıp tekrar durdum. Arkamı döndüm ki kadınla hemşire üç-dört metre arkamdalar, gözlerini dikmiş bana bakıyorlar. Bok gibi hissettim kendimi, basamakları koşar adım tekrar çıkmaya başladım. Yüzümü gözümü ter bastı. Yerlerin gri, beyaz noktalarla süslü soğuk taşlarını farkettim. Babaannemin oturduğu apartmandaki taşların aynısıydı ve babaannemin apartmanı gibi merdivenlerden yukarı çıktıkça nem ve soğuğun karışımından bir koku daha seçilir oluyordu. Tek fark dedim kendime, tek fark yağda kızarmış salça kokusu yok burda.
Merdivenlerin bittiği, nefesimin boğazıma tıkandığı yerde, hemen sağdaki kapıda aradığım amblemi gördüm; amblem kahverengi kapının sıradanlığını kızgın renkleriyle bölüyordu. Kapının önüne gelip durdum. Durunca, daha bir ısındı vücudum, titreten bir ter boşandı. Adım gibi eminim ki, pespembe kesildim. Alelacele, merdivenleri çıkarken elime almış olduğum paltomu sırtıma geçirdim. Düşünmeden zili çaldım, geri dönmeye fırsatım olmadı. Çok geçmeden kapı açıldı. Siyah saçlı, uzun etekli, esmer, gözlüklü bir kız merhaba dedi.
Merhaba dedim boğuk bir sesle kızın ifadesiz yüzüne; üye olmak istiyorum da.

32 yaşında, şişman ve keldim. 32 yaşında sevgilisiz ve annesiyle yaşayan, şişman ve kel ben partiye üye olmak istedim.
İçeri buyurun, dediler.
Girdim.

3 yorum:

Adsız dedi ki...

Garip.

beatrice portinari dedi ki...

kafkavari geldi bana biraz. bence bilinçakışını biraz daha üstükapalı çağrışımsal çalışırsan, daha keyifli olabilir okuması. bir de, benim şahsi ilgi alanım olduğundan belki, ilgimi çekti ister istemez, "beden" teması. kendi bedeninden (şişman, kel, 32 yaşında) çekinen veya onunla meselesi olan bir karakter çok hoş. bence bunu geliştirerek biraz daha kuvvetli ve ayrıcalıklı bir karakter oluşturabilirsin.. genelde "dışardan nasıl göründüğünün farkında olma sendromu" kadınlara atfedilir. androjen bir karakter çok çekici olabilir, senin açından... naçizane görüşlerim bunlar.. ben gidişatını sevdim.. başarılar..

Adsız dedi ki...

-Gözlerim benden küçük. Gözlerimi bağladım. Sorumluluktan kaçtım.
-Ellerim benden küçük. Ellerimi bağladım. Sorumluluktan kaçtım.
-Ayaklarım benden küçük. Ayaklarımı bağladım. Yürümekten kaçtım
-Ağzım benden küçük. Ağzımı bağladım. Söylemekten kaçtım.
-Ellerim benden küçük. Ellerimle gözlerimi kapatıp ağladım. Duymaktan kaçtım.

-Eğlenmek uğruna etrafa kendimi saçtım.
-İpleri sattım ve iğneleri etrafa attım.
-Şimdi hanginiz uğraşır etrafı toplamaya?

-Toplamadım, sorumluluktan kaçtım.
-Çektim gittim, kendimi yaşamaya açtım. Beyazlaştım.