14 Şubat 2009 Cumartesi

Garip bir aşk hikâyesi...

Ben lisansı memleketin en civcivli en hareketli en güzel üniversitelerinden birinde okudum. Şimdiki popüler ve biraz da mide bulandırıcı deyimle "marka" okullardan birinde. Girmesi zor, havası bol okulumuzda pek çok arkadaş okulun isminden mürekkep markayı alnına yapıştırıp gezmeye fazlasıyla meraklıydı. Oooo, büyük insanlar olma yolundaydılar; çok değil birkaç yıl sonra dev kariyerleri, bir kısmını mutlaka yurt dışında geçirecekleri Amerikan dizisi vari hayatları, bol paraları, güzel karıları (ya da kocaları) yani kuş sütünün bile eksik olmadığı bir hayatları olacaktı. Marka bunları vadediyordu.

Onlar da bu vaatin sihirli bahçesinde en güzel konserler en şahane sinemalar en çılgın partiler en eğlenceli doğum günü kutlamaları arasında mekik dokur; İngilizce sözcüklerle "bezenmiş" yandan yemiş bir Türkçeyle geleceğin vaat ettiği şen şakrak hayatın provasını yaparlardı. Ah ne güzel hayat ah ne dolce vita, bir de faynıns sektöründe oldun mu menıcır, al sana o la la!

Ama marka okulumuzun civcivli yaşamının elbette bir de arka bahçesi vardı. Arka bahçede oyuna katılmayan çocuklar ellerinde sigaraları kendilerini anlamayan şehre bakar, tutunmanın yolları üzerine kafa patlatırlardı. Teoride süper pratikte sıfır bu arkadaşların kimi eprimiş pijamaları içinde hiç durmadan çalışırdı. Kimi kendisi gibileri bulup, sabaha kadar ya bilgisayar ya da masa başında aralıksız oyun oynardı. Kimi Allah ne verdiyse içerdi. Dine dönenler, dinden çıkanlar, kafayı çizenler, bağımlılar, intihar edenler daha neler neler. (Hem o zaman Fight Club neyim de yoktu. Ha-ha!)

İçlerinden birini hâlâ şaşırarak hatırlıyorum.

K. çalışkan, gözlüklü mühendis arkadaşlarımızdan biriydi. Ama geyiğin dibine vuran piç mühendis arkadaşlarımızdan değildi. Genelde az konuşan, tebessümü yüzünden eksik olmayan, çok kibar, halim selim bir çocuktu. Çok çalışkandı. Hadi açık söyleyeyim, fena halde inekti. Çalışma odasının pijamalı müdavimlerindendi. Üstüne oldukça da muhafazakârdı. Yanlış hatırlamıyorsam yurttaki Nurcu arkadaşlarla muhabbeti kıvamındaydı.

K. kendisi gibi arkadaşların en ciddi ayırıcı özelliğini elbette taşıyordu. Fena halde kadınsızdı. Eh dersten geliyor, pijamalarını giyiyor, kitaplarına gömülüyordu. Onun dışında bilgisayar bilgisinin eşsizliği onu herhangi bir sorun olduğunda aranılan kişi yapmıştı. Hep birilerinin yazdığı programların yanlışlığını düzeltirken falan görüyordum kendisini. Bunların dışında bir hayatı yoktu sanki. Neticede yurt ahalisi, K'yı asla garipsemeden öylesine yaşayıp gidiyorduk. Ta ki...

Ta ki bir akşam, K.'nın okul sathında piçliği ile meşhur oda arkadaşı bizim fakirhaneye çay içmeye gelene kadar. Daha iki yudum almamışken çayından, dayanamadı, söyledi "oğlum duydunuz mu K. aşık!". "Hadi ya" dedik, "kime?" "Liza'ya" dedi. "Liza kim oğlum?" "İşte, Liza bilmem ne". "Manyak mısın" dedik "ne Lizasından fizasından söz ediyorsun?". "Oğlum", dedi "tanımıyor musunuz meşhur porno yıldızı!".

Tabii dalga geçiyor sandık, ama doğruydu. K. meşhur porno yıldızı Liza'ya aşık olmuştu. Ama hakikaten aşık olmuştu. Anlatılanlara göre kitabının arasında resimlerini taşıyordu. Bu resimlerde Liza'nın açıkta kalmış edep yerleri özenle boyanmıştı. Odada ne zaman yalnız kalsa Liza'nın sadece kafa fotoğraflarından oluşan koleksiyonunu açıyor, aniden odaya biri girince saklayacak yer arıyordu. Arkadaşları ne zaman konuyu açsa, tek kelime etmeden bulunduğu mekânı terk ediyor, mesele üzerine asla konuşmuyordu.

Ama elbette böyle bir vakanın, bir üniversite yurdunda bu seviyede kalması beklenemez. Bir süre sonra K.'nın Liza'ya duyduğu aşk yurdun bir numaralı geyik malzemesi haline dönüştü. Bu arada K'nın arkasından yapılan muhabbetlerde geçilen dalgalar, giderek yüzüne karşı geçilmeye başlıyordu. En başta piç oda arkadaşı olmak üzere bir sürü yaratıcı deha çocuğu gördüklerinde, "oğlum K. dün Liza'yı seyrettim, of of of ellemedik yerini bırakmadılar"dan başlayan içinde her tür erkek muhabbeti taşıyan recep ivedik esprilerini çocuğun yüzüne fışkırtıyorlardı. (Söylenenleri saymaya burada yüzüm varmıyor.)

İşin acayibi şu ki. K bu söylenenleri duyduğunda fena halde üzülüyordu. Kızmıyor kızarıyor, hafif gözleri doluyor, asla bağırıp çağırmadan bulunduğu yerden uzaklaşmaya çalışıyordu. O böyle nahif tepkiler verdikçe alayın dozu da sıklığı da artıyordu. "Oğlum var ya, Liza'yı dün bir güzel ..." muhabbetinin artık suyu çıkmıştı. Bu durumun böyle gideri yoktu.

Çok iyi hatırlıyorum. K.'ların odasının önündeydik. Gece falan olacak. Dört beş kişi toplanmıştık. K.'nın piç oda arkadaşı binbir komiklik yapıp bizi güldürüyordu. O arada odadan K çıktı, piç oda arkadaşı bizi bolca güldürmenin verdiği gazla saniye sektirmeden "lan K., napıyodun odada, Liza'ya mı çakıyordun?" diyince kahkahalar iyice arttı. K. öylesine bize doğru bakıyordu. Piç oda arkadaşı yarattığı keyften memnun, "oğlum o hatun süper ağzına alıyor ha" diyince artık kayış koptu, K bir hışımla bize doğru koşup oda arkadaşının boynuna sarıldı. Var gücüyle piçin boyununu sıkıyor bir yandan "Ulan bir daha onun ismini ağzına alırsan", "ulan bir daha Liza" dersen diye bağırıyordu. İlk an hepimiz şok olduk, neyse sonra çekip ayırdık K.'yı, oda arkadaşını uzaklaştırdık. Piç giderken hâlâ "Liza'yı bilmem nedeyim ulan" diye bağırıyordu.

Ortalık sakinleşince K. ürkütücü bir ağlama krizine girdi. Kalabalik giderek artıyor, o salya sümük bağıra çağıra ağlıyordu. Elimiz ayağımız birbirine dolandı, ne yapacağımızı şaşırdık. Yüzünü yıkadık, yatırmaya çalıştık, her tarafına kolonya döktük. Bir saat içinde biraz sakinleşti. Sonra da valizini toplayıp bir yakınının evine gitti.

Körlüğün kirişi kırılmıştı tabii. K. bir hafta sonra döndüğünde bir daha kimse Liza'nın lafını etmedi.

Hiç yorum yok: