2 Şubat 2009 Pazartesi

Blog'a siyaset sokmak!

Ben bu blogu edebi yazma meselesiyle aramı biraz toplar, düzeltir, ne bileyim bir yazma ritmi ya da disiplini kazandırır vs diye açtım. Malum, (en azından bir kısmımız) hep mekânsızlıktan şikâyet ederiz. Oynayacağızdır da hep yerimiz dardır, yazacağızdır da kendimize ait bir odamız yoktur falan filan. İşte blog hep hissettiğim ama ne olduğunu da hiçbir zaman tam anlayamadığım mekân sorunun çözümünde bir ümitti benim için.

(Zira yazmaktan hep hissettiğim ama ne olduğunu da hiçbir zaman tam anlayamadığım bir şey bekliyordum, bekliyorum. Bir şey. Pasolini'nin ilk romanını ismi gibi: "Bir şey'in rüyası" işte. Bir şey.)

Ama blogu önemsemeye ve arada da olsa bir şeyler çiziktirmeye devam ettikçe giderek yazının yönü değişmeye başladı. Bilgisayarın başına oturduğumda giderek daha çok gündelik siyaset hakkında yazmak istiyordum. (Hayır siyaset hakkında değil, gündelik siyaset hakkında). Sanki on binlerce köşe yazarı, milyonlarca haber yorumcusu arkadaş yetmezmiş gibi. Başta kendimi kontrol etmeye çalıştım, ama olmadı.. Ben de saldım çayıra, mevlam kayıra...

E bu durum tabii ki normal sayılabilir. Her gün gazete okuyan, sevdiği sevmediği bütün köşe yazarlarını satır satır hatmeden (eyvah, işte bu gençliğin bitmekte olduğunun işareti!), aynı haberin farklı gazetelerde, yurt içinde yurt dışında nasıl farklı yansıtıldığını görmek için sabahlayan bir insan nasıl olur da bu bağımlılığı yansıtmaz? Gününün yarısını Türkiye-İsrail ilişkilerinin geleceğini düşünmeye ayırmış bir bünye nasıl olur da biriktirdiği enerjiyi bloguna taşırmaz? Kolay mı içindeki minik köşe yazarına dur demek?!

Ama şimdi fark ediyorum ki mesele biraz da blogun yapısında. Burada gündeliği aşan şeyler yazmak zor, zira gündeliği aşan şeyleri bu yapıda okumak zor. Mesela ince örülmüş, soyut yazmaktan korkmayan ve okuyucudan durmasını, düşünmesini, sabretmesini, başa dönüp tekrar okumasını bekleyen metinlerin yayınlandığı bloglar var. Ama bunları hep bekletiyorum. Yerine artık altı aylık blog okurluğundan sonra biraz da kabak tadı vermeye başlayan "bu sabah kalktım, aynaya baktım, bir de ne göreyim götüm gibi bir yüz, aaaaa!" şeklindeki gündelik notlama bloglarını okuyorum.

Eh işte gündelik siyasetten bahsetmenin gündelik hayatı notlamaktan pek farkı yok. "Bu sabah kalktım, gazeteyi açtım, bir de ne göreyim Başbakan Davos'u birbirine katmamış mı!"

Neticede bu sanal coğrafyada hızlı olmak, çabuk tüketmek, yeniye geçmek, farklı hazlar keşfetmek derken gündeliğin esiri oluveriyoruz. Alain demişti galiba, "düşünmek için durmak lazım" diye, oysa biz çoğunlukla ne durmak ne de fazla düşünmek istiyoruz. Böyle olunca hızlı aşklara, çılgın fantazilere, vurucu tespitlere ve tabii ki gündelik siyasetin heyecanına kapılıp gidiyoruz. Hem anlatıcı hem okuyucu olarak.

Yok asla şunu demiyorum, gündelik hayat blogları fena ya da gündelik siyasetten bahsetmek sığlık falan... Yok yok! Sadece bir eğilim bahsettiğim, bizi alıp götüren ama götürürken bazen ihtiyaç duyacağımız yavaşlama, durma, düşünme, bekleme halini tırpanlayan bir eğilim. Bu tırpana karşı dikkatli olsak diyorum sadece...

Yoksa ben çok seviyorum, "o gün kırmızı eteğimi üstümde görünce aaaa dedi Mahmut, şahanesin kızım! Ay sonra sormayın ben de bir göt kalkması, beni hep kıskanan sarışın yellozda bir yürek burkulması" tadını...

6 yorum:

Adsız dedi ki...

Ne güzel ifade etmişsiniz: "Alain demişti galiba, "düşünmek için durmak lazım" diye, oysa biz çoğunlukla ne durmak ne de fazla düşünmek istiyoruz." Siyasetin, ya da bana göre daha genel ifadeyle "haber"in bloga sızması önünde bir bariyer olmadığı sürece zor gerçekten. O bariyeri koymayınca da aslında kayıp giden blogun kendisi oluyor bence. Daha önce söylenmemiş bir şeyi söyleme çabasının başat olması gerektiğini düşünüyorum.

Mehmet Hayri Zan dedi ki...

Teşekkür ederim. Ama işte söylenmemişi söylemek bu araçla, yani blogla ne kadar mümkün onu bilemiyorum. Sanki hep Woody Allen tadında kalacağız gibi, bu blog tahtasının üstüne biraz ağır basmaya kalksak kırılacak gibi... Bir şeyler bizi hep daha basite, daha kolaya, daha eğlenceliye, daha heyecanlıya çekiyor. Hayır demesi zor.

Adsız dedi ki...

Blog tahtasının ağır basmaya gelecek gibi olmasığı konusunda katılıyorum elbette. Üstelik sadece bu araçla değil başka araçlarla da söylenmemişi söylemek o kadar kolay değil. Biraz da bundan kendi yazdıklarımı bir yönü olan notlar olarak değil, yazma egzersizleri olarak görüyorum. Öyle görmek onları daha güzel kıldığından değil, içimi rahatlattığından. "Yazdım, şu köşeye attım, gerek görenler de üstüne iki satır laf söyledi," diyorum. Başka türlü olabilecekmiş gibi gelmiyor :)

Mehmet Hayri Zan dedi ki...

Tamamen aynı hissiyattayım galiba :) Egsersiz, deneme, karalama derken geçinip gidiyoruz...

Adsız dedi ki...

Düşünmek için durmak lazım, durmak içinse varmak lazım. Kişi vardığını anladığı zaman şaşırıp kalıyor ki, nasıl düşünsün o an orada durmakta olduğunu. Huzurlu bir an orda oturduğunu bilmek, hani duruyor ya, huzurundan yarı uyur gibi. Ben memleket hasretinin ne demek olduğunu az çok biliyorum, bu yüzden anlamlı ve dokunaklı Türkçe kullanıldığında bir yerde, bir blok, bir gazete, bir dergi, bir en çok satan kitap, hoşuma gidiyor. Bir şeyin sahip olduğu değer; ucuzluğunda veya ulaşımının kolay olmasında değil; özüne inildiğinde ne olduğunun anlaşılmasında. İnsanlar hep birbirlerini örnek alıyorlar, ben öğrenciyim ve gerçekten bu cümleleri saygıyla ve anadilime duyduğum sevgiyle okuyorum. Elektronik bile olsa, yavaş yazdığında klavye tuşları bozulmuyor çünkü düşündüğünden elin ve zihnin eş zamanlı çalışıyor. Aynı işlemi pekala kalem kağıt da yapabilir, fakat mühim olan doğrunun daha fazla deftere kopyalanmasıdır bana göre.

Nora Angelova

Adsız dedi ki...

Tarzınızı beğendim..