6 Temmuz 2010 Salı

Oktay.

Oktay'ı bana unutturmayanlar 3'tür.

1) Red Kit'inkine benzeyen kocaman ve kemersiz burnu.

2) Hepimiz daha el kadar çocukken hiç durmadan Dostoyevski okuyuşu.

3) Sınır tanımayan çay aşkına su bardakları bile yetişemediği için çayı kavanoza doldurup içmesi.

Ama bunların hepsinden fazla olandır Oktay. Kötü hafızada silinmez bir yeri olması da bu fazla olmasındandır.

Kocaman olmuş, liseye varmışızdır. Can sıkıntısıyla şehrin ana caddesinde volta atılan günlerden birinde Oktay'a rastlanır. Yüzü yara bere içindedir.

Ne bu hal abi?
Yaa bir şey yok.
Nasıl yok ya?
Ama sorma işte.
Kavga mı ettin?
Ya yok mahallenin piçleri her mahalleye girişte üzerime saldırıyor, artık Allah ne verdiyse...
Niye be?
Yok sebebi, tipimi beğenmiyorlarmış.
Allah Allah.
Vallahi yok sebebi. Tipim komikmiş.

Oktay'ı tanırsanız inanırsınız. Öküz İngilizce hocamızın kızdığında ilk tokatladığıdır Oktay. Niye mi? Çünkü hem sınıfın hem en miniği hem en Red Kit burunlusudur. Anasıyla ve küçük kardeşiyle yaşar. Garibanlık hikâyeleri arkadaş arasında fısıldanır. Kış günlerinin yarısında sınıfa ceketini unutarak gelir. Olur olmaz yerde gülümser. Kızmaz, saldırmaz, hırs yapmaz.

Bizim Oktay her daim ince her daim sessizdir. Büyük ezikliğin bitimsiz gülümsemesidir o.

Oktay'ı düşününce "ezik" sözcüğünü bu kadar patavatsızca kullanan güruhtan nefret ederim.

Ezik sizi siksin.

Hiç yorum yok: