13 Temmuz 2010 Salı

Yeni mücadele dönemi.

Dün televizyonda THY genel müdürü Temel Kotil'i izledim. Büyülü bir röportajdı. Memleketçe yepyeni bir evreye geçtiğimize iyice inandım.

Kotil, AKP ile gelen yeni kamu yöneticilerinden biri. Esasında akademisyen. Amerika'nın en iyi okullarından Michigan Üniversitesi'nde doktora yapmış, sonra memlekete dönüp hoca olmuş.

Kendisi THY'nin başına geçtiğinden beri sıkça gündeme geldi. Apronda deve kesilmesi komedisine ve Hac'dan dönerken havaalanında terlikli fotoğraflarının çekilmesine basın büyük ve çirkin bir ilgi gösterdi. Kotil yerden yere vuruldu, THY'nin durumu AKP kadrolaşmasının korkunç komedilerinden biri olarak sunuldu. Fakat THY o kadar hızlı bir şekilde büyüdü, hem iç pazar hem dış pazarda öyle başarılı oldu ki olumsuz eleştiriler ister istemez hız kesti. Bugün şirket Türkiye'de en akılcı yönetilen, en verimli kamu kurumlarından biri gibi görünüyor.

Ama değineceğim mesele bu değil, zaten bu mesele pek önemli de değil. Artık kimsenin, şirket verimliliğinin ayaktaki terlikle ilişkisi olmadığını anlamamakta ısrar edip işi angut-show'a dönüştüreceğini sanmıyorum.

Röportajda beni benden alan, kelimenin tam anlamıyla büyüleyen şey Kotil'in retorigi ve daha da çok bu retorigin şehvetiydi. Yaptıkları işleri anlatırken, işlerin sonunda nasıl "çok güzel paralar" kazandıklarını kıkırdayarak anlatıyor, üç cümleden birinde sanki kutsal bir makamdan söz edercesine "biz yöneticiler" diyor, büyüme rakamlarından, katlanan cirodan gözleri parım parım parlayarak bahsediyor, kısacası devrin iktisadi kâr-kazanç dilinin şahane bir resitalini veriyordu. Şirketi benliğiyle özdeşleştirmiş bir başarı canavarıyla, bir neo-liberal Faust'la diz dizeydik ve üniversitede yurttan hatırladığım nurcu abileri hatırlatan ince bıyığı bu retoriğin içinde kaybolup gidiyordu.

Röportaj sırasında, AKP'nin 2002'de iktidara gelmesinden hemen sonra Ali Babacan'la yapılan bir TV programını hatırladım. Uzun bir ekonomi sohbetinden sonra, sunucu bıyıkları yenı terlemiş bir ergeni hatırlatan güler yüzlü bakana, biraz da özel hayatından bahsetmek istediğini söylemiş, "peki mesela haftasonlarında tatillerde naparsınız?" diye abuk bir soru sormuştu. Babacan, "işte biz de herkes napıyorsa onları yapıyoruz" dedikten sonra sunucu ısrar etmiş, Babacan da yaptığı olağan aktiviteler olarak şunları saymıştı: "golf oynarım, suşi severim".

(Retorik tabii ki içerikten bağımsız değildir ve halkımızın bir kısmının sandığının aksine (eğer varsa) takiyye icra edilirken icra eden özneyi de dönüştürür. Çünkü söz, gerçek olan her neyse ondan cııırt diye çekip ayırabıleceğiniz bir değersiz gayrılık değildir. Söz arzunun, şeytanînin, yeraltına itilmişin gücünü taşır ve kendisine hâkim olduğunu sanan insanoğlunu hiç fark ettirmeden başka bir şeye çevirir.)

Babacan'dan Kotil'e, Kotil'den sahil şeridindeki beş yıldızlı türban otellerine, otellerden taşrada yeni kurulan ve neoliberal reklam teknikleri ile zenginleşme-gelişme retoriğinde kaybolmuş nurcu üniversitelere, üniversitelerden Tüsiad-Müsiad barışmasına upuzun bir çizgi çekilebilir. Yeni Türkiye Müslümanlığı da büyük ölçüde bu çizgiyle anlaşılabilir.

Açık ki hayat değişmekte, ülkemiz her açıdan liberalleşmekte, kapitalizmin yeni araçları dinselliğin her türünü ehlileştirmekte (Kemalist ulusçu dinsellik de dahil buna) ve neticede ülke yeni bir arzu ekonomisinde uzlaşmaya gitmekte... Söz etmeye bile gerek yok, uzlaşmanın diğer yüzünde taşeronlaşmak, gelir çizgisinin asgari ücrete çekilmesi, çalışan altsınıfların ve yeni yoksulların safları sıklaştırması var.

Görünen o ki Türkiye bir yandan uzlaşırken bir yandan çatır çatır ayrışıyor, yepyeni bir mücadele dönemine giriyor.

2 yorum:

Adsız dedi ki...

kisa ve oz bir analiz, begendim... - imza: reddish

Mehmet Hayri Zan dedi ki...

eyvallah reddish.