24 Temmuz 2010 Cumartesi

Çok sevdiğim Vilyım.


Çok sevdiğim Vilyım Saroyan, ki Bitlislidir aslen kendisi, romantik biri. İnce, tatlı, muhabbeti güzel, gönlü hoş biri. Kardeş gibi benzediği Hulusi Kentmen'den sadece üç yıl büyük olmasına şaşmaya gerek yok demek ki.

Zaman zaman, hayat soğumuş mercimek çorbasına benzediğinde kendisinin İnsanlık Komedya'sından parçalar okur, ışıltısız gözlerime ışık, çekilmiş damarlarıma kan ararım. Çünkü Saroyan kendi çocukluğuna bakıp öyle bir cennet hissiyatı yaratmıştır ki, cennetin içine batıp her şey yerli yerinde dersiniz.

Cennet mutluluk demek değildir evet, her şeyin yerli yerinde olmasıdır olsa olsa. Ölümün, kederin, açlığın hatta savaşın yerli yerinde olması. Her şeyin anlaşılır, kabul edilebilir, anlamlı olması.

Baron Vilyım'ın komedyası böyle olmaklığıyla bizi Fresno'daki fakir çocukluğundan bozma bir cennete götürür, yaşamın güzelliğine insanın inceliğine iman ettirir.

Şimdi çıkar gelirse hep beraber Bitlis'e gideriz, her şeyi yerli yerine koyarız.



17 Temmuz 2010 Cumartesi

At.

At'ın acı çekmesinde sihirli bir şey var.

Raskolnikov'un rüyasındaki at, Niçe'nin delirdiği o anın kahramanı olan at mı? Neden yüreği karanlığa değmiş adamların tükendiği yer at'ın acı çekmesiyle eşleniyor? Andrey Rublev'de koca yangının değil de, koca yangının içinde kalmış atın can acıtması neden?

Belki de dünyada attan daha soylusunu bulmak mümkün olmadığından. Güçlü, kuvvetli, heybetli, hızlı vs olan değil sadece; mahzun, ince, müşfik gözleriyle kuvvettinde kibirden eser olmayan da o.

At yani, güzellik fikrinin ta kendisi.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Çocuk gitti.

"Gitti. Getir götür işlerine bakan çocuk bugün gitti, dediklerine göre köyüne dönmüş, bir daha da gelmeyecekmiş - içinde yaşadığım insani mekânın, dolayısıyla benim ve dünyamın ayrılmaz bir parçası olarak görürdüm onu. Bugün gitti. Koridorda rastlaştık, böylece beklenen sürpriz vedalaşma gerçekleşti, ona sarıldım, o da çekinerek karşılık verdi bana, olanca yabaniliğimi kuşanıp ağlamamayı başardım, oysa yanan gözlerim yüreğimde, benden bağımsız olarak can atıyordu yaşlar akıtmaya.

Sahip olduğumuz her şey, ortak bir hayat sürmenin ya da sadece kendi bakışımızın oyunuyla, biraz biz olur, çünkü bize aittir. Bugün Galiçya'nın bir köyüne giden, adını bile bilmediğim o kimse, benim için sadece bir ayakçıydı: Gözle görülebilir, insani bir varlık olarak, hayatımın özünün hayati bir parçasıydı. Şimdi azaldım ben. Artık tam olarak eskisi gibi değilim: Çocuk gitti.

Yaşadığımız yerde ne yaşanıyorsa, aslında bizde yaşanır. Gördüklerimiz arasında sona eren şeyler, bizde sona erer. Varolmuş olan insanlar -varoldukları sırada görmüşsek- yok olduklarında bizden koparılmıştır. Çocuk gitti.

O büyük masaya kurulmuş, dün başladığım yazılara devam ederken şimdi daha ağır, daha yaşlı, daha kuşkuluyum. Çalışmaya hevesim yok, ama kıpırtısızlığımı harekete geçirip kendi kendimin kölesi olabilirsem çalışabilirim. Çocuk gitti.

Evet, yarın, belki daha sonra, ölümü ya da gidişi haber veren sessiz çan benim için çalacak, büroda olmayan kişi, merdiven altındaki dolapta eski bir kayıt olma sırası bana gelecek. Evet yarın ya da Kader benliğimde benmiş gibi davranın hesabını kapatmaya karar verdiğinde. Doğduğum memlekete döner miyim acaba? Bilemiyorum. Bugün gidenin yokluğu yüzünden trajedi iyice somutlaşıyor, sırf hissedilmeyi hiç hak etmediği için öyle hissediliyor. Tanrım, Tanrım, çocuk gitti."

(Fernando Pessoa. Huzursuzluğun Kitabı'ndan. Çev. Saadet Özen)

(Pessoa hakkında önceden de yazdım. Şurada.)

13 Temmuz 2010 Salı

Yeni mücadele dönemi.

Dün televizyonda THY genel müdürü Temel Kotil'i izledim. Büyülü bir röportajdı. Memleketçe yepyeni bir evreye geçtiğimize iyice inandım.

Kotil, AKP ile gelen yeni kamu yöneticilerinden biri. Esasında akademisyen. Amerika'nın en iyi okullarından Michigan Üniversitesi'nde doktora yapmış, sonra memlekete dönüp hoca olmuş.

Kendisi THY'nin başına geçtiğinden beri sıkça gündeme geldi. Apronda deve kesilmesi komedisine ve Hac'dan dönerken havaalanında terlikli fotoğraflarının çekilmesine basın büyük ve çirkin bir ilgi gösterdi. Kotil yerden yere vuruldu, THY'nin durumu AKP kadrolaşmasının korkunç komedilerinden biri olarak sunuldu. Fakat THY o kadar hızlı bir şekilde büyüdü, hem iç pazar hem dış pazarda öyle başarılı oldu ki olumsuz eleştiriler ister istemez hız kesti. Bugün şirket Türkiye'de en akılcı yönetilen, en verimli kamu kurumlarından biri gibi görünüyor.

Ama değineceğim mesele bu değil, zaten bu mesele pek önemli de değil. Artık kimsenin, şirket verimliliğinin ayaktaki terlikle ilişkisi olmadığını anlamamakta ısrar edip işi angut-show'a dönüştüreceğini sanmıyorum.

Röportajda beni benden alan, kelimenin tam anlamıyla büyüleyen şey Kotil'in retorigi ve daha da çok bu retorigin şehvetiydi. Yaptıkları işleri anlatırken, işlerin sonunda nasıl "çok güzel paralar" kazandıklarını kıkırdayarak anlatıyor, üç cümleden birinde sanki kutsal bir makamdan söz edercesine "biz yöneticiler" diyor, büyüme rakamlarından, katlanan cirodan gözleri parım parım parlayarak bahsediyor, kısacası devrin iktisadi kâr-kazanç dilinin şahane bir resitalini veriyordu. Şirketi benliğiyle özdeşleştirmiş bir başarı canavarıyla, bir neo-liberal Faust'la diz dizeydik ve üniversitede yurttan hatırladığım nurcu abileri hatırlatan ince bıyığı bu retoriğin içinde kaybolup gidiyordu.

Röportaj sırasında, AKP'nin 2002'de iktidara gelmesinden hemen sonra Ali Babacan'la yapılan bir TV programını hatırladım. Uzun bir ekonomi sohbetinden sonra, sunucu bıyıkları yenı terlemiş bir ergeni hatırlatan güler yüzlü bakana, biraz da özel hayatından bahsetmek istediğini söylemiş, "peki mesela haftasonlarında tatillerde naparsınız?" diye abuk bir soru sormuştu. Babacan, "işte biz de herkes napıyorsa onları yapıyoruz" dedikten sonra sunucu ısrar etmiş, Babacan da yaptığı olağan aktiviteler olarak şunları saymıştı: "golf oynarım, suşi severim".

(Retorik tabii ki içerikten bağımsız değildir ve halkımızın bir kısmının sandığının aksine (eğer varsa) takiyye icra edilirken icra eden özneyi de dönüştürür. Çünkü söz, gerçek olan her neyse ondan cııırt diye çekip ayırabıleceğiniz bir değersiz gayrılık değildir. Söz arzunun, şeytanînin, yeraltına itilmişin gücünü taşır ve kendisine hâkim olduğunu sanan insanoğlunu hiç fark ettirmeden başka bir şeye çevirir.)

Babacan'dan Kotil'e, Kotil'den sahil şeridindeki beş yıldızlı türban otellerine, otellerden taşrada yeni kurulan ve neoliberal reklam teknikleri ile zenginleşme-gelişme retoriğinde kaybolmuş nurcu üniversitelere, üniversitelerden Tüsiad-Müsiad barışmasına upuzun bir çizgi çekilebilir. Yeni Türkiye Müslümanlığı da büyük ölçüde bu çizgiyle anlaşılabilir.

Açık ki hayat değişmekte, ülkemiz her açıdan liberalleşmekte, kapitalizmin yeni araçları dinselliğin her türünü ehlileştirmekte (Kemalist ulusçu dinsellik de dahil buna) ve neticede ülke yeni bir arzu ekonomisinde uzlaşmaya gitmekte... Söz etmeye bile gerek yok, uzlaşmanın diğer yüzünde taşeronlaşmak, gelir çizgisinin asgari ücrete çekilmesi, çalışan altsınıfların ve yeni yoksulların safları sıklaştırması var.

Görünen o ki Türkiye bir yandan uzlaşırken bir yandan çatır çatır ayrışıyor, yepyeni bir mücadele dönemine giriyor.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Gencölmek.

Ay mıdır kar mıdır pencerede
Boğulmuş çocukları martılara taşıyan
Kara köpek karşı kıyıda uluyor
Bence o çocuk öyle gülmemeli

Atları çayıra saldım diş kamaştıran erik ağaçları altına

Nisan toprağı kalbimde ağrıyor
Bence o çocuk öyle gülmemeli
Şimdi bir kadın çay demlese

Bahçedeki korkuluk nar ağacıdır
Erken ölmüş, iyi giydirilmiş
Sular soğuyor ovada duran ince gölgesinde
Büyük ateşler, kuytu köyler gibi

Alınlarına vişne çiçekleri yağan
O kızlar, delikanlılar ve lohusalar
Oyulmuş bir bebektirler ıhlamurdan
Kestane mangalları, masallar, talikalar

Ölüm alışsın artık bize
Bir dans bahçemize gelsin
Gelsin otursun ılık minderimize

Bence o çocuk öyle gülmemeli
Ay kar gibidir pencerede


Ergin Günçe

6 Temmuz 2010 Salı

Oktay.

Oktay'ı bana unutturmayanlar 3'tür.

1) Red Kit'inkine benzeyen kocaman ve kemersiz burnu.

2) Hepimiz daha el kadar çocukken hiç durmadan Dostoyevski okuyuşu.

3) Sınır tanımayan çay aşkına su bardakları bile yetişemediği için çayı kavanoza doldurup içmesi.

Ama bunların hepsinden fazla olandır Oktay. Kötü hafızada silinmez bir yeri olması da bu fazla olmasındandır.

Kocaman olmuş, liseye varmışızdır. Can sıkıntısıyla şehrin ana caddesinde volta atılan günlerden birinde Oktay'a rastlanır. Yüzü yara bere içindedir.

Ne bu hal abi?
Yaa bir şey yok.
Nasıl yok ya?
Ama sorma işte.
Kavga mı ettin?
Ya yok mahallenin piçleri her mahalleye girişte üzerime saldırıyor, artık Allah ne verdiyse...
Niye be?
Yok sebebi, tipimi beğenmiyorlarmış.
Allah Allah.
Vallahi yok sebebi. Tipim komikmiş.

Oktay'ı tanırsanız inanırsınız. Öküz İngilizce hocamızın kızdığında ilk tokatladığıdır Oktay. Niye mi? Çünkü hem sınıfın hem en miniği hem en Red Kit burunlusudur. Anasıyla ve küçük kardeşiyle yaşar. Garibanlık hikâyeleri arkadaş arasında fısıldanır. Kış günlerinin yarısında sınıfa ceketini unutarak gelir. Olur olmaz yerde gülümser. Kızmaz, saldırmaz, hırs yapmaz.

Bizim Oktay her daim ince her daim sessizdir. Büyük ezikliğin bitimsiz gülümsemesidir o.

Oktay'ı düşününce "ezik" sözcüğünü bu kadar patavatsızca kullanan güruhtan nefret ederim.

Ezik sizi siksin.