19 Ocak 2010 Salı

Bizim büyük çaresizliğimiz.

Barış Bıçakçı'nın romanının ismi hakkında ne diyeceğimi bilemiyorum. Bir yandan hoşuma gidiyor, bir yandan fazla romantik buluyorum. Bir yandan bu toprakların duygusunu taşıyan bir isim, öte yandan sanki Tuna Kiremitçi'nin roman isimleri gibi tribünlere oynuyor.

Esasında romanın kendisi hakkında da ne diyeceğimi çok bilemiyorum. Kolayca okunan, duygusunu okuyucuya geçirebilen, keyifli dil oyunlarıyla donatılmış renkli bir roman var bir yanda, öte yanda derinleşemeyen, kısa olmasına rağmen kendini tekrarlayan, kolay başlayıp kolay biten bir roman.

(Tabii ki kolaylıklara gıcık olmak haktır!)

Bir dostluk romanı Bizim Büyük Çaresizliğimiz. 30'lu yaşlarının sonuna gelmiş ama çoluk çocuğa karışamamış, taaa küçüklük yıllarından kanka ve şimdi de aynı evi paylaşan iki arkadaşın hikâyesi.

(Bu noktada benim gibi 30 yaşına varıp hâlâ ev arkadaşıyla yaşayanları yakın gelecek hakkında derin düşüncelere gark eden bir eserden bahsettiğimi ve dolayısıyla pek nesnel olamayacağımı itiraf ederim :))

Romanın anlattığı bu iki dostun Nihal eve üçüncü ortak olarak geldiğinde yaşadıkları. Bu taze üniversite öğrencisi kızcağız annesi babası öldüğünde, iki kafadarın yakın bir arkadaşının da kardeşi olması hasebiyle piyango kimliğinde eve giriyor; ince endamı ve çıplak ayakları ile evin içinde salındığında bizimkilerin uykuya yatmış inceliklerini harekete geçiriyor. Ama bu harekete geçen incelikler arzulanana ulaşmanın imkânsızlığını daha fena hissettiriyor, can acıtıyor. Tabii ki en başta bedenler arasındaki kocaman uçurum var. Şöyle ki:

"Nihal sahiden güzel kızdı, onun yanında sen göbeğinin üzerinde hareket eden bir fok, bense kel kafasını kaşıyan bir maymun olabilirdim." (104)

Ve Nihal olanca inceliğiyle evi meleklendirmeye devam ettikçe kaybedilmiş çocukluğun ya da bitmiş gençliğin acısı gelip iki adamın hislerinin tam ortasına çöküyor:

"Bizim büyük çaresizliğimiz Nihal'e aşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki çocuk seslerinin arasında olmayışıydı. Asıl çaresizlik buydu". (102)

Fakat işin bu yönüne kanmamak lazım. Başta da söylediğim gibi kitabın esas meselesi iki kahraman arasındaki dostluk. İki koca adam arasındaki bağlılık öyle kuvvetli öyle sarıcı ki herhangi bir çaresizliğin acımtıraklığını kolayca alıyor. Nihal'e yönelik arzu arkadaşlığın kuvvetinde eriyor, hatta sevimli bir şey haline geliyor, trajik hal kolayca tatlı küçük bir hüzünle yer değiştiriyor. Böylece Nihal kolayca sevimli bir hatıraya dönüşebiliyor, yolun bir noktasında karşılaşılan bir sürprize, keyifle hatırlanan farklı bir tada.

Burdaki duyguyu ben sevdim, internetten anladığım kadarıyla romanın diğer okurları da sevmiş. İki koca adamın birbirlerinin ağrılarını sonsuz sarma kabiliyeti kalbe sıcaklık veriyor. Ama romanın zayıf noktası da tam bu işte. Bizi bu sıcaklıkla saran roman bu adamların karmaşasının derinine inemiyor. Kötülüğün ve karmaşanın hiç olmadığı bir beyaz metin olarak kalıyor.

Eh işte kitabın adı da Bizim Büyük Dostluğumuz falan olmalıydı, bu tatlı çaresizlik "büyük" sıfatını hak etmiyor zira.

Son bir not olarak da kitapta en beğendiğim şeyin "beden"in işlenişi (!) olduğunu belirteyim. İki adam sürekli bedenlerinden konuşarak, bedenlerini şakaya vurarak, herkesin "pis" saydığı kılsal ve sümüksel naneleri oyunlaştırarak kuruyorlar biraz da dostluklarını. Tabii bu, "Nihal ağrısı"nı kolay atlatmalarını sağlayan şeylerden biri aynı zamanda.

Neyse, umarım haksızlık etmemişimdir.

6 yorum:

Aylin Balboa dedi ki...

Filmi çekiliyor şimdilerde, nasıl olur bilmiyorum ama İlker Aksum'a güveniyorum ben, oyunculardan biri o.

Barış Bıçakçı'nın iddiasızlığını seviyorum en çok. Büyük sözler peşinde değil, bağırarak konuşmuyor. Bir gece karşısındaki koltuğa oturuyorsun (dizinin dibine değil) ve sabaha kadar olan biteni anlatıyor sana sakin sakin. 30'una merdiven dayamış biri olduğum için ben de, bu sükunet bana iyi geliyor. Bir de Barış Bıçakçı'nın Ankara'sı, diğerlerinde olduğu gibi rahatsızlık vermiyor, en azından bana. Böyle.

Mehmet Hayri Zan dedi ki...

Evet ben de yeni duydum çekildiğini. Okurken tam senaryoluk diyor insan zaten.

Çok güzel yorumunuz bence. Anladım neden sevdiğinizi :) Hele Ankara meselesi önemli. Ankara'da aynı evde yaşayan iki orta yaşlı adamın hikayesi olsam ben büyük bunalım olurdum; Bıçakçı'nın Ankara'sı ise huzur veriyor.

ligea dedi ki...

hem 30lar, hem ankara hem erkekler..ben de okuyayım bari:)

Mehmet Hayri Zan dedi ki...

:))) bence de :)

aglea dedi ki...

filmi gayet de beğendim ben. sessiz, sakindi...

Mehmet Hayri Zan dedi ki...

ben hala seyredemedim. bir yerlerden bulup seyredeyim ben de hemen. çok ayıp.